“Evde kal” çağrılarına halkın nasıl yanıt olduğunu anlattırmanın telaşıyla uzatılan mikrofona sistem medyası istediği yanıtı alamasa da milyonların sesi ulaşmıştı mikrofona. “Şu anda çok mağdur durumdayım. Şimdi çocuklarım aç kalmasınlar diye dilenmekten geliyorum. Bana diyorlar ki, ‘Çıkma, çıkma’. Mecbur çıkacağım. Bir gelir olmayınca ne olacak? Mecbur haliyle kendimi dışarı atacağım. Şu anda ben dilenmekten geliyorum, kim bunu biliyor? Sadece ‘Çıkma, çıkma’ yapıyorlar.” Milyonlarca işsiz-yoksul halkı temsil eden bu çığlığa ve isyana devletin yanıtı gecikmeksizin gelmiş ve “Geber” denmiştir. İstanbul Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdür Yardımcısı Nail Noğay’ın sosyal medya hesabı üzerinden verdiği tepki, devletin emekçi-yoksul halka dönük salgın politikasını tek kelimeyle özetlemiştir.
Salgının Türkiye’de görüldüğü 11 Mart’tan bugüne yani bir aylık zaman diliminde geliştirilen ve adına tedbir denilen ne varsa başta işçiler olmak üzere halkın salgından korunmasından öte, devletin salgınla “mücadelesine” dönük bir algı operasyonunu kapsamaktadır. Kovid-19’un Türkiye’den önce görüldüğü ülkeler ve buralarda yaşananlar çok yeni ve somutken Sağlık Bakanı büyük bir aymazlıkla “bu kadar hızlı yayılacağını bilmiyorduk” söylemi yapılan algı operasyonunu gölgede bırakmıştır. Devlet salgının ilk günlerinden bugüne geliştirdiği tedbir ve uygulamalarla salgına karşı korunmanın sınıfsal ayrımlarını belirginleştirmiş ve netleştirmiştir. Üretimin sürdürülmesi şartı salgın günlerinin vazgeçilmez temel dayanağı olmuş ve alınan önlemlerin tümünden işçiler muaf tutulmuştur. Ulaşıma getirilen sınırlamadan işçi servisleri muaf tutulmuş, “evde kal” tedbiri işçileri kapsamamış ve nihayetinde sokağa çıkma yasağının getirildiği günlerde de işçiler yasağın dışında kalmıştır. İşçilerin ücretli izin hakkı hiçbir koşulda uygulanamazken, getirilen göstermelik “üç ay işçi çıkarma yasağı” “tedbir” kapsamında işçi sınıfının haklarını korumanın ötesinde yine sermayenin çıkarlarına hizmet etmektedir ve yine salgın koşullarında ya açlıkla ya hastalıkla yüz yüze bırakılan işçi ve emekçiler, salgından ölmedikleri durumda iş cinayetleri ile ölüme terk edilmektedir.
Hiçbir sosyal mesafeyi dinleyemeyen halk, iş bulma kurumlarının önünde oluşturduğu uzun kuyruklarda çaresizliğini ve gelecek kaygısını anlatmaktadır. Resmi ağızların ifade ettiği bu dönemde işsiz kalan 4 milyon kişi için virüse yakalanma korkusu açlık ve geleceksizlik korkusundan daha fazla değildir. Salgın günlerinin sınıfsal karakterinin resmedildiği bu kareler, aynı zamanda sınıfsal çelişkilerin daha da derinleşmesi ve keskinleşmesi anlamına gelmektedir.
Salgın günlerinde geliştirilen “biz bize yeteriz” kampanyasından istenilen sonuç alınamamış ve boş kasanın hangi kapı çalınarak doldurulacağı kara kara düşünülmeye başlanmıştır. 1 milyar 500 milyon liranın toplandığı kampanya döneminde elde edilen gelirle saraya yeni lüks araç ihalesine girilmiştir. Talan ve hırsızlıkta sınır tanımayan egemenlere halkın yolsuzluklardan duyduğu güvensizliğinde yansıdığı bu kampanya, egemenler açısından hem siyasal açıdan hem de ekonomik açıdan fiyaskoyla ilerlemektedir.
Salgın sürecini yönetemeyen hakim sınıfların tüm manipüle amaçlı açıklamaları aradan zaman geçmeden ellerinde patlamaktadır. 10 Nisan günü İçişleri Bakanlığı’nın hafta sonu için ilan ettiği sokağa çıkma yasağı ellerinde patlayan bir uygulama oldu. Alınan kararın yarattığı panik ve kaygı virüs salgınına karşı alınan tüm tedbirleri yok sayarak halkın gıda ürünü satan yerler başta olmak üzere, sokağa dökülmesine ve ihtiyaç temini mücadelesine dönüştü.
Başta tedbirin neden geç açıklandığı, kim tarafından karar altına alındığı, virüsün bu kararla yayılma zemini bulduğu tartışmaları güçlü bir şekilde sürdürüldü.
Süleyman Soylu ilk tepkileri “erken ilan etmiş olsak da bu panik ve kaygı olacaktı. İki üç gün öncesinden kararı alsak iki üç boyunca bu tablo oluşacaktı” diyerek savundu. Daha sonra kararı “bizzat cumhurbaşkanının aldığını” ilan etti. Bu açıklamaların peşi sıra 12 Nisan Pazar saat akşamı “tüm sorumluluğun kendisine ait olduğunu, cumhurbaşkanının kendisini affetmesini” söyleyerek içişleri bakanlığından istifa ettiğini açıkladı. İstifa sonrası oluşan tablo ise yaklaşık 3 saatlik yoğun bir şovenizm kampanyasına dönüştü. Süleyman Soylu’nun ne kadar iyi bir Kürt düşmanı olduğuna dair kanıtlar sunularak “vatana hizmet etmeye” devam etmesi, devrimci-demokratik güçleri baskılama-sindirmede ne büyük başarılar elde ettiği, eline ezilenlerinin kanının ne kadar bulaştığının övgüleri intihar girişimleri, sokak gösterileri, sosyal medya kampanyaları örüldü. Nihayetinde Cumhurbaşkanı istifayı kabul etmediğini kamuoyuna açıkladı.
Bu olayla birlikte şunlar ortaya çıkmıştır: Birincisi, bu mesele böyle bir kampanya ile kapanırken, hafta sonuna girilirken alınan sokağa çıkma yasağının oluşturduğu tablonun üstü bu yaygarada örtüldü. Ortada bir suç ve hata olduğu kabul edildi ama bunun faili belirsizleştirilmiş oldu.
İkincisi, büyük bir öfke ve tepkiye neden olan sokağa çıkma yasağının ilan edilme biçimi ve virüs salgınını yaygınlaştırmayı içerecek şekilde yarattığı panik durumunun sorumluluğu Tayyip Erdoğan’ın üzerinden ustalıkla çekildi. İstifa yaygarası ile mesele kapatıldı, kamuoyunun bir kısmı Süleyman Soylu üzerinden politik bir seferberlikle devlet politikasına angaje edildi. Bunun yanında affedici cumhurbaşkanı, “vatan sevdası” için yanıp tutuşan ancak halk düşmanlığında kellesini verecek bir faşisti affederek şovenizm kampanyasının kaymağını toplamış oldu.
Üçüncüsü, Süleyman Soylu AKP içindeki iç klik mücadelesinde bir tarafını oluşturmaktadır. Bu kesim sağlık bakanının aylarca verdiği emeğin bu sokağa çıkma yasağıyla berbat edildiği propagandasıyla Süleyman Soylu’yu dolaylı hedefe oturttu. Soylu önce “bu kararı cumhurbaşkanı aldı” diyerek bunları bertaraf etti. Daha sonra istifa edip onun kabul edilmemesiyle iç klik çatışmasında biraz daha elini güçlendirip, daha etkin bir politik aktör olarak birkaç saat içinde güç kazanmayı başardı. Ancak bu gelişme AKP içinde kapışmaların bir düzeyde seyrettiğinin de göstergesi olmuştur. Tüm bunlardan dolayıdır ki Erdoğan, 18-19 Nisan günlerini kapsayan sokağa çıkma yasağını 13 Nisan’da açıklamıştır.
“Covid-19 salgınını kendileri için fırsata çevirmeye çalışan devletin uzun süredir beklettiği ve salgınla birlikte apar-topar gündeme aldığı infaz yasasındaki değişikler bir haftalık meclis görüşmelerinin ardından yasalaştı. Yakın döneme hazırlık kapsamında değerlendirilmesi gereken infaz yasası değişimi katilleri, uyuşturucu baronlarını ve tecavüzcülerin serbest kalmasını sağlarken, devrimci tutsaklara daha ağır tecrit ve yaptırımlar getirmektedir. Hapishaneleri boşaltma hamlesi tutsakların salgına karşı korunmasını değil, tüm devrimci, demokrat, ilerici kesimlere yer açmaktır. Halkın işsizliğe, yoksulluğa, açlığa, en demokratik hakların budanmasına sessizliği, suskunluğu çok uzun sürmeyecektir. Bunu çok iyi bilen sistem şimdiden önlem geliştirmekte ve her zamanki gibi ilk yöneleceği kesim halkın örgütlü, öncü güçleri olacaktır. Yapılan düzenlemenin kapsam ve mesajı tüm toplumadır ve ciddi bir korku duvarı ile birlikte halk sindirmeyle teslim alma politikaları bir kez daha gündeme gelmektedir. Ancak bundan önce olduğu gibi bundan sonrada bu saldırılara karşı direniş saldırının odaklandığı tüm mevzilerden yükselecektir.
Yine sosyal medyaya dönük kısıtlama, sansür ve kullanıcılarına dair çeşitli yaptırımları kapsayan yasada onaylanarak yürürlüğe konuldu. Sisteme karşı sesin yükselebileceği tüm alanları kuşatma altına almaya çalışan egemenler, bu cendereye rağmen patlamayı engelleyemeyecek, erteleyemeyecektir.
Emperyalist-kapitalist sistem ve onların uşakları mevcut politikalarıyla kitleleri yönetmekte, sistemlerini ayakta tutmakta tıkandıkları bir dönemi yaşıyordu. Tutundukları ve geliştirdikleri saldırı politikaları bu tıkanıklığı aşmak içindi. Çok yönlü olarak yaşadıkları kriz hali Kovid-19’la daha da derinleşmiş, ancak bu süreci hangi strateji ve politikayla aşacaklarını belirlemiş durumda değiller. Halihazırda baş vurdukları geleneksel politika daha fazla zor ve baskı olmuştur.
Bu politikanın karşısına ezilenlerin sadece ülkemizde değil dünyada da yükselteceği özgürlük çığlıklarına hazırlanmak, hazırlıklı olmak meselenin bu kısmındaki temel noktadır. Mesele komünist öncünün bu sürece hazırlığıdır ve bu konudaki temel yaklaşım kitlelerin savaşa hazırlanması için öncünün de tüm hücreleriyle savaşa hazır hale gelmesidir. Kopacak fırtına ancak böyle karşılanacak, kitleler savaşa böyle hazırlanacaktır. Kuruluşunu kutlamaya hazırlandığımız Proletarya Partisi 48. yılını, yılgınlığın, korkunun, kaçkınlığın kol gezdiği bir dönemde savaşın içinde çelikleşme, gelişme ve ilerleme kararlılığı ile karşılamaktadır. Bu ruh ve inançla, bu irade ve kararlılıkla kopacak fırtınaya hazırlanalım…
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 16 Nisan 2020 tarihli 59. sayısından alınmıştır.