*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin Ağustos-Eylül 2019 tarihlerinde yayınlanan 41, 42 ve 43. sayılarından alınmıştır. Üç dizi halinde yayınlanan ve “19 Mayıs’ın 100. Yılı Vesilesiyle Kemalizm ve Felsefi Arka Planı” başlığını taşıyan yazımızı güncelliği dolayısıyla siz okurlarımızla tekrar paylaşıyoruz.
Resmi ideoloji olarak Kemalizm bu topraklarda her daim güncel bir sorun olarak var olacaktır. Ta ki devrimle köküne kibrit suyu dökülene dek. Kemalizmin, devletin kuruluş temeli olması nedeniyle hiçbir ödün verilmeden yeniden ve yeniden üretimi sağlanacaktır. 19 Mayıs Samsun’a “çıkış” efsanesinin (!) yıldönümü vesilesiyle 2019’un “100. yıl” ilan edilmesi bu ideolojik tavrın somut göstergesidir. Bu anlamıyla 19 Mayıs’ta devlet erkânının Samsun’da çektirdiği fotoğraf sembolik olmaktan öte ideolojiktir. Hâkim klikler arası çelişkinin derinliğine, siyaset arenasında birbirlerine sarf ettikleri hakaretlere, burjuva ikiyüzlülüğü olarak kirli çamaşırların ortaya dökülmesine rağmen söz konusu Kemalizm olduğunda her şey bir kenara bırakılmaktadır. Tüm “ayrışmalara” karşın Kemalizm hâkim sınıflar için birleştirici ve bütünleştirici bir unsurdur. 2019 yılı boyunca Kemalizm ırkçı, şoven, milliyetçi düşünce ve sembolleriyle bir devlet politikası olarak yoğun bir şekilde işlenecek, propagandası yapılacaktır. Geniş kesimlerin Kemalizme yedeklenmesinden öte Kemalist ideoloji yeniden üretilecektir.
Bir diğer önemli husus ise tasfiyeci sürecin liberalizme, reformizme ve revizyonizme sürüklendiği bir süreçte, kendini devrimci olarak ifade eden politik öznelerin Kemalizm karşısındaki ideolojik duruşlarıdır. Geçmişten beri Kemalizm ile ideolojik olarak hesaplaşamamanın getirmiş olduğu nokta, Kemalist sembol ve söylemlerle artık açıktan ve doğrudan Kemalizm savunuculuğu yapmaya varıyor. İdeolojik ve politik alanda Kemalist propagandanın yoğunlaştığı, kitlelerin tekçi zihniyetle zehirlendiği bu süreçte Kaypakkaya yoldaşın Kemalizme dair bilimsel tahlilinin öğreticiliğinde tekrardan Kemalizm değerlendirmesi yapmak, Kemalizme karşı (devrimci saflardaki görünümü de dâhil) ideolojik mücadele için hem gerekli hem de önemli bir araç olacaktır.
DÜŞÜNSEL OLUŞUMUN KISA TARİHÇESİ
“Modernleşme”, “Batılılaşma” gibi kavramlar üzerinden ilerlediğimizde Kemalizmin düşünsel yapısı ve oluşumunun Avrupa merkezli olduğu görülecektir. Osmanlı sadece ekonomik ve teknik gelişmelere değil Avrupa’daki düşünsel akımlara da yüzünü geç dönen bir devlet oldu. Üç kıtada toprak sahibi olmanın bir anlam ifade etmediğini Osmanlı yarı-sömürgeleşerek öğrenmiştir. Duraklamanın gerilemeye evrilip toprak kayıplarının başladığı noktada Osmanlı “Batı gibi olma” adına yüzünü Avrupa’ya döndü. Bu dönüşün ana eksenini savaşlarda alınan yenilgi nedeniyle askeri alan oluşturuyordu. Orduda “modernleşmeyle” başlayan süreç siyasi, ideolojik ve felsefi alanda da gerçekleşmesini geciktirmedi.
Osmanlı dağılma ve çöküşe doğru gidişe çareler aradığı bir sürecin içinde fikri tartışmalardan biri ulus-devletleşme ve bunun Türk ulusuna dayalı olması konusuydu. Tanzimat (1839) döneminde tartışılan bu düşünce imparatorluğun dağılmasını hızlandıracağı nedeniyle uzun ömürlü olmadı. Kaldı ki dönemin devlet erkânı ulus bilinci ve ulusal kimlik oluşturmaktan ziyade devletin devamlılığını ve toprak bütünlüğünü korumayı esas alıyordu.
1860’lı yıllarda Osmanlı aydınları içinde “Yeni Osmanlı” fikrini ileri sürenler oldu. Avrupa’daki ulus-devlet kapsamında düşünsel gelişimin bir tezahürü olarak Osmanlı’nın çeşitli etnik yapısına uygun olarak Osmanlıcılık savunuluyordu. Bu düşünce ile farklı etnik ve dini gruplar tek çatı altında birleştirilmiş oluyordu. Böylece ulusal isyanların ve ayrılmaların önüne geçilmiş olacaktı. Ulusal aidiyet Osmanlıcılık olarak ortaya konuyordu. Fakat bu düşünce iktisadi ve politik gelişimin gerisinde kalarak sürece yanıt olmadı.
II. Abdülhamit iktidara geldiğinde panislamizm düşüncesi hâkim hale geldi. Panislamizm ulusal kimliğe karşı dini kimliği ön plana çıkarıyordu. 1870’lerde Osmanlı’nın elinde kalan topraklardaki nüfusun çoğunluğunu Müslümanlar oluşturuyordu. Ulusalcı politika imparatorluğun elinde kalan toprakların da parçalanması olarak görülüyordu. Panislamizm ile en azından Müslüman tebaa ile bütünlük korunmuş olacaktı. Bu düşünce esasta Cemalettin Afgani’ye dayanıyordu. Afgani, İslam dünyasının “Batılı devletler” tarafından sömürüldüğünü, bu sömürüye karşı İslam ülkelerinin merkezi bir güç tarafından toplanması gerektiğini savunuyordu. Bu düşünce genel hatlarıyla Osmanlı’nın içinde bulunduğu durumdan çıkış için uygun görülüyordu. Kapitalizmin, emperyalist aşamaya evrilip dünyaya egemen olduğu bir dönemde panislamizm düşüncesi de iktisadi ve politik gelişmenin gerisinde kalarak Osmanlı’yı dağılmaktan kurtaramadı.
Türkçülük esasına dayalı ulus-devlet anlayışı panislamizmin gölgesinde Osmanlı aydınları, Avrupa’da eğitim görenler ve askeri okuldaki öğrenciler (bu okullar Avrupa’ya yakın okullardır) arasında hızla gelişti. Türkçülük ilk olarak Rusya’da ortaya çıktı. Rusya’da kapitalizmin gelişmesine paralel panslavizm politikasıyla ulus-devletleşmeye yöneldi. Ulusal azınlıklara baskı uygulanmaya başlandı. Buna tepki olarak Orta Asya ve Kafkasya’da Türkçülük düşüncesi yaygınlaştı. Akımın öncülerinin Rus baskısından kaçarak Osmanlı’ya sığınmasıyla Türkçülük fikri Rusya’dan Osmanlı’ya taşınmış oldu. Düşünsel anlamda hem batıdan hem de doğudan ulus, ulus-devletleşme, ulusal bilinç Osmanlı’da eş zamanlı olarak gelişiyordu.
1889’da Türkçülüğü esas alarak İmparatorluktan ulus devlet yaratmayı hedefleyen, ulusal uyanışı amaçlayan, bu doğrultuda örgütlenen İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) kuruldu. Türkçülüğün esasları düşünsel olarak ideolojik ve teorik temelleri İTC teorisyenleri tarafından oluşturuldu. Fransız İhtilali ve bu dönemdeki düşünsel akımlar İTC kadroları için Osmanlı Devleti’ni içinde bulunduğu durumdan kurtaracak ideolojik-politik düşünsel arayışla örtüşüyordu. Zira Fransız İhtilali ve bu dönemdeki düşünsel akımlar, toplumsal sistem olarak hâkim hale gelen kapitalizmin ihtiyaç duyduğu toplumsal düzenin ideolojik, politik ve felsefi temellerini oluşturuyordu. İTC’yi etkileyen şey, tahayyülünü kurdukları ulus-devlet ile bu düşünsel akımların uygun düşmesiydi.
Kemalizm, Ahmet Rıza, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp gibi İTC teorisyenlerinin teorik ve felsefi temellerini oluşturdukları ulus-devlet anlayışlarının üzerinde yükselmiş, onu rehber olarak resmi ideoloji haline getirmiştir. Bu anlamıyla Kemalizm felsefi temelleri açısından da İTC’nin devamcısıdır.
Bu kısa tarihsel gelişimden sonra Türkiye’de yaşayan çeşitli milliyetlerden işçi sınıfı ve emekçi halkımızın yaklaşık yüz yıldır doğrudan yaşamını etkileyen, düşüncelerini zehirleyen Kemalizmin felsefi temellerini daha ayrıntılı incelemek süreç açısından da daha bir önem arz etmektedir.
KEMALİZMİN FELSEFİ TEMELLERİ
A) AYDINLANMACI KEMALİZM
Kemalizmin “ilericiliği”, “devrimciliği” Osmanlı “gericiliği” üzerinden yükseltiliyor. Bu “gericilik” karşısında M. Kemal’in icracısı olduğu uygulamaların her biri “devrim” olarak adlandırılıyor. Kemalizme atfedilen bu sıfatların dayandığı felsefi temel aydınlanmacılıktır. Bir diğer vurguyla iddia sahiplerine göre Kemalizm Osmanlı “gericiliği” karşısında aydınlanmacıdır.
Aydınlanmacılık 18. yüzyıl felsefesi olarak tanımlanır. İnsanın aklını kendisinin kullanmasını esas alır. Toplumun, insan aklı ve doğasıyla düzenlenebileceğini savunur. Orta Çağ döneminde felsefe tamamıyla kilisenin, dinin elindeydi. Bilim dallarıyla birlikte felsefe de dinin hizmetindeydi. Bilim insanları değil din adamları yetiştirmek esas alınıyordu. İnsan kendisinin değil kendisi dışında ve ondan üstün olan bir düzenin aracıydı ve ona hizmet etmekle yükümlüydü. Aydınlanma, insanın kendisine dönüşü olarak kendi aklını kullanması ve akıl yoluyla her şeyin üstesinden gelmesidir. Dinin insan ve akıl üzerindeki etki ve baskısını kırarak inanmaya değil bilmeye doğru bir yönelim sağlar. Aklı bilginin tek ölçütü olarak görür. Gerçeğe, insan gerçeğine akılla yönelme, bütün konu ve sorunları akılla aydınlatma temel yönelimidir.
İmmanuel Kant “Aydınlanma Nedir?” adlı yapıtında aydınlanmayı şöyle tanımlar; “İnsanın kendi suçuyla düşmüş olduğu bir ergin olmayış durumundan kurtulup aklını kendisinin kullanmaya başlamasıdır.” Bu tanımlamadan da görüleceği üzere toplumsal düşünceye hükmeden kilise, din, inanç ve iman karşısında insan aklı üstün tutulmaktadır.
Aydınlanma, dönem itibariyle kapitalizmin, feodal düzenin kurucu değer ve temellerini ortadan kaldırıp kendi kurucu değer ve temellerini oluşturmasının felsefesidir. Feodalizmin üst yapı kurumlarının, esas olarak da kilisenin reddedilmesi, kapitalist düzene uygun üst yapı kurumlarının düşünsel temellerinin atılmasıdır. İnsana “aklını kullanması” öğüdü ile kilise ve din etkisinden kurtulmuş kapitalizmin ihtiyaç duyduğu “özgür insan” yaratılmaktadır. Devletin ve hukukun tesisinde dinin değil insan aklının esas alınması gerektiği vurgulanmaktadır.
Aydınlanma, Orta Çağ “karanlığı” ve “gericiliğine” karşı “ileri” bir toplumsal düzen olarak kapitalizmdir. Üretici güçlerdeki gelişime paralel, artık eskiyi temsil eden feodalizmin toplumsal yaşam ve düşünce olarak da eskiyen düzenine karşı “ileriyi” temsil eden kapitalizmin, kuracağı yeni düzenin düşünsel alandaki yansımasıdır.
Kemalizmin “İstiklal Harbi” hamaseti dışında esas mücadelesinin Osmanlı “gericiliğine” karşı verildiği iddia edilir. Osmanlı’nın ümmetçiliği ve saltanatçılığının Türk ırkını “geri” bırakan temel unsur olduğu teorisi üzerinden Kemalizm aydınlanmacı olarak tanımlanır. Cumhuriyetin ilanı, lâikliğin benimsenmesi, tekke ve zaviyelerin kapatılması, saltanat ve hilafetin kaldırılması, harf ve şapka “devrimleri” Kemalist aydınlanmacılığın somuta uygulanış biçimleridir. Osmanlı’nın toplumsal yaşam ve düzeninin kılık kıyafetten eğitime, topyekûn yeniden düzenlenmesi söz konusudur. Osmanlı Orta Çağ “karanlığı” ile bir tutularak reddedilmektedir. M. Kemal bizzat Nutuk’ta yeni kurulan Cumhuriyeti Osmanlı’nın devamcısı olarak görmez, Kemalizmin saltanat, hilafet, harf ve kılık kıyafete yönelmesi ulus-devletleşme önündeki Osmanlı kalıntılarını temizlemek amacını taşıyordu. Osmanlı’nın idari, hukuk, eğitim, sosyal yaşam olarak ortaya koyduğu düzen, başka bir deyişle feodal yapı, kompradorlaşan ve iktidar olmak isteyen Türk burjuvazisi için eskiyi yani “gericiliği” temsil ediyordu. Dolayısıyla toplumu “muasır medeniyete” ulaştıracak bir misyonu kalmamıştı. Bunun karşısına “ileriyi” temsil olarak çıkan Kemalist ideoloji, insana aklını kullanmasını öğreten ve toplumsal yapıyı da buna göre düzenleyen bir ideoloji olarak aydınlanmacılıktan beslenir. M. Kemal şahsında Kemalizm için vurgulanan “bilimsel”, “çağdaş”, “lâik”, “akli hür, vicdani hür” gibi nitelemeler aydınlanma felsefesinin doğrudan yansımalarıdır. Aydınlanma çağında kilisenin hakimiyetine son verilmesinde olduğu gibi Kemalizm de Osmanlı ümmetçiliğine son vermiştir. Tekke ve zaviyeler, hilafet, Osmanlı’da İslama dayalı uygulamalar Türk ırkını gerileten, aklını kullanmasını engelleyen unsurlar olarak görülmektedir. Ulusal bilincin gelişmesi, ulus-devletin kurulması bu “gericiliğin” ortadan kaldırılmasıyla mümkün olduğu düşünülmektedir. Dolayısıyla toplumun “akıl sahibi” olan ve “aklını kullananlarca” “ilerletilmesi”, “aydınlatılması” gerekmektedir. Lâiklik, Kemalist aydınlanmacılığın en temel öğesidir. Bugün bile “dinci gericilik” olarak tanımlanan AKP/RTE cenahının karşısına “lâik eğitim”, “ilericilik” olarak konulmaktadır. Kemalizm, lâikliği dini kontrol altına alma aracı olarak kullanmıştır. Esas amaç dinin, ulus-devletleşme ve toplumsal yaşamın yeniden düzenlenmesinde bir engel teşkil etmesinin önüne geçmektir.
Osmanlı’da din önemli bir yere ve güce sahipti. Din adamlarının (İslam’da kadınlara yer verilmediği için de) idari yapı, hukuk ve sosyal-kültürel alanda etki gücü yüksekti. Eğitim, medreseler üzerinden önemli ölçüde dinin elindeydi. Kemalist laiklik bu “gericiliğe” karşı insanın aklını kullanmasını sağlayan “ilericiliğin”, “bilimsellik” ve “çağdaşlığın” yani aydınlanmanın temsilidir. M. Kemal’in söylev ve demeçlerinde sıkça vurguladığı “bilim”, bugünün Kemalistlerinin dilinden düşürmediği “lâik eğitim”, ortak noktası “dinci geriliğe” karşı aydınlanmacılığın savunusudur. Bu yaklaşım her ne kadar din karşıtı olarak görülse ve gösterilse de Kemalizm ve lâiklik “ilkesi” din karşıtı değildir. Ve hatta din, lâiklik sınırları içinde toplumu yeniden düzenlemenin aracı olarak dahi kullanılmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığının Sünni/Hanefi mezhebinin Maturudi yorumuyla kurulmasını bizzat M. Kemal istemiştir. Feodalizm karşısında, kapitalizmin toplumsal düzen olarak hâkim hale gelişinde aydınlanmacı felsefenin oynadığı rolü, Osmanlının feodal yapısından bir ulus-devlet yaratmada da Kemalist aydınlanmacılık oynamıştır. Başka bir deyişle imparatorluktan ulus-devlete Kemalizm aydınlanma felsefesini esas almıştır.
Aydınlanmacı yaklaşım, “gerici” kavramı ve bu kavrama yüklediği anlam ile “gericiliğin” sınıfsal özünü gizlemiştir. Aydınlanma çağında olduğu gibi Kemalist aydınlanmacılıkta da “gerici” olarak nitelenen din olgusudur. Dinin etki gücünden dolayı “gerici” olarak nitelenen feodalizme karşı, dinin etki gücünü kırarak “ilerici” ilan edilen kapitalizmde değişmeyen olgu, işçi ve köylüler üzerindeki sömürüdür. İmparatorluktan ulus-devlete değişmeyen tek şey yoğun emek sömürüsü olmuştur. Gericilik; inanç, iman veya dini bir konu değil sınıfsal bir konudur. Feodalizm ne kadar gericiyse kapitalizm de o kadar gericidir. Dolayısıyla aydınlanma, egemen sınıfların kendi iktidarı için, iktisadi ve politik gelişmelere paralel toplumu yeniden şekillendirmenin ideolojik ve teorik yeniden şekillendirilmesidir.
B) TÜRK POZİTİVİZMİ VE KEMALİZM
Aydınlanmacı Kemalizm toplumsal yapıyı ulus-devlet anlayışına göre düzenlemeyi esas hedef olarak alıyordu. Osmanlı’yı devam ettirme düşüncesi gündem değildi. Dağılan Osmanlı’dan bir Türk devleti kurma düşüncesinin, dönemin kadrolarınca benimsenen felsefi temeli pozitivizmdir. Pozitivizmin tarih, ulus, ulus-devlet anlayışı yaklaşımı Kemalist teorisyenlerin kendilerini ifade edebildikleri felsefi bir akımdı.
Pozitivizm, 19. yüzyılı etkileyen düşünce akımlarındandır. Bilim dünyasındaki gelişmelere paralel, bilimin toplumsal yapıyı düzenlemeye hizmet etmesini esas almaktadır. Bu anlamıyla bilim felsefesi olarak ortaya çıkmıştır. Genel tanım olarak pozitivizm; insan için yararlı, olumlu ve yapıcı olan olguları -gerçekleşmiş olanı- sadece gözlemleyerek betimleyen öğretidir. Gerçek olanla ve gerçeği araştıran bilim dallarıyla -pozitif bilimler- ilgilenen bu eksen düşünce yapısını tamamıyla olgular üzerine kuran bir felsefedir. Deneyi esas alır ve deneyi aşan felsefe akımları –materyalizm ve metafiziği- felsefe dışı görür. Ne maddeyi ne de ruhu açıklamakla ilgilenir. Bu anlamıyla da özünde bilinmezcidir. Toplumsal sorunların pozitif bilimler yardımıyla önceden belirlenebileceğini, kaotik bir durum oluşmadan toplumun yönlendirilebileceğini savunur. Doğa bilimlerindeki yasallığı toplum bilimlerine de olduğu gibi taşır. Dolayısıyla pozitivizmin esas alanı tarih ve toplumdur.
Pozitivizm, olguları doğrulamayı, tarihsel gerçekleri üst üste sıralamayı esas alır. Tarihsel açıklamaları benimser. Tarihi siyasi tarihle özdeşleşir. Temel hedefi toplumdur ve gerçek toplum da ulustur. Ulusal eğitimde tarihe önemli bir yer verirken, tarihin bir vatandaşlık bilgisi şeklinde öğretilmesini savunur. Zira tarih topluma ait olan düşüncelerin, ideallerin, kültürlerin aktarımıdır. Bu yaklaşımla pozitivizm ulusçuluğun ilke ve kurallarıyla bütünleştirilmektedir. Pozitivizm olgucudur, olguları alt alta dizerek sonuçlara ulaşır. Olguların iç ve dış çelişkilerini, birbiri arasındaki ilişkileri, nedenleri sorgulayıp incelemez. Olduğu gibi alıp, olgular üzerinden gerçeğin bilgisine ulaşmaya çalışır.
Pozitivist felsefe 19. yüzyılın bilimsel gelişmelerinden, Fransız İhtilali sonrası politik kargaşa döneminden ve bu dönemdeki burjuva devrimlerinden etkilenerek Auguste Comte tarafından oluşturulan bir felsefedir. Comte’un düşüncesinin temeli düzene dayanmaktadır. Toplumsal sorunların bilimsel verilerle kargaşa yaşanmadan çözümüne odaklanıyordu. Comte ilerlemeci bir anlayışla toplumsal gelişmenin “üç hal yasası” dediği teoloji, metafizik ve pozitivizm olduğunu belirtir. İnsanlığın er ya da geç pozitivist aşamaya ulaşacağını savunur. Toplum incelemesini iki başlık altında toplar. Toplumsal yaşamın düzen ve istikrardan oluşan alanına “sosyal statik”, kurumsal gelişmeye dayalı olarak toplumsal değişim alanına da “sosyal dinamik” adını verir.
Pozitivist akımın Türkiye’deki öncülleri İTC (İttihat ve Terakki Cemiyeti) teorisyenleridir. Avrupa’da sürgün hayatı yaşayan İTC önderlerinden Ahmet Rıza, Fransız pozitivizminden etkilenmiştir. Osmanlı’nın toplumsal yapısının değişiminde temel öğreti olarak benimsemiştir. A. Rıza Fransız pozitivizminin merkeziyetçi yönünü esas alırken, İngiliz pozitivizminden etkilenen Prens Sebahattin ademimerkeziyetçiliği esas almıştır. Teorisyenlerdeki bu ayrım İTC’nin 1902’deki kongresine yansımış, silahlı kanadın İTC’ye hakim olmasıyla A. Rıza’nın pozitivizmi baskın hale gelmiştir. Ve kongre E. Durkheim’ın pozitivist düşüncelerini benimseyen Gökalp, ulusal amaç için tüm pozitivist bilimleri ve bu bilimler yardımıyla ulusal ilerlemenin hızlı olacağını savunur. Turancılığın “geçmişin bir gerçeği, günün eğiticisi, geleceğin yaratıcısı” olduğunu vurguluyordu.
Kemalizmin pozitivizme yaklaşımının temeli, Gökalp’te olduğu gibi, pozitivizmi toplumsal yaşamı düzenleme siyaseti olarak görmesidir. Daha özgün bir deyişle Kemalizmin toplumsal mühendisliğinin düşünsel temelidir. Pozitivizm bilgiyi siyasetin temeli olarak kullanırken, bilime dayalı bir politika öğretisi oluşturmaktadır. Toplumun pozitif bilimin ilkeleriyle yönetilerek, pozitif toplumu öngörmektedir. Böylece toplumu akılcı ilkelere göre düzenleme, yönetme ve denetleme olanağı yaratılmış olmaktadır. Bu düşüncenin Türk pozitivistlerindeki yansıması toplumun seçkin bir kesim tarafından düzenlenmesi şeklinde olmuştur. Bunu takiben pozitivist siyaset yukarıdan aşağıya, dayatmacı, faşizan, diktatörlük biçimiyle uygulanmıştır. Bu yaklaşımda öncelik devlete ve devletin güçlendirilmesine verilmiştir. Parlamenter sistem dahi demokrasinin tecellisi için değil devletin güçlendirilmesi için tercih edilmiştir. Bir diğer okumayla toplumsal yapının düzenlenmesinde önce devlet merkezileştirilmiş, sonra ulusal amaç doğrultusunda topluma yönelinmiştir. Nitekim Samsun’a “çıkış”tan sonra Amasya Tamimi, Sivas ve Erzurum Kongreleri, 1920 Meclisin açılması birer merkezileşme adımlarıdır. Ondan sonra toplumun Ankara Hükümeti etrafında toplanması milliyetçi propagandayla sağlanmaya çalışılmıştır. Komprador burjuvazi ve toprak ağalarının güçsüzlüğü kaynaklı önce siyasi iktidarı almanın zorunluluğu bu teorinin maddi zeminidir.
Kemalist “devrimler” ve temel ilkeler içerik olarak incelendiğinde Osmanlı’dan devralınan toplumsal yapının ulus-devlet ekseninde topyekün bir düzenlemeye tabi tutulduğu görülecektir. Askeri-bürokrat seçkin kesimin 1919’dan başlayarak toplum mühendisliği politikalarını hızlandırmıştır. İlk dört yıl savaşın gölgesinde cereyan ederken asıl uygulamalar Cumhuriyet’in ilanıyla başlamıştır. Başka bir deyişle fikriyatta var olan bizzat sahada tatbik edilmiştir. Harf “devrimi”yle Latin alfabesine geçilerek toplumsal hafıza silinmiştir. Arapça ve Osmanlıca kaldırılmış Türkçe hâkim hale getirilmiştir. Bu yediden yetmişe toplumun ulusal amaçlı dil üzerinden yeniden şekillendirilmesidir. Şapka “devrimi”yle Osmanlı geleneğinin-kültürünün izlerini silip “Batılılaşma”nın ötesinde doğrudan toplumsal yaşama, sosyo-kültüre yapılan bir müdahaledir. Toplumun konuşmasından giyimine, okumasından yazmasına, aile yaşamından sosyal hayatına, her şeyinin ulus-devlete göre yeniden düzenlenmesidir. Ulus yaratma, ulusal bilinç oluşturma adına yapılan doğrudan toplum mühendisliğidir. Toplumsal mühendislikten kasıt, Kemalizmin hakim sınıfların çıkarları doğrultusunda ırkçı, şoven ve milliyetçi düşüncelerle toplumu hizaya sokma çabasıdır. Bu mühendisliği Atatürkçü “ilkeler” olarak altı okta da görmek mümkün. Halkçılık; halkın devlete karşı ödevinin ne olduğunu anlatan “ilke”dir. Laiklik; toplumun nasıl eğitilip biçim verileceğine yönelik bir “ilke”dir. Ulusçuluk; ulusal bilinç, aidiyet ve kimliğin önce çıkarıldığı bir “ilke”dir. Cumhuriyetçilik; riayet edilmesi gereken-istenen toplumsal düzenin açıklandığı “ilke”dir. Devletçilik; ulusun etrafında toplandığı ve bu düzenin koruyucu gücünün ne olduğunu belirten “ilke”dir. İnkılapçılık; sistemin her alandaki gelişmelere paralel sürekli yenilenmesi gerektiğini belirten “ilke”dir. Toplumun hizaya sokulması bunlarla sınırlı değildir. Comte’un tarihin başlangıcını Avrupa olarak görmesi gibi, Kemalizm de Türk Tarih Teziyle tarihin başlangıcını Türkler olarak görmekte, Güneş Dil Teorisi ile de dünyayı Türklerden ibaret saymaktadır. Tarih ve dil ulus amaçlı bir toplumsal hafıza oluşturmanın aracı haline getirilmiştir.
Kemalizm ırk, dil, kültür ve tarihe önem verir. Ulusal amaç için pozitif bilimlerden yararlanır. Tarihi ulusal kimlik yaratmada ve ulusu yurttaşlık bilgisiyle eğitmede araç olarak kullanır. Ulus, devleti ve vatanı var olmanın koşulu olarak görür. Olguları ardı ardına sıralayarak tarihsel bir geçmiş yaratır. Toplumu yaratılan bu ulusal tarihe göre biçimlendirir.
Pozitivizm, siyasi iktidarlara topluma sürekli düzen verilmesine düşünsel temel sağlar. Böylece çatışmaların, kargaşaların önlenmesini öngörür. Dolayısıyla sınıf mücadelesini reddeder. Burjuvaziye, proletaryanın ve ezilen kesimlerin haklı ve meşru olan isyanını bastırmanın felsefi dayanağını sağlar. Toplumsal altüst oluşlardan ziyade bu devrimleri önlemenin olanaklarını açığa çıkarır ve “düzen” teorisini önerir. Avrupa’da aynı dönem sürgünde olan Rus ve Çin aydınlarının Marksizmden etkilenmelerine karşın Osmanlı aydınlarının burjuva ideolojisi olan pozitivizmden etkilenmelerinin temel nedeni de bu “düzen” teorisidir.
C) ALMAN TARİHÇİLİĞİ VE KEMALİZM İLİŞKİSİ
Kemalizm ulus merkezli bir düşünüş yapısına sahiptir. Dağılan Osmanlı’dan ulus-devlet yaratma serüveninin son halkasıdır. Bu tarihsel koşullarının bir sonucudur, M. Kemal’in “üstün(!)” yetenekli oluşunun değil. Kemalizmin ulus-devlet anlayışından derinden etkilendiği ve referans aldığı felsefi akım Alman idealizmi olmuştur.
Alman idealizmi 19. yüzyılın başat felsefi akımıydı. Kant felsefesinin, Fichte, Schelling ve Hegel tarafından yorumlanmasına dayanıyordu. Aynı dönem Almanya’nın uluslaşma sürecine girmesi ve ulus-devletleşmenin tamamlandığı dönemdi. Kant’la başlayan Alman aydınlanmasının da parçası olduğu “Aydınlanma Çağı”nda tarih, didaktik, ilerlemeci ve insanı yüceltecek bilgi kültürel ve siyasi olaylara bağlı özgün mantığı olan bir alan olarak ele alınıyordu. Alman idealizminin üzerinde yükseldiği maddi koşullar (ekonomik, siyasi, kültürel ortam) aydınlanma tarihçiliğinin bir adım ötesini gerektiriyordu. Almanya’nın Prusya ile birleşerek ulus-devletleşmesi ve buna paralel Alman halkının şekillendirilmesi için tarih alanında da yeni bir bakış gerektiriyordu. Aydınlanma aklının insana biçtiği misyon yeni sürece uymuyordu. 18. yüzyıl ulusal tarihçiliği verilerin toplanması, düzenlenmesi ve gerçeğin açıklanmasıyla sınırlıydı. Alman idealizmiyle bu sınır aşıldı. Tarihe bakış ve ele alış baştan aşağıya değiştirildi. Tarih; dil, etnik köken, gelenekler, kültür, sosyal yaşam gibi temel olgular üzerinden ulusal kimlik yaratma, güçlendirme ve toplumu düzenleme aracına dönüştü. Aydınlanma felsefesindeki insana “kurtuluşu ve özgürlüğü” sağlayan akıl Alman idealizminde ulus-devlete dönüştü. Herder “tarihe şekil veren asıl şeyin onun genelliği değil bireyselliğidir” derken her ulusun özgün değerleriyle bireysel bütün olduğunu vurgulamaktadır. Bu vurgu Alman tarihçiliğinin de temelini oluşturur. Alman tarihçiliği insanın varoluşunu ulusallığa bağlar. İnsanı insan yapanın “vatandaş olma” olduğunu belirtir. Devlet halkı (özelde Alman halkını) korumakla yükümlü ve denetlenmez bir güç olarak görülür. Ulus ve devlet yüceltilerek ulus-devlet-iktidar özdeşliği yaratılmaktadır. Bu felsefi bakış temelinde Alman tarihçileri Alman ulusal özgünlüklerini ön plana çıkarıyor, destanlar ve mitler yaratabilmek için kendi tarihlerini çok gerilere götürüyorlardı. Arkeoloji ve antropoloji alanında yapılan çalışmalarla “bilimsel” bir nitelik kazandırılıyordu.
İmparatorluktan ulus-devlete dönüşte Almanya için ihtiyaç olan ulus-devlet anlayışı Alman idealizminin esas konuları arasında hatta başında yer alıyordu. Ulus, Alman toplumunun tüm özelliklerini içinde barındıran ve tek merkezde toplayan bir kavramdı. Ulus olmadan birliğin, bir arada yaşamanın, ekonomik ve siyasi olarak güçlenmenin gerçekleşmesi de mümkün değildi. Dolayısıyla Alman toplumu ulus-devlet merkezli düşünce etrafında yeniden örgütlenmeli ve düzenlenmeliydi. Bu düzenlenmeyi yapacak olan asıl unsur kuşkusuz ki devlettir. Devlet ulusun koruyucusu olarak merkezi bir otoriteye sahipti. Hegel bu düşünceyi bir adım daha ileriye taşıyarak devletin bu dünyadaki aklın tek temsilcisi olduğunu belirtir. Böylece Alman idealizmi aydınlanmanın akla yüklediği misyondan ayrılır. Aydınlanma felsefesinde aklın temsili insanken, Alman idealizminde devlet olur. Bu devleti yüceltmenin dışında ulus devlete tarihsel amaç payesi biçilmektedir. Bu tarihsel amacın gerçekleşmesiyle (ulus-devletin kurulmasıyla) tarihin sonunun geldiği de savunulmaktadır.
Kemalizmi ulus-devletleşme sürecinde en çok etkileyen akımın Alman tarihsel idealizmi (veya Alman tarihçiliği) olması şaşırtıcı değildir. Almanya gibi ulus-devletleşme sürecine geç başlayan Türkiye de, imparatorluktan ulus-devlete dönüşte toplumsal yapıyı ulus-devlet anlayışına göre düzenleme gerçeği ile karşı karşıyaydı. Osmanlı’dan devralınan ümmetçi kimliğin yıkılıp ulusal kimliğin yaratılması söz konusuydu. Bu anlamıyla kendisinden önce ulus-devletleşmiş olan Avrupa (özellikle imparatorluktan dönüşen Almanya) ulus-devletleşmenin felsefi temelleri açısından da Kemalizm için örnek teşkil ediyordu. Alman tarihçiliğinin ulus ve devleti yüceltmesi, ulusu insanın varoluşuyla özdeşleştirmesi destanlar ve mitler yaratmaya sunduğu olanak, ulusun değer yargılarını ön plana çıkarması, devleti merkezi otorite olarak görmesi Kemalizmin ırkçı, şoven, milliyetçi özüne uygun felsefi temel oluşturuyordu. Öyle ki “tek millet, tek devlet, tek vatan, tek bayrak” kelimesi kelimesine Alman tarihçiliğinden kopyalanmış, tekçi zihniyetin temel sembol ve sloganı haline getirilmiştir.
Osmanlı’dan TC’ye Kemalizmin birincil hedefi ulus-devlettir. Ulus, Türklerin, var olmasının, bir arada yaşamasının, güçlenmesinin tek koşuludur. Devlet var olmayı güvence altına alan yegane güçtür. Birinci vazife “Türk istikbalini düşmanlardan korumak”tır(!)
Osmanlı’da çeşitli etnik gruplar olmasına karşın baskın kimlik Osmanlıcılık ve ümmetçilikti. Böyle bir yapıda ulus devlet inşa etmek ulusal bilincin aşağıdan yukarıya değil de yukarıdan aşağıya oluşturulmasını zorunlu kılıyordu. Nitekim Türkçülüğün tarihsel gelişimi ve ulus devletin kuruluşu askeri-bürokrat elit bir zümrenin tepeden dayatmacı politikalarıyla gerçekleştirilmiştir.
19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başlarında Osmanlı topraklarında yaşayan Türklerde ulusal bilincin gelişimi yok denecek düzeydeydi. Ulusal bilinç devlet yönetimindeki bürokrat kesimde, Osmanlı aydınları içinde özellikle Avrupa topraklarındaki okullarda eğitim gören öğrenciler içinde gelişmişti. Osmanlı’daki ulusal bağımsızlık isyanları bu gelişimde önemli bir paya sahiptir.
Avrupa’da kapitalizmin gelişmesine paralel ulus bilinci ve ulus devletleşme gelişmiş, bu gelişme Osmanlı topraklarında da görülmeye başlamıştı. Ulus devletleşme, imparatorlukların tarihsel misyonunu bitiren bir olguydu. Osmanlı da bundan payına düşeni alıyordu. Ulus devletleşme Avrupa’daki imparatorluklarda (Almanya, Rusya, Avusturya) olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğun’da da farklı etnik grupları soykırım, katliam, tehcir, inkar ve asimilasyon politikalarıyla tarihten silerek veya zayıflatarak gerçekleşmiştir.
Kemalizm ulus devletleşme için İttihat Terakki Cemiyeti’nin yarattığı zemin üzerinden ulus devlet inşasını devraldı. Bu inşa sürecinin ilk on yılında iç savaş ve muhalif güçlerin bastırılması ağırlıklı olurken ikinci on yıl ulus devletin ideolojik temellerinin oluşturulmasına yoğunlaşılmıştır.
Her iki dönemde de Kemalizmin esas yoğunlaştığı olgu ulusal bilinci oluşturmak ve bir ulus yaratmak olmuştur. İlk on yılın ulusal bilinç oluşturma politikasına savaş damgasını vurmuştur. “Kurtuluş Savaşı” denilen süreç ulusun varlık, yokluk savaşı olarak propaganda edilmiştir. “İstiklal Mücadelesi”ne yapılan vurgu ulusal bilincin oluşturulmasıyla ilintilidir. Ulus merkeze alınmış “vatan”, “vatandaşlık” üzerinden ulusun insan olmakla eş değer olduğu işlenmiştir.
Cumhuriyetin ilanıyla birlikte toplumsal yaşamın her alanında; tarih, dil, etnik, kültür, giyim-kuşam, gelenekler gibi ulusal değer görülen özelliklere müdahale edilmiştir. “Devrim” olarak nitelenen bu müdahaleler ulus yaratmanın ve onu yüceltmenin müdahaleleridir. M. Kemal’in bu süreçteki söylev ve demeçleri ulusal değerlere, Türk milletinin yüceliğine yapılan vurgularla doludur. Ulus devletleşmenin “tarihsel dönemeçleri”, “milli bayram” ilan edilerek ulusal aidiyet ve ruhi şekilleniş yaratılmak istenmektedir.
İkinci on yıl, yani 1930’lar Kemalizmin ulus devletin tarihsel temellerini oluşturduğu dönem olmuştur. Bu kapsamda esas çalışma alanı tarih ve dil üzerinedir. Alman tarihçiliğinde olduğu gibi ulusun tarihi en eskiye götürülmeye çalışılmıştır. Bu amaç doğrultusunda dönemin “bilim” insanları, “aydınlar” ve Kemalist kadrolardan oluşan iki tarih kongresi yapılmıştır. Bu kongrelerde Türklerin en eski halk olduğu “kanıtlanmıştır” (!) Türk Tarih Tezi adı verilen bu “kanıtla” ulusal bilinçte önemli payı olan tarihsellik sağlanmaya çalışılmıştır. Güneş Dil Teorisi kapsamında yapılan çalışmalarla, etnik köken, anadil, kültürel yapı gibi ulusu ulus yapan temel öğeler sözde “bilimsel” temele oturtulmuştur. Her iki tezle varılan sonuç “dünyanın ve kültürlerin Türklerden ibaret” olduğudur. Bu anlayış Alman idealizmiyle birebir örtüşmektedir. Alman idealizminin ulus, devlet ve iktidarı özdeşleştirmesi ve ulusu buna göre şekillendirmesinin bir örneğini biçimsel farklılıklarla Kemalizm Osmanlı’dan devraldığı toplumsal yapıyı düzenlemede göstermiştir.
Yapılan çalışmalar, oluşturulan tezler arkeoloji ve antropoloji gibi bilim dallarıyla “desteklenmiş”tir. Ulusun üstünlüğünü kanıtlamak için antropolojik araştırmalara önem verilmiştir. Kafatası ölçümleriyle (değişik coğrafyalarda yaşayan insan örnekleriyle) hem dünyanın Türklerden türediği hem de ulusun anatomik yapı, dış görünüm, sağlık gibi özellikleriyle en üstün ırk olduğu savunulmuştur. Arkeolojik kazılardan elde edilen sonuçlar da Türk Tarih Tezine kanıt olarak sunulmuştur. Bu “bilimsel” çalışmalarla dünya ekonomisi, siyaseti ve kültürel mirasının seçkin örnekleri Türklerin eseri, icadı, katkısı olarak gösterilmiştir. Bering Boğazı’nı ilk geçenler, Kızılderililer, yazıyı bulan Sümerler, Anadolu’ya hükmeden Hititler ve hatta Ekim Devrimi’nin önderi Lenin’in Türk olduğu ilan edilmiştir.
Kemalizm Alman idealizminde anlamını bulan ırkçı, şoven, milliyetçi düşünce yapısıyla toplumu yeniden bir düzene tabi tutmuştur. Ulus devlet kapsamında toplumun hafızasını önce silmiş sonra tekçi zihniyetle yeni bir hafıza oluşturma politikası izlemiştir.
D) KEMALİZM VE GEÇMİŞE DUYULAN ÖZLEM; ROMANTİZM
Toplumsal hafıza oluşturmada tarih önemli bir yere sahipti. Tarihin ulusal değerleri yüceltecek bir şekilde ele alınıp anlatılması, işlenmesi ve toplumu eğitme aracı olarak kullanılması Kemalizmin başvurduğu yöntemlerin başında geliyordu. Bu yöntemin uygulanışında Kemalizm, Alman romantizmi de denilen Romantizmden etkilenmiştir.
Romantizm 18. yüzyıl ortalarında başlayıp 19. yüzyıl ortalarına dek etkisini sürdürmüştür. Avrupa’da ulus devletleşmelerin başlamasıyla ortaya çıkmış ulus devletleşme tamamlandığında da etkisini kaybetmiştir. Doruk noktası 19. yüzyıl olmuştur. Tarihi geçmişteki olgular, olgulara dayandırarak ulusların siyasi ve kültürel gelişimini nostaljik bir anlayışla yüceltmeyi esas alır. Tümevarımcı bir yaklaşımla kültür, tarih, ulus ve devletin birbiriyle bağını kurarak ulusal değerlerin evrensel değerlere ulaşacağını savunur. Tarih kapsamında siyasi tarihe; siyasi tarihte de zaferleri ön plana çıkarır. Romantizm, ulusal özellikler (dil, kültür, gelenekler vb.) ve ulusal zaferler üzerinden ulusal bilinç ve kimlik yaratmanın aracı olmuştur. Tarihsel değişimin aydınlanmış, eğitilmiş insanlarla mümkün olacağını ve hızlandırılabileceğini belirtir. Ve ulusal idealleri oluşturmak ve geliştirmek için manevi güç yaratır. Bu felsefi görüş ekseninde Avrupa’da her ulus, ulusal kimlik yaratmak amacıyla tarihsel araştırmalara yoğunlaşmıştır. Ulusal ülkülerin, değerlerin, özelliklerin kökleri tarihte aranmıştır.
Kemalizm de ulusal bir kimlik yaratmak için romantik bir anlayışla tarihe yoğunlaşmıştır. Türk ulusçuluğu tarihi başarılarla, zaferlerle dolu bir geçmişle ön plana çıkarılmıştır. Tarihte Türklerin kahramanlıkları açığa çıkarılarak destansı bir içeriğe büründürülmüştür. Kahramanlıkların olmadığı bir noktada da varmış gibi mitler yaratılmıştır. Geçmişteki olguların, doğruluğu veya yanlışlığı tartışılmadan alt alta sıralanarak olduğu gibi alınmış ve ulusal tarih oluşturulmaya çalışılmıştır. Tarih kitapları Türk “devletlerinin” “görkemli” tarihi ile doldurulmuştur. Asya Hunlarıyla başlatılan süreçle hem Türkçülüğün tarihsel temeli atılmış hem de ulusal kimlikle manevi bağ kurulmuştur. Geçmişe duyulan bu hayranlık nostaljik bir bakışla ırkçı, şoven, milliyetçi bir düşünceye dönüştürülmüştür. Tarihsel süreçteki ulusal “kahramanlıklar” yalan tarihteki ulusal “kahramanlıkla” birleştirilmiş ve tarihsel devamlılık sağlanmıştır. “Kurtuluş Savaşı” “yedi düvele” karşı verilen “zaferlerle” dolu bir “kahramanlık” abidesidir. Tek bir kurşunun dahi atılmadığı “İnönü Muharebesi” kutlu bir “zaferle” taçlandırılmıştır. 100. yılı kutlanan 19 Mayıs’ta olduğu gibi M. Kemal’in attığı her adım destansı bir anlatımla mitleştirilmiştir. “Kurtarıcı” ve “kurucu”; önder-başkumandan olarak, Avrupa’yı “inleten” Attila, Anadolu’nun “kapılarını açan” Alpaslan, İstanbul’u “fetheden” Fatih ile özdeşleştirilerek ulusun manevi ve moral gücü yükseltilmek istenmiştir. Mitlerde, destanlarda soyut olan kudret şahıslaştırılarak somutlanmış böylece ulusal bağ güçlendirilmek istenmiştir.
Romantizm ırkçılığın ve milliyetçiliğin toplumsal kabulünün yaratılmasında ve ulusal kimliğin daha çekici kılınmasında bir araç olarak kullanılmıştır. Geçmiş özlemle anılırken bu özlem Kemalizmin elinde şekere batırılmış mermi misali toplumu hizaya sokmanın araçlarından biri olmuştur. Ulus yaratımında şimdiki zamandaki ulusun mevcut durumunun, tarihsel geçmişle bağı romantizmle kurularak bir bütünsellik oluşturulmaktadır. Kemalizm bu bağı kurmak için Kayıp Kıta Mu’yu dahi kullanacak kadar gözünü karartmıştır.
KEMALİZME KARŞI İDEOLOJİK MÜCADELEYİ YÜKSELTELİM
Resmi ideoloji olarak Kemalizm her açıdan sorgulanmalıdır. Devrim ve sosyalizm iddiasında olan politik özneler için bu durum kaçınılmazdır. Kemalizme ve onun egemen sınıflarca yeniden ve yeniden üretilmesine karşı ancak bu sorgulamayla yanıt verilebilir. Kemalizme karşı suskunluk devrimci öznelerin doğrudan ya da dolaylı Kemalizm savunuculuğudur.
“Muhafazakar” AKP’ye karşı “laik” CHP’nin Kemalizm propagandası, 19 Mayıs Samsun’a çıkışın 100. yılı nedeniyle 2019’un yüzüncü yıl ilan edilmesi geçtiğimiz süreçte Kemalizmin yeniden üretiminde öne çıkan örneklerdir.
“Sol” ve “devrimci” çevrelerde sözde AKP karşıtlığı adına “laik eğitim” savunuculuğu ile açıktan Kemalizme yedeklenme söz konusudur. Başka bir ifadeyle bu durum Kemalizmin “sol” cenahta yeniden üretimidir. Tasfiyeci süreç karşısında savunduğunu iddia ettiği Marksizm’de dahi tutunamayan bu “özneler” yukarıda felsefi temellerini aktardığımız Kemalist söylemlere sarılmış haldedir. Bu durum ideolojik kırılmanın ötesinde geçmişten beri gelen Kemalizm hayranlığının daha açıktan görünmesidir. Kaypakkaya yoldaşın vurgusuyla halk düşmanı” olan Kemalizm, “Kemalist Devrim”, “laiklik”, “cumhuriyet mirası” tanımlamalarıyla bizzat devrimci özneler tarafından farkında olunsun ya da olunmasın yeniden üretilmektedir.
Kemalizmin Türkiye Devrimci Hareketi’ndeki görünüm biçimi Aydınlanmacılıktır. Kemalist Aydınlanmacılık feodalizme karşı “ilerici”, “devrimci” olarak görülmektedir. Aydınlanmacılık burjuva ideolojisi ve ülkemizde bundan beslenen Kemalizm, hakim sınıfların resmi ideolojisi olmasına rağmen “ilerici” ve de “devrimci” görülmektedir. Dolayısıyla ilericilik sınıfsal bakıştan soyutlanmaktadır.
TDH içinde Kemalizme dair değerlendirmeler, Kaypakkaya yoldaş dışında, Mahir, Deniz ve Hüseyin İnan’ın yapmış olduğu değerlendirmelerin bir adım ötesinde değildir. 68 kuşağının Kemalizm hayranlığından ve ideolojik şekillenişinden Marksizmin öğretici gücüyle sıyrılan önder yoldaş olmuştur. Mahir, Deniz ve Hüseyin’in ardılları, Kemalizmle yüzleşememiş, ideolojik konumlanış olduğu gibi kalmıştır. Bugün tasfiyeci sürecin etkisiyle bu konumlanış yani Kemalist aydınlanmacılık, açıktan görünür hale gelmiştir.
Hangi söylem düzleminde olursa olsun, Kemalizm savunuculuğu Marksizmle bağdaşmamaktadır. Kaypakkaya yoldaşın vurgusuyla Kemalizm “anti-komünizm”dir. İdeolojik politik alanda olduğu gibi felsefi alanda da aynı düşmanlık söz konusudur. Marksizmin felsefi temeli diyalektik tarihsel materyalizmdir. Kemalizmin felsefi temeliyse idealizmdir. Kendisini Marksist-Leninist olarak ifade edenlerin Kemalizmin felsefi idealizmini görmemeleri ideolojik bir sorundur. Bugün Kemalizme karşı tavır her alanda ideolojik mücadelenin esas alınmasıdır. Bu mücadele hakim sınıflara karşı olduğu kadar TDH içindeki Kemalist savunuculara ve ondan etkilenenlere karşı da verilmelidir.
19 Mayıs’ın yüzüncü yılında Kemalizm toplumu hizaya sokmaya devam ediyor. Irkçı, milliyetçi, şovenist düşünceler hemen her fırsatta topluma şırınga ediliyor. Hakim sınıflar arasındaki klik dalaşıyla bu durum ayyuka çıkmış haldedir. Öyle ki AKP cenahı CHP İBB adayını seçim sürecinde Pontus olmakla aşağılamaya-karalamaya çalıştı. Kemalist tekçi zihniyetle toplum ayrıştırıldı. Türklüğün üstünlüğü vurgulandı. Bu Kemalist propagandanın “sol” cenahtan devrimci saflara kadar karşılığını bulduğu bir dönemden geçiyoruz. Dolayısıyla Kemalizme karşı mücadelenin de bir o kadar yükseltilmesi gerekmektedir. Bu görev TDH açısından Kemalizmle ideolojik kopuşunu gerçekleştiren Kaypakkaya çizgisinin temsilcisi olanların omuzlarındadır.
Kaypakkayacı olduğunu iddia eden kimi siyasetlerin pragmatist bir yaklaşımla da olsa Kemalizm konusunda dümen kırdığına tanık olmaktayız. Bu durum MLM’lerin omuzlarındaki yükü artırmaktadır. Kemalizmle ideolojik mücadele kapsamında bir adım dahi geri atılmamalı, erteleme ve önemsememe gibi yaklaşımlara girilmemelidir. Irkçı, şoven, milliyetçi zehrin akıtılması ancak ideolojik mücadeleyle mümkündür. Bu kapsamda MLM’ler Kaypakkaya yoldaşın Kemalizm tezlerini okumakla yetinmemeli; daha geniş planda araştırma-incelemeye yönelmeli, teorik-felsefi tartışmalar yapmalıdır. Kitle boyutuyla paneller, sempozyumlar, kampanyalar düzenlemelidir. Sürecin yarattığı kafa bulanıklığı Kaypakkaya yoldaşın bilimsel tezleriyle açılmalıdır. Öncelikli hedef Proletarya Partisi saflarında Kemalizme karşı ideolojik duruşu-konumlanışı daha da güçlendirmektir. Kemalizmden etkilenimler hedef alınmalı, etkin mücadele yürütülmelidir. Kemalizm, ideolojik, politik, felsefi temelleriyle çürütülmeli, beynin tüm kıvrımlarından sökülüp atılmalıdır.