2008 yılında başlayan finans-kapital kaynaklı ekonomik krizden bu yana neoliberal politikanın çökme eşiğine geldiği artık egemenler tarafından da tartışılır olmuştu. Şubat ayında Çin’de başlayan ve Mart ayında dünya çapında bir salgına dönüşen korona pandemisi ile bugün bu çöküşün tasdiklendiğini söylesek aslında abartmış olmayız.
Neoliberal politikaların son eşiğinde “sosyal devlet” yapısının küçülmesinden dem vuran egemenler özelleştirme politikaları altında sağlık, eğitim, sosyal hizmetler gibi bir çok konuda da özelleştirmeye gitmişti. Özellikle Avrupa’da başlayan özelleştirmeler sonucunda sağlık sigortaları ya bağımsız ya da yarı bağımsız kurumlar haline geldi. Bunun aşılmasında zorlandıklarında farklı meslek grupları için kurulan sigorta sağlayıcıları önce bir çatı altında toplanıp sonradan hisseli satışlarla özelleştirildi.
“Tüm toplumun sağlık hizmetini sağlamanın eziciliğinden, bu konuda gerekli gereksiz çok harcama olduğundan, bu hususta vergilerin arttığından” bahseden başta emperyalist-kapitalist devletler olmak üzere birçok devlet bu özelleştirmeleri kampanyalar eşliğinde yaptı. Ortaya çıkan sonuç ise emekçilerin sırtına yıkıldı. İsviçre’de herkes kendi özel sigortasını yapmak zorunda iken diğer Avrupa ülkelerinde sigorta primleri artırılarak işçi maaşlarından kesinti yapılmaya başlandı.
Bu özelleştirmelerin devamında devletlere ait hastanelerin kapatılması veya satılması, sağlık personelinin azaltılması gibi tamamen ekonomik kaygıların hâkim olduğu politikalar takip edildi. Devletlerin yükünün azaltılması esprisi, devleti, bir noktada sadece zor aygıtı haline getirirken liberal devlet anlayışındaki “sosyal devlet” kavramının ise egemenler tarafından çöp sepetine atılmasını, sosyal alanın bir bütün olarak sermayenin yağmasına açılmasını sağladı.
BİR VİRÜSLE TAKKE DÜŞTÜ
Korona pandemisinden sonra sağlık alanında “fazlalıklardan kurtulduğunu” iddia eden egemenlerin takkesi düşmüş oldu. Çin’de halen pandeminin kontrol altında olmadığı ve aslında devletin yeni vakaları sakladığı sesleri yükselirken Avrupa’nın en kuzeyindeki ülkelerden Amerika’ya kadar ulaşan virüs aslında pandeminin çok öncesinden sağlık sisteminin çöktüğünü ortaya koymuş oldu.
Virüs yayılma grafiği ile izah edilen durumlarda hastanelerin yoğun bakım ünitelerindeki yatak sayısı, bunlara kaç yatak daha eklenebileceği belirtilirken enfeksiyon durumunun bunun altında tutulması konusunda tedbirler alınacağı açıklandı. Kurulan özel hastaneler, tüm sağlık personelinin teyakkuza çağrılması vb. rağmen egemenlerin iddia ettiği gibi bir başa çıkış oluşturmadı. Nüfusa oranla çoktan sayısı ve kapasitesi daraltılmış olan hastaneler duruma çare olmuyor. Sağlık sistemi konusunda WHO (Dünya Sağlık Örgütü) tarafından dünya ikincisi seçilen İtalya’da şu anda tıbbi personel kimin yaşayıp kimin öleceğine karar vermek zorunda bırakılıyor. Tıpkı İspanya’da olduğu gibi… Sağlık sisteminin resmen çöktüğü bu ülkelerde şu anda sağlık personeli uyumak haricinde evlerine dahi gidememektedir. Hastanelerde koridorlarda ilk müdahaleler yapılıyor. Kırsal kesimlerde kiliseler hastanelere dönüştürülmüş halde ama sağlık hizmeti vermekten oldukça geri bir durumda.
Almanya’da Sağlık Bakanlığı’nın açıklamalarına rağmen Merkel’in “Nüfusun %60-80 gibi bir oranına bulaşacak” demesi, zaten var olan sağlık sisteminin buna yanıt olamayacağının ispatı oldu. Ev doktorlarına (yani aile hekimlerine) yapılacak ziyaretler yasaklandı. Ağır yaralanmalar haricinde hastane ve acil servis kullanımı tamamen askıya alındı. Benzer bir tutumu Avusturya ve Yunanistan izledi. Avusturya’da en fazla 2.980 yoğun bakım yatağı olduğu söylenirken enfekte olanlar kendi evlerinde karantinaya gönderildi. Virüsün Avrupa’daki yayılmasında skandal denecek bir rol oynayan Avusturya, Türkiye’de olduğu gibi “hepimiz aynı gemideyiz” diyerek devlet partileri ve işverenler arasında dayanışmayı belirten “Takım Avusturya” adında bir platform açıklarken uzun süredir aile hekimlerinin sayısının azaltılması, artan sigorta primleri, turizm bölgelerinin enfekte olmasına rağmen geç karantina uygulanması gibi konularda ise hiçbir açıklama yapmadı.
Sağlık sisteminin çöküşünde en fazla tartışma ise şu anda İngiltere’de mevcut. Tam bir göçmen ülkesi olan İngiltere’de göçmen kökenli doktorların her zaman en düşük kademede ve hastalarla iç içe çalışıyor olması, pandemiden sonra 2.000 küsur doktorun bir haftalık süre zarfında istifa etmesi ve en son 8 göçmen doktorun hastalarından kaptıkları virüs yüzünden ölmesi İngiltere’de sadece sağlık sektörü politikalarını değil sağlık personelinin nasıl bir kültür altında çalıştığını da tartışmaya açtı.
IBAN’LI SAĞLIK HİZMETİ
Türkiye de yıllar yılı neoliberal politikaları uygulamada gösterdiği “girişimci ruhun” faturasını emekçilere kesmiş halde. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, dünyaya örnek bir sağlık sistemine sahip olduklarını söylediği anlarda WHO Türkiye’de 42 bin koronavirüsü hastası olduğunu, günlük vaka sayısının 4 bini geçtiğini ve sağlık sisteminin bu rakamları kaldıramayacağından kaynaklı endişeli olduklarını açıkladı. Erdoğan’ın halka IBAN numarası dağıttığı şu günde bile yıllık 400 milyar dolarlık ön ödeme taahhüttü bulunan üçüncü köprü ihalesi, günlüğü 40 bin dolara mal olan saraylar tartışılmaz olabiliyor. Lakin şu anda hastanelerde korkarak ve gereğinden fazla çalıştırılan sağlık personelinin durumu bir gerçeğin de ifadesidir. Devlet hastanelerinin özelleştirme politikalarına yönelmesi için kasten zayıflatılması, “FETÖ” soruşturmaları itibariyle birçok sağlık çalışanının işten çıkarılması ve halen 7 binden fazla doktora ön güvenlik soruşturmasını aşamaması sebebi ile görev başı yaptırılmaması, nasıl bir tedavi uygulanacağı ve bu tedaviyi kimin karşılayacağı konusunda net bir sonuca varılamaması zaten Türkiye’de de sağlık sisteminin salgından önce çöktüğünü ispatlamaktadır. Türkiye’de hiçbir zaman “sosyal devlet” tartışmalarına uygun bir sağlık sistemi olmadığı gibi bugün gelinen noktada hiçbir sağlık hizmetinin halk sağlığına olumlu anlamda ciddi bir etkisinin olmadığı bir gerçekliktir.
“Halk için sağlık” ilkesinin göstermelik bile kalmadığı Türkiye’de, bu koşullar altında zorunlu çalışanları ve halkı bekleyen gerçekliği gündeme düşen haberler dahi tanımlamaya yetiyor. İzmir’de olduğu gibi işbaşı yapması için eli sopalı çeteler, çöpten yiyecek toplamak zorunda kalanlara “geber” diyen Aile ve Sosyal Hizmetler İstanbul İl Müdür Yardımcısı Nail Noğaylar, 31 ilde sokağa çıkma yasağını 2 saat önce açıklayan ve daha erken açıklanabileceği konusunda gelen soruya “Sanırsam daha fazla panik olurdu” diyen Süleyman Soyluların karşıladığı bir ülke burası. Eczacıları, satılan maske üzerinden vurgunculukla suçlayan, maske dağıtmayı ve Diyarbakır’a cenaze taşımayı PTT’ye görev olarak veren ancak hastanesi ve doktoru olmayan bir devletle karşı karşıyayız. Korona ile çöken elbette sadece sağlık sistemi değildir. Çöken, azınlığın çıkarı için çoğunluğun yaşam hakkını bile görmezden gelen mevcut sistemdir.
SOSYAL DEVLET HANGİ ARA ÖLDÜ?
Tüm bunların arasında şu soruyu herkesin sorması lazım: Sosyal devlet hangi ara öldü? Açıktır ki zaten ölü olan bu anlayış, özelleştirmeler ile defnedilmiştir. 1980’lerde emperyalist-kapitalist sistemin yeni birikim modeli olan “küreselleşme” yönelimi adeta işçi ve emekçilerin tüm haklarını tırpanlamış, tüm her şeyi kurutarak, çölleştirerek sermayenin dizginsiz şekilde hareket edeceği koşulları sağlamıştır. Türkiye’de 1995’te başlayan ve Yap-İşlet-Devret sisteminden doğrudan Yap-Sat sistemine geçilmesi; Avrupa’da kamusal alanda devlet yükünü azaltmak adına özel sermayeye bu kamu alanlarının açılması; bir bütün olarak kamu uygulamalarının artık yeni bir piyasa alanına dönüştürülmesi gibi politikalar bu duruma sebep olmaktadır. İnsan unsuruna değil gelir unsuruna bakan ve özel mülkiyet ilişkisine dayanan hiçbir sistemin kamusal alanda tüm toplumun ihtiyacını karşılayacak bir kamu hizmeti sunması beklenemez. Amerika’daki salgını hat seviyeye getiren hastane azlığı değil sağlığın pazar haline getirilmesinden dolayı devlet hastanelerinin kapatılıp yerine kapasitesi düşük özel hastanelerin oluşturulmasıdır. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi. Avrupa’da sağlık sistemini zorlayan; sağlıkta en fazla kâr getirebilecek uzmanlıkların özelleştirme politikası eşliğinde sigorta kapsamından çıkartılıp özel hastanelere devredilmiş olmasıydı. Zaten ödenen vergilerden geliri tahsil edilmiş olan sağlık hizmetlerinin metalaştırılması; bunu pazar haline getirebilmek için sağlık sisteminin kapasitesinin küçültülmesi, her ülkede sağlık çalışanlarına uygulanan çeşitli baskıların yükseltilmesi, işte tüm bu olaylar koronanın değil azınlığın çoğunluğu en fazla gelir ilkesi ile ezmesini yani emperyalist-kapitalist sistemin ve onun var ettiklerinin asıl virüs olduğunu ispatlamış oldu. O zaman şimdi hep birlikte soralım ama biz-bize değil herkese; bu sağlık sistemini Kovid-19 mu yoksa emperyalist-kapitalist sistem mi çökertti?
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 16 Nisan 2020 tarihli 59. sayısından alınmıştır.