25 Mayıs günü ABD’nin Minnesota şehrinde siyahi George Floyd’un polis tarafından katledilmesinin ardından başlayan ırkçılık karşıtı kitle eylemler, ABD ile sınırlı kalmayarak dünyanın çeşitli ülkelerine yayıldı. Floyd’un “nefes alamıyorum” çığlığı 2014 yılında katledilen Erie Garner’in de son sözüydü. 400 yıllık ırkçı, faşist katletme geleneğinin isyan çığlığı haline geldi “nefes alamıyorum” sözü. Milyonları biraraya getiren bu ırkçı-faşist saldırı, özgürlük ve adalet talebiyle buluştu. Köleliğin sembolü ne varsa ateşe verildi ve özgürlük sloganları bu alevlerin içinde karşılığını buldu. Karakollar ve polis merkezlerini ateşe verenler, adalet talebini daha fazla yükseltti. Beyaz Saray’ı kuşatan öfke Trump gibi demokrasi havarisi katillerin korunaklı deliklerine girmesine neden oldu.
Almanya, İngiltere, Fransa ve daha bir dizi ülkeye yayılan ve kimi ülkelerde milyonları buluşturan eylemlerin talepleri, yaşanan ekonomik krizin sonuçlarıyla da buluşmuş, talepler özgürlük ve adaletle sınırlı kalmayarak, açlık ve yoksulluğa duyulan öfkeyi de içine almıştır. İngiltere’de köle tüccarı Edward Colston’un 125 yıllık heykelini yıkan kitle, köleliğin sembollerine yönelmiş hem dayanışma hem de özgürlüğe duyulan özlemlerini dile getirmişlerdir.
“Özgürlükler ülkesi” ABD’nin ardından Hindistan’da polislerin bir kişiyi döverek katletme görüntüleri yansıdı. Dünyadan yansıyan bu görüntüleri sokağa çıkma yasağının olduğu günlerde ülkemizin çeşitli bölgelerinde polisin halka uyguladığı şiddet görüntüleri izledi. Şiddeti kamuoyuna yansıtanların evleri basılarak tehdit edildi. Diyarbakır’da karakoldan kamuoyuna servis edilen işkence görüntülerine, sokakta bekçilerin saldırı görüntüleri eklenmiş ve bu görüntülerin üzerine mecliste bekçilerin yetkilerini genişleten kanun teklifi yasalaşmıştır. Karşı-devrimci şiddet dünyanın her köşesinde sudan gerekçelerle halka yönelerek artmıştır.
Emperyalist-kapitalist sistemin bunalımına eklenen ve daha da derinleştiren ekonomik ve siyasi krizin etkileri henüz bütünüyle gün yüzüne çıkmadan başlayan halk isyanlarına, farklı taleplerle yeni dalgaların eklenmesi, bu dalgaların büyümesi önümüzdeki dönemde yaşanması kuvvetle muhtemel gelişmelerdir. Pandemi döneminden geriye kalan açlık ve yoksulluk şimdilik Lübnan’da yaşanan eylemlere damgasını vursa da dünyanın belli merkezlerinde yaşanan kalkışmaların iş-ekmek talebiyle buluşması kaçınılmazdır. Daha şimdiden ABD’de yapılan eylemlerde “bütün iktidar halka” sloganlarının haykırılması, mevcut kitle hareketinin niteliğini belirleyen bir durumu ifade etmese de siyasi iktidarı hedeflemesi bakımından önemlidir.
Sistemin derinleşen krizinin etki sahası genişlerken sadece faşist-gerici iktidarlar değil emperyalist merkezlerin “burjuva demokrasisi” de sistemlerini daha fazla zor kullanarak ayakta tutmanın dışında bir yola başvurmayacaktır. Arka arkaya kamuoyuna servis edilen şiddet ve işkence görüntüleri bir tesadüfler toplamı değil halka verilmek istenen korku mesajıdır. Ancak sokaklarda rutinleşen devlet şiddetinin yanında, salgın süresi boyunca emperyalistlerin Ortadoğu’dan Afrika’ya uzanan sahada egemenlik mücadelesinin tüm hızıyla devam ettiğini de vurgulamak önemlidir. Tepeden tırnağa savaş aygıtı olarak donanmış bir emperyalist saldırganlık ve mücadele süreci Suriye’den Kürdistan’ın tüm parçalarına ve Filistin’e, Körfez’den Libya’ya ve Akdeniz sahasına kadar uzanan alanda devam etmiştir. Savaş ve saldırganlık hali bir söylem, tehdit unsuru değil hiçbir durum ve koşulda durmayan bir yaygınlık kazanmaktadır. Ezilen halklar ve uluslar üzerinde emperyalist tahakküm ve gerici egemenlik kendisini silaha dayanarak hakim hale getirmekte, savaş gücünün gelişkinliğine odaklanmış bir yoğunlaşma hız kazanmaktadır. Bu Türk hakim sınıflarının tüm bölgede koçbaşı rolü ile her boşluğa savaş gücüyle sızma şeklinde gerçekleşmektedir. Suriye, Libya ve Akdeniz sahasında saldırganlığa ve savaşmaya kilitlenmiş bir uşak gibi konumlanmıştır.
Faşist abluka ve kuşatmanın diğer ayağında, T. Kürdistanı’nda belediyelere kayyum atanması ile sınırlı kalmayarak HDP’li milletvekillerinin vekilliklerinin düşürülmesi ve jet hızıyla aynı akşam tutuklanması vardır. Devlet “düz ovada siyaset” sahasını kapatmış, demokrasinin göstermelik adresi meclis kürsüsünden siyaset hakkını da gasp etmiştir. Buna karşı geliştirilen duruşun beslendiği zemin yine sandıklar ve yine sistem içi çözümler olmuştur. Mücadelenin daha ileri ve militan mevzilerde sürdürülmesine yüzünü dönmeyen çizgi, halkın biriken öfkesini yeniden sandıklara gömmenin politikasını üretmektedir.
Faşist diktatörlüğün saldırılarının arka planında daralan ekonominin yarattığı boğulma ve bu boğulmanın işçi sınıfı ve emekçilere yansıması vardır. Pandemi sürecinin yarattığı işsizlik ve yoksulluk tablosu henüz net bir biçimde kendini göstermese de ifade edilen milyonlarca kişinin işsizlik gerçekliği ile yüzyüze kalacağıdır. Devlet, bunun yaratacağı her türden kalkışmayı engellemek için kitleleri zor ve baskı aygıtlarıyla sindirme ve ezme yönelimi içindedir.
GERİLLAYA DÖNÜK TESLİM ALMA VE İMHA SALDIRISI
TC devletinin giriştiği topyekün saldırı sürecinin ana merkezlerinden birini gerillaya dönük imha ve teslim alma saldırıları oluşturuyor. Tüm teknolojik donanım ve özel eğitimli savaş gücüyle yürüttüğü imha saldırısında, gerillanın hareket sahasını daraltarak imha etmeyi hedeflemektedir. Gerilla mücadelesinin sürdüğü alanları yayla yasakları, sokağa çıkma yasakları, zorla göç ettirme saldırılarıyla da insansızlaştırmaya yönelmektedir. Gerillanın kitle desteğini kesmenin yanı sıra, baskı ve korkuyla ajan işbirlikçi ağını oluşturma ve güçlendirmeyi hedeflemektedir. Yayla yasaklarının olduğu alanlarda sadece işbirlikçi unsurlara verilen izinlerle devlet “doğal” istihbarat ağlarını yaratmayı amaçlamaktadır.
Uzun bir dönemdir sürdürülen savaşı sadece askeri cephede yürütmeyen devlet, savaşın diğer tüm ayaklarını da devreye sokarak yönelmektedir. Ölümsüzleşen gerillaların cenazelerinin halk tarafından sahiplenilmesini engellemek, mezarlıkların tahrip edilmesinden, kutularla gönderilen cenazeler, faşist devletin yürüttüğü bu savaşın parçalarıdır. Gerillanın imhasını, halkı ise sindirerek teslim almayı hedefleyen devlet bu hedefe ulaşmak için saldırı da hiçbir sınır tanımamaktadır. Tüm askeri araç ve yöntemlerin yanı sıra psikolojik savaş yöntemlerini de devreye koyarak bu dönemi yönetmeye çalışmaktadır.
Devletin topyekün girdiği bu savaşta saldırının boyutu ve kuşatmanın çapı, çarpışmanın ve mücadelenin boyutunu da belirlemektedir. Gerillanın aldığı ağır kayıplara rağmen yürüttüğü mücadele ve savaşın tüm eşitsiz ve dengesiz koşullara rağmen varolma ve mücadeleyi sürdürme kavgası ve iradesidir. Bu boyutlu saldırılar ancak güçlü bir ideolojiyle karşılanabilir ve aşılabilir. Bunun olmadığı durumda çetin savaş koşullarında, kavga alanlarını “daha güçlü dönme” sözüyle terk etmek kaçınılmaz olarak yaşanmaktadır.
Faşist diktatörlüğün yürüttüğü topyekün savaşa karşı, ülke devrimini Rojava’dan örgütleme hedefi taşıyan çizginin tasfiyecilikte vücut bulması bu anlamda tesadüf değildir. Kendi ülkesindeki düşmana yönelmeyi, ülke dışında konumlanarak arayanların, ulusal hareketin öncülüğünde yöneldiği devrim, faşist kuşatma ve çemberi yaracak bir niteliği ise henüz yaratamamıştır. Daha vahimi ise ülkede savaşın ve çelişkilerin bu düzeyde gerginleştiği, halk kitlelerinin devletin savaş aygıtları ile kuşatılıp sindirilmeye çalışıldığı koşullarda “devrim ihraç” etme hayalleri ile işin kolayına kaçılmasıdır. Kürt ulusal mücadelesinin dört parçasına, ezilen halk yığınlarının gerici kuşatma ve sindirme operasyonlarına, yok etme ve imhaya kodlanmış saldırganlığına karşı içerden bir savaşın yükseltme zorunluluğu büyük bir ihtiyaç olarak dururken savaş cephelerinin güçlendirilme zorunluluğu kendisini dayatırken güçleri ve olanakları buna göre konumlandırmamak politik bir öngörüsüzlük ve gelişmelerin seyrini kavrayamayan ideolojik olarak savruluş halidir.
Egemen sınıflar topyekün saldırı dalgası içinde özellikle devrim fikrini, silahlı savaşım fikrini ve bunun imkansızlığını ispatlamayı birincil görev olarak belirlemiştir. Bu savaşımı imha etmeyi hedeflerken, diğer tüm mücadele biçimlerini kontrol altında tutma, sınırlama ve sindirme hedefindedir. Bu anlamda sürecin ana halkası egemenler için silahlı mücadeleden arınmış koşulların ve zeminin yaratılmasıdır. Bu süreçte oluşacak bir kesintinin dahi egemen sınıflar açısından büyük çaplı bir ideolojik kuşatmaya “tarihi” bir fırsat vereceği açıktır. En üst düzeyde, bu zeminin olduğu propagandası yapılmakta, halkla devletin baş başa yalnız kaldığı algısı yaratılma peşinde, silahlı savaşımın ve devleti yıkmanın imkansızlığı kitlelere pompalanmaktadır. Bu öldürücü bir silahlı savaşım eşliğinde egemenler tarafından sürdürülmektedir. Bir yandan kendisinin ne büyük ve etkili bir savaş makinası olduğunu kitlelere anlatırken diğer yandan silahlı savaşım döneminin kapandığını bunun imkansız olduğunu propaganda etmektedir. Bu koşullarda ya bu zifiri karanlığa karşı ya umut ışığı olacak namlulardan çıkacak ışık süzmesi oluşturmak gerekir ya da çelişkilerin ve öfkenin gerisine düşüp “bekleyerek” sisteme istediği koşullar sunulur. Devrimci savaşım bir süredir bu ikilem içinde bırakılmıştır. Devrimci güçlerin önemli kısmı aldığı konumlanış ile çelişkilerin ve oluşan öfkenin gerisine düşmüş ve “bekleme”, “dondurma” ve “geri çekilmeyi” tercih etmiştir. Bu karşı-devrimci zorun ve savaşın alanını genişletip, ideolojik etkisini güçlendiren bir siyaset olarak tarihe kaydedilmiştir. Sürecin tutunma, ısrar ve halkın umutsuz ve donanımsızlığına karşı umudu diri tutma karakteri gözden kaçırılmıştır. Sınıf mücadelesinin belli eşikleri, tutunma anları, gelişmeleri en doğru temelde karşılamada kararlılık gösterme anları vardır. İçinden geçtiğimiz süreç bu anlardan birisidir. Bu duruma uygun olarak komünistler ve ulusal hareket dışında bir konumlanma söz konusu değildir. Karşı-devrimci şiddetin devasa boyutlarda örgütlendiği, şiddete dayalı mücadele biçimlerinin dışında kalanların güç olma zemininin olabildiğince aşındığı koşullarda devrimci şiddetin görünmez olması, havlu atması kitleler açısından en zayıf ve sorunlu şekilleniş ve tutuma yol açacaktır. İçinden geçtiğimiz koşullarda savaşın boyutu ne düzeyde olursa olsun sürdürülmesi, ayakta tutulması, tutunmasını sağlaması belirleyici ölçektedir. Komünistler bunun bilinciyle şekillenmekte, konumlanmakta ve siyaset üretmektedir.
HALK SAVAŞI TÜM KUŞATMALARI YENECEK YEGANE SAVAŞTIR
“Bu ordu, yılmaz bir ruha sahiptir ve bütün düşmanları alt etmeye ve asla teslim olmamaya kararlıdır. Durumlar ne kadar zor ve çetin olursa olsun bu orduda son er kalırsa bile, o savaşa devam edecektir.” (Mao Zedung, Seçme Eserler, C. III, s. 105)
Devletin geliştirdiği savaşa karşı, mücadelenin yükseltileceği saha ve alanlar kendini çok daha güçlü biçimde göstermektedir. Faşist zorun sökülüp atılması ve geri püskürtülmesi ancak devrimci zorla olacaktır. Savaşın mutlak zaferi ancak, silahlı mücadelenin yürütülmesi, büyütülmesi ve geliştirilmesi ile sağlanacaktır. Halk Savaşı’nda gösterilen ısrar ve kararlılık ona kumanda eden ideolojinin sonucudur ve bu nedenledir ki son savaşçı kalıncaya dek bu savaş sürdürülecektir. Bu kararlılığın son ismi Hasan Ataş (Şerzan) olmuştur. O düşmanın Dersim coğrafyasında yürüttüğü imha operasyonlarına karşı silah elde ölümsüzleşmeyi kucaklama da zerre tereddüt göstermemiştir.
Gerilla mücadelesindeki ısrarın bugün oturduğu tarihsel anlam yürütülen mücadelenin haklılığına ve zaferine mutlak inançla birlikte, direnme ve varlığını koruma mücadelesidir. Bu mücadele hiç de kolay değildir. Her cephede yaşanan kuşatmayı kırmak, savaşın sürekliliğini sağlamak, kitleleri bu savaşın etrafında kenetlemek ve yine ancak bu savaşla zaferin kazanılacağının kitlelerde karşılığını yaratmak…
Bugün geniş kitlelerin sisteme ciddi bir öfkesi, kini vardır. Büyüyen ve tırmanan çelişkiler söz konusudur. Bu gerçeklik ile kitlelerin ve devrimcilerin hareketi arasında ciddi düzeyde bir çelişki ve deyim yerindeyse büyük bir uçurum da vardır. Bu boşluk devrim cephesinde kapatılması gereken bir boşluktur. Mesele sadece bir direniş gösterme meselesi değildir, mesele çelişkilerin keskinliğine uygun sistemden kopuşu örgütleyen bir siyasi çizgidir. Bu siyasi çizginin ete kemiğe bürünmesi ise ancak silahların eleştirel gücünün varlığının gösterilmesi ile olanaklıdır. Hasan Ataş yoldaşın ölümsüzleşmesi umutsuzluğa ve yılgınlığa, devrimcilerin artık gerilla güçlerinin kalmadığı kimsenin tutunamadığı propagandasına karşı atılmış bir tokattır. Bu eksende halkın çelişkilerine tekabül eden savaş stratejisi olan Halk Savaşı’nı bir işaret fişeği gibi gösteren, bunun sürdürüldüğü iradesinin açığa çıkmasını sağlayan, ileri kitlelerin karşı-devrimci zorla kuşatıldığı koşullarda devrimci savaşın ve şiddetin varlığının altını çizen bir tutum büyük bir öneme sahiptir. Bu hem politik açıdan çok önemlidir hem de içinde bulunduğumuz kesitte tarihsel bir anlam taşımaktadır. Dünyada kitlelerin zora karşı zor, karşı-devrimci zora karşı halkın zor aygıtına ihtiyaç duyduğu koşullarda ve bu eğilimin güçlendiği zamanlardan geçiyoruz. Tüm kitlelere karşı-devrimin barut kokusunun duyumsatıldığı koşullarda devrimin barut kokusunu kitlelere anımsatmak politik anlamda su gibi, ekmek gibi büyük bir ihtiyaçtır. Bu savaşımın varlığına dair bugün atılan kurşunun duyulan sesi, yere dökülmüş kan bunun büyütülmesi, donatılması ve geliştirilmesine dair iradenin varlığını gösterir. Belki bugün geniş kitlelerin yüzü buna dönmeyecektir ancak tarihin yüzünü döndüğü bu ihtiyacın politik karşılığının verilmesine tekabül etmektedir. Doğru politika ise çelişkilere karşı doğru durmak, onu örgütlemek ve gelişmenin dinamiğine yaslanmak olacaktır.
Hasan Ataş yoldaş tam da böylesi bir süreçte, ortaya koyduğu duruş ve ölümü kucaklayan iradesi, Halk Savaşı için mesken eylediği dağlarda silah elde düşmana karşı duruşuyla gelişmenin, doğru politik hattın örgütlenmesinin zorunluluğuna yaslanmanın sembolü olmuştur. O tarihsel yükümlülüğünü omuzlayan partisinin iradesinin sembolü olmayı başarmıştır. Onun izlediği yol Halk Savaşı’nın muzaffer olacağına, içinden geçilen koşullarda savaşa tutunmanın zorunluluğuna ve gerekliliğine bir işaret olmuştur. Onun yolunu sebatla ve kararlılıkla izleme, onun boşluğunu misliyle doldurma zamanıdır.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 11 Haziran 2020 tarihli 63. sayısından alınmıştır.