“…yazılarım otuz kırk dilde basılır / Türkiye’mde Türkçemle yasak” diyen Nâzım Hikmet 1902’de Selanik’te doğmuştur. Nâzım’ın edebiyata ve şiire olan ilgisi çok küçük yaşlarda başlamıştır.
Gençlik dönemine ait şiirlerinin muhtevası aşk iken o dönemlerde yaşanan İstanbul işgaliyle birlikte aşk şiirleri yerini yurtsever nitelikte şiirlere bırakmıştır. Bahriye Mektebindeyken mezuniyetine üç ay kala geçirdiği bir hastalık nedeniyle Bahriye’den ayrılarak bir grup arkadaşıyla Anadolu’ya geçmiştir. Ankara Hükümeti’nin görevlendirmesiyle Bolu’da öğretmenlik yapmış, daha sonra ise kısa aralıklarla iki kez Moskova’ya gitmiştir. İlkinde iki yıl kalmıştır. Rusya’da gerçekleştirilen ihtilale tanık olmuştur. Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi KTUV’da ekonomi-politik öğrenimi görmüştür. İkincisi ise “Komünistlik propagandası ve teşkilatlanması yapmak suretiyle hükümet şeklini değiştirmek” suçundan yargılanarak 15 yıl kürek cezasına çarptırıldığı için zorunlu bir göçmenliktir. Bu kez daha önce öğrenci olduğu üniversitede çevirmenlik ve asistanlık yapmıştır. Ceza Yasası’ndaki değişiklik nedeniyle 1928 yılında ülkeye kaçak yollarla girdiği Hopa’da yakalanarak ilk mahpusluk deneyimini yaşamıştır. Kısa bir süre hapishanede kaldıktan sonra serbest bırakılmıştır.
Yaşamının 17 yılını hapishanelerde geçiren Nâzım Hikmet kısa süren bu mahpushane döneminden sonra 1923’ten beri üyesi olduğu TKP’de faaliyet yürütmeye devam etmiştir.
1938 gecesi polislerce gözaltına alınan Nâzım Hikmet Ankara’ya Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi’ne gönderilmiştir. Kesinlikle beraat edeceğini umduğu bu davadan “Askeri kişileri üstlerine karşı isyana teşvik” suçlamasıyla 15 yıl ağır hapse mahkûm edilmiştir. Yine 1938’de, “Askeri isyana teşvik” ten 20 yıl ağır hapse mahkûm olmuştur. İki cezası birleştirilince 35 yıl tutsa da mahkeme bunu çeşitli gerekçelerle 28 yıl 4 aya indirerek karara bağlamıştır. İstanbul, Ankara, Çankırı, Rize ve Bursa gibi birçok ilde hapishanede kalan Nâzım Hikmet’in şiir yazma tutkusu mahpusluk günlerinde de devam etmiştir. Cebinden eksik etmediği not defterine kavga, aşk ve dünya görüşüyle ilgili şiirler yazmayı bırakmamıştır.
“NÂZIM HİKMET VATAN HAİNLİĞİNE DEVAM EDİYOR”
“Soğuk Savaş”ın ilk yıllarında tüm dünyayı kasıp kavuran komünizm dalgası Kore kıyılarına vurmuştur. Kuzey Kore ve Güney Kore arasındaki iç savaş ilk önce ABD ve müttefiklerinin daha sonra da Çin Halk Cumhuriyeti’nin katılmasıyla uluslararası bir boyut kazanmıştır. Bütün bunlar olup biterken 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na girmemesine rağmen, savaştan ağır etkilenen Türkiye müttefik arayışındadır. 1952 yılında Türkiye NATO’ya girmesi karşılığında Kore’ye asker gönderecektir. Nâzım, bunun üzerine “Kore’de yağmur mu yağıyor?/Dinecek./Ya defolup gideceksiniz,/ya denize dökecekler sizi” dizelerinin yer aldığı “Nereye Gidiyorsun Ahmet” isimli şiirini kaleme alarak TC’nin müttefik aramasını eleştirmiştir. Bu şiir üzerine vatan haini ilan edilen Nâzım “Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet/Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.” dizelerinin yer aldığı şiiriyle verilen bu kararın haksızlığını dile getirmiştir.
YAŞAMI VE KAVGASIYLA AHMED ARİF
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının…
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile diş ile
Umut ile sevda ile düş ile
Dayan rüsva etme beni.
Toplumsal Gerçekçi 1940 kuşağının son temsilcisi olan Ahmed Arif 1927’de Amed’de doğmuştur. Doğup büyüdüğü coğrafyanın kültürünü benimseyerek hayatına şekil veren ünlü şair Kürtçe, Zazaca ve Arapça’yı çok iyi bilmekteydi. Ankara Üniversitesi’nde Felsefe bölümündeyken komünizmle tanışmıştır. Burada faaliyet yürütmeye başlayan Ahmed Arif, İtalyan Komünist Önder Palmiro Togliatti’nin katledilişine ithafen bir şiir yazmıştır. Yazdığı şiir polisin eline geçmiştir. Şair yoldaşları Mehmet Kemal ve Enver Gökçe’yle gözaltına alınarak işkenceye maruz kalmışlardır. Sorgulanmalarının ardından tutuklanmışlardır. Hapishane günleri bittikten sonra “gizli örgüt kurma” iddiasıyla tekrar hakkında dava açılmış ve ikinci kez mahpus olmuştur.
Her anlamda keskin ve net olan Ahmed Arif, defalarca işkence görmüş, polis tarafından sürekli takip edilmiş, defalarca faşistlerin hedefi olmuştur. İki kez tutuklanan şair, bu sebeple öğrenimini tamamlayamamıştır. İşkenceler ve baskılar altında dik durmayı başarmıştır. Hapishanede herkesten farklı olarak çeyrek ekmek verilen Ahmed Arif, bu ekmeği bile yiyemeyecek kadar hasta düşmüştür. Sadece su içebilecek durumda olan şaire bu dönemde hiçbir tıbbi yardımda bulunulmadığı gibi işkenceler de son bulmamıştır. Her mahkeme sabahı yaşadığı işkenceyi şu sözlerle anlatmıştır: “Beni her mahkeme sabahı anadan doğma soyar, giysilerimi didik didik ederlerdi.”
Hapishaneden çıkınca Ankara’ya yerleşerek Ankara’daki gazeteler ve dergilerde teknik işlerle uğraşıp yaşamını kazanmaya çalışmıştır. 8 aylık bir sürgün süreci de atlatan Ahmed Arif, tüm kamu haklarından men edilmiştir. Ahmed Arif, yaşamının son günlerinde bulunduğu hastaneden doğduğu topraklara özlemini şöyle dile getirmiştir:
“Ben buralarda, bu hastanelerde, bu topraklarda değil; gene oralarda, Dicle kıyısında bir çadırda ölmek isterim. O kadar güzel ağıt yakar ki o kadınlar… Hiçbir müzik o kadar dokunaklı olamaz…”
Bütün bir ömrünü kavgası ve sevdası için harcayan Ahmed Arif, 2 Haziran 1991’de hayatını kaybetmiştir.
SANATA VE SANATÇIYA YÖNELİK SALDIRILAR
İki usta şairin yaşamlarına ve mücadelelerine baktığımızda üzerinden seneler geçmesine karşın günümüzde halkın sanatına ve sanatçısına yönelik zulüm ve baskının değişmediğini görüyoruz. Yazdıkları yazılar, söyledikleri ezgiler, çizdikleri resimler için hapishanede olan sanatçı sayısı günümüzde de yadsınamayacak bir yerde durmaktadır.
Faşizm, geçen zamana rağmen kendi sanatını ve sanatçısını yaratma kaygısından vazgeçmemiştir. Kendi boyunduruğu altına girmeyi reddedenleri hapishaneye atmakta, açlık grevlerinde ölüme terk etmekte ya da tehditlere maruz bırakmaktadır. Asılan Pir Sultan, derisi yüzülen Seyyid Nesimi, yakılan Hasret Gültekin, zindanlarda direnen Yılmaz Güney, dağ başında katledilen Sabahattin Ali ve daha niceleri faşizmin ve devletin sanatçısı olmayı reddedip halkın sanatçısı olmayı tercih etmişlerdir. Zira halkın hafızasından silinmeyen bu isimler direniş ve mücadele ile geçen ömürler olmuştur. Yaşadığımız coğrafyanın aydınlık yüzü olan, emekten-ezilenden yana tavır geliştiren sanatçıların hafızamızda diri kalmalarının temeli de buna dayanmaktadır. Mücadeleleri, direnişleri bugünün sanat-sanatçı kimliğine yol göstermeye devam etmektedir.
Bir Yeni Demokrasi Okuru
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 28 Mayıs 2020 tarihli 62. sayısından alınmıştır.