Tayyip Erdoğan’ın 20 Nisan günü “bütün milletçe çifte bayram yaşayacağımızı umut ediyoruz inşallah” açıklaması sonrası, koronavirüs salgınına karşı Sağlık Bakanı, Bilim Kurulu ve bilumum burjuva medyada zafer nidaları yükselmeye başladı. Önce, Sağlık Bakanlığı’nın rutin günlük koronavirüs takvimi açıklamalarında hem enfekte olanların sayısı azalmaya başladı hem de ölümlerde ciddi düşüş trendi başladı. Türk devletinin, bu durumlarda verileri manipüle etme, büyük düzeyde bir gizleme durumu olduğu bilinen bir gerçektir. Nitekim, koronavirüs nedeniyle öldüğü kesinleşen ancak test sonucu negatif çıkanların salgın kaynaklı ölüm istatistiğine konulmadığı ortaya çıktı. Fakat mesele basit bir istatistiklerle oynama, hile yapma meselesi değildir. Türk hakim sınıfları, genç nüfusuna olan güvenle ekonomik kaybı azaltmak ve süreci fırsata çevirmek için adı konmamış bir “sürü bağışıklığı” yöntemine, normalleşme çığırtkanlığı ile geçme peşindedir.
Türk hakim sınıfları, Tayyip Erdoğan’ın bu salgını fırsata çevirme anlayışına adeta kodlanmıştır. Bu hikayeyi tamamlamak, pekiştirmek, bir yönetme biçimine dönüştürüp gerçeği gizlemek için her şeyi yapabilecek durumdadırlar. Bu eksende günlük olarak kahramanlık hikayeleri yazılmakta, “ülkeyle gurur duyulacak” gerekçeler bulunmaktadır. Devamında Türkiye’nin ne kadar büyük ve güçlü bir devlet olduğu propagandası en kaba şovenizmle pompalanmaktadır. Son bir haftalık süreç adeta şişirilmiş bir balon görüntüsü vermektedir. İngiltere ve ABD gibi büyük emperyalist güçlere medikal yardımlar, İsveç gibi dünyanın refah düzeyi en yüksek devletine nazire yaparak bir “vatandaşını” ambulans uçakla getirip tedavi ettirmek, bu süreçte dünyada ne ihtiyaçsa hemen onun “yerli ve milli üretimine” girişmek ve bunu büyük reklamlarla sunmak gibi tiyatrolar medya aracılığıyla halk kitlelerin gözüne sokulmaktadır.
Bir yandan virüs salgınına karşı bayram müjdesi hazırlıkları diğer yandan ise hamasetle “büyük devlet” propagandası eş güdümlü ilerlemektedir. Salgına hazırlıksız yakalanan Türk hâkim sınıfları, bu süreçte emekçileri salgından koruyacak ciddi bir tedbir almadığı gibi karantina tartışmalarına “ekonomiyi olumsuz etkiler” gerekçesiyle karşı çıkmış patronların mesai takvimine uygun olarak karantina uygulamalarını sıkılaştırmış ya da gevşetmiştir. Bunun yanında ekonomik anlamda tedbir adı altında emekçilerden bağış toplama ve kimi kolaylaştırıcı kredi şartları (piyasaya para pompalamak) haricinde esaslı bir şey yapılmamıştır. Emekçiler çalışmaya devam etmiş, “evde kal” çağrıları anlamsız hoş bir seda olmanın ötesine geçmemiş, milyonlarca güvencesiz çalışan işçi-emekçinin sefalet koşulları artmış, güvenceli olanlara günlük 39 TL ile yetinme şartı getirilmiştir.
Bu süreçte emekçiler ciddi bir şovenizm ve bu temelde ideolojik kuşatma altına alınmıştır. Halk sağlığı ile ilgili gerçekleri söylemek “vatan hainliği ve terörizm” olarak suçlanarak sindirilmeye çalışılmıştır. Tedbir amaçlı düzenlendiği iddia edilen yasalarda devrimci tutsaklara ölüm, mafya-tecavüzcü-hırsız-çete suçlarından yatanlara özgürlük verilmiştir. Aynı düzenlemelerle internette sansür, ücretsiz izin uygulaması gibi saldırılar hayata geçti. Her gelişmeyi emekçilere saldırmak için fırsata çeviren egemenler, emekçilerden kesintilerle oluşmuş fonları doyumsuz sermayelerinin palazlanması için kullanırken bunun hesabını kimseye vermeyeceklerini emekçilere açık şekilde dillendirmekten ve pervasızlaşmaktan geri durmadı.
Tüm bu tablo içinde, büyük başarı hikayeleri yazmak, emperyalist devletlerin başaramadığını başardığı iddiasında olmak ancak yarı-sömürge, yarı-feodal iktisadi yapı ile sakatlanmış, uşak ruhlu bir sistemin yapacağı bir şeydir. Virüsün bile “liderin” komutuyla geri çekildiği bir devlet gerçekliği ve propagandası söz konusudur.
KRİZ VE DEVRİMCİ İKTİDAR MÜCADELESİNİN OLANAKLARI
Ancak 2018’de başlayan ekonomik krizin, dünya ölçeğindeki bu krizle birlikte boyutlanması kaçınılmazdır. Bu bağlamda iğneden ipliğe her şeye açık ve örtülü zamlar yapılmış, kriz gerekçe gösterilerek hayat pahalılığı normal gösterilmeye çalışılmıştır. Çok iyi yönetildiği söylenen kriz sürecinde emekçi sınıfların, “biz bize yeteriz” sloganında bu “biz bizeyi” kendi başına ayakta durmak olarak anlamaktan başka şansı kalmamıştır. Yalan ve manipülasyonlarla sürece hakimiyet görüntüsü veren ve kendi kendilerini öven egemen sınıflar, ortaya çıkan her faturayı emekçilere kesme peşindedir. Birçok ülkeye sembolik yardımlar yaparak itibar ve prestij çalışması yaparken ülkede maskeye ulaşım dahi ciddi bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Her adımlarında yalana dayalı siyaset ve bu siyaseti hamaset ve şovenizmle beslemek egemen sınıfların bu süreçte de vazgeçmediği bir yöntemdir.
Ancak gerek uluslararası ölçekte gerekse de ülkemizde salgın, ekonomik kriz ve var olan tablonun daha derin bir siyasi krizle büyümesi kaçınılmazdır. Yönetmeye dair her sorun hem egemen sınıflar arasındaki mücadeleyi keskinleştirecek hem de emekçi sınıflara saldırı dalgasını büyütecektir. Emperyalistler ve gerici devletler, Orta Doğu’dan Kuzey Afrika’ya kadar kapışmalarını sürdürmekte, askeri hamlelerle lehine avantajlar elde etmeye çalışmaktadır. Aynı durum Türk hakim sınıfları arasındaki mücadele için de geçerlidir. AKP-MHP bloğunun CHP belediyelerine yönelik kısıtlama saldırısı, bunun yanında bu kliğe yönelik saldırıların hız kazanması ve CHP önderliğindeki kliğin buna verdiği yanıtlar, salgının klik çatışmasını durgunlaştıran değil alevlendiren bir etki yarattığını göstermektedir.
Bu koşullar, sınıf mücadelesinin gelişmesini, emekçilerin çelişkilerinin keskinleşmesini getiren koşullardır. Egemen sınıflarda bu durumun farkındadır. Buna göre süreci yönetmeye, emekçileri etkisi altına almaya ve muhalif damarı kesmeye çalışmaktadır. Grevler yasaklanmakta, demokratik tepki ve eylemler engellenmekte, 1 Mayıs gibi tarihsel günler sokağa çıkma yasağıyla unutturulmaya çalışılmaktadır. 1 Mayıs’ta sarı sendikalar balonlar uçurma, online kutlama, balkonları ve evleri eylem alanına çevirme, sembolkik sokak eylemleri gibi var olan saldırıya boyun eğme anlamına gelen eylem planları açıklamaktadır. Ancak bunun yanında ilerici, demokratik, devrimci sendikalar ve devrimci-demokratik kimi güçler ısrarla sokaklar, üretim alanları, mahallelerde eylem çağrısı yaparak süreci karşılayacaklarını ilan ettiler. Üretime ve geçim derdi içinde ölüme sürülen emekçiler 1 Mayıs’ı kuşkusuz eve sığdırmayacaktır. 1 Mayısın ruhuna uygun olarak her yer 1 Mayıs alanına çevrilecektir.
Bu sürecin bir diğer gündemi ise komünist öncünün 48. Kuruluş ve Komünist Önder Kaypakkaya’nın 47. katledilme yılıdır. İçinden geçtiğimiz çok katmanlı kriz ortamında ve gerici güçlerin topyekün saldırı dalgası altında, komünist öncünün ihtilalci çizgisine sıkı bir şekilde sarılmak, Kaypakkaya’nın cüret ve cesaretini en zor koşullar içinde kuşanan bilincini kavramak oldukça önemlidir. Bu bağlamda özellikle 1 Mayıs çalışmalarıyla başlayarak Komünist önderimiz Kaypakkaya’nın, toplumsal çelişkileri keskinleştiren, halkın öfke ve kızgınlığını devrimci rotaya akıtan, iktidar perspektifli mücadele konumlanışını kuşanmak bir görevdir. “Proleter devrimciliği kuşanma” çağrısı, gelişmelerin seyri ve büyük politik krizlerin tarihin kapısını dövdüğü koşullarda işçi ve emekçileri sistemden koparacak politik çalışmalar tüm diğer çalışmalardan çok daha hayatidir ve gereklidir. Bu tutum devrimin olanaklarına ve fırsatlarına daha fazla odaklanmak, bunu gelişmenin dinamiği haline getirmek anlamına gelecektir. Bu yaklaşımla silahlı silahsız, legal illegal, küçük büyük demeden süreci ciddi bir Kaypakkaya çalışmasına dönüştürmeliyiz. Teorik-politik-ideolojik temelde yoğunlaşma bu sürece iştirak etmelidir. Bu tutum gelişmeleri anlama ve gelişmelere müdahale etme bilincinin kuşanması iddiası ile hayata geçirilmelidir.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 30 Nisan 2020 tarihli 60. sayısından alınmıştır.