Korona Günlerinde Korku ve Zaaflarla Hesaplaşma Fırsatı!

İnsanlık koronavirüs salgınıyla birlikte çok zor bir süreçten geçmekte. Bu sınırları zorlayan durumu koronavirüsün kuluçka süresi, üreme ve yayılma hızı, havada veya yüzeylerde saatlerce günlerce canlı kalması vb. özelliklerine dayanarak açıklamaya çalışmak, bunlara bağlı olarak önlem almaya, korunmaya çalışmak, olaya tek yanlı ve eksik bakmaktan başka bir durum değildir. Oluşturulacak korunma yöntemleri ne yazık ki toplumun her kesimine ulaşamayacak ve de yıkıcı sonuçlarından kurtulma imkanı vermeyecektir. Yaşanan bu trajediyi her olguda olduğu gibi sistemle bağlantısı içinde kavramak doğru olandır. Kapitalizmin yarattığı çevresel yıkım, sadece kâr amacı taşıyan ilaç sektörleri, özelleştirilmiş ve ani değişimlerle ve sorunlarla baş etme imkanı yok olana kadar kaynaksız bırakılmış sağlık sistemleridir aslında salgını bu kadar ölümcül kılan. Dengeli beslenme, hijyenik olma öğütlenirken halkın yaşam koşulları hiç hesaba katılmamaktadır. “Evde kalın” çağrısı yapılırken, egemen sınıflar kârlarından ödün vermek niyetinde olmadıklarını işçi ve emekçileri çalışmaya zorlayarak göstermektedirler.

Koronavirüs kimilerinde sınıflar üstü bir çağrışım yapmıştır. Devlet başkanları, başbakanlar, sinema oyuncuları, ünlü sporcular, sanatçılar ve daha nicelerinin pozitif çıkan test sonuçları, günlerdir sosyal medyayı meşgul etmektedir. Bu haberler ve toplumun her kesiminin bir şekilde hayatının kısıtlanması veya ev hapsine girmesi; virüsün ırk, cinsiyet, sınıf ayrımı yapmadığı ve insanlığın tamamını eşit oranda tehdit ettiği yolunda yanlış bir algı yaratmaktadır. Ki aslında bu bilinçli yapılmaktadır.  İnsanlık tarihi bunun aksini kanıtlayan yüzlerce deneyime sahiptir. Tüm savaşlar, çatışmalar, doğal felaketler ve ekonomik krizlerde olduğu gibi, son yüzyılın en tehlikeli küresel sağlık krizinden en çok zarar gören yine işçi ve emekçilerdir. İşsizlik veya daha kötü çalışma koşulu riskleri, daha ağır bir yoksulluk, kısıtlanan ve daha da kısıtlanacak sosyal ekonomik demokratik haklar ezilen sınıfları beklemektedir. Koronavirüs pandemisi sonuçları itibariyle sınıfsaldır; bu virüsün karşısında saraydaki zengin ile kulübedeki yoksulun eşitliği söz konusu değildir.

Genişletilen sağlık uygulamaları ve bunların herkes tarafından yararlanılacağı yalanlarıyla egemenler hem kendi açmazlarını maskelemek hem de halkın devlete güvenmesini sağlamaya çalışmaktadır. Bu masallara karnı tok olan halktan tepkiler gelse de salgının korkunç boyutlarının kitlelerde “panik pandemisi”ni gündeme getirmesi kaçınılmazdır. Prof. Steven Taylor, (Columbia Üniversitesi Psikiyatri Bölümü) 2019’da yayınladığı “Salgınların Psikolojisi” adlı kitabında, “Pandemiler belirsizlik, kafa karışıklığı ve kaygı ile karakterizedir” demektedir. İçinde bulunduğumuz, iletişimin bu kadar yaygın ve hızlı olduğu çağda bilgiye ulaşma imkanları ne kadar geniş olsa da hatalı, ezoterik bilgilerin dolaşımı riskini de barındırmaktadır. Özellikle sosyal medya ve anlık ileti uygulamaları aracılığıyla gerçek dışı ve kişileri paniğe sürükleyecek içerikler devamlı olarak paylaşılmaktadır.

İnsanların tehdit edici olayları anlamadığı belirsiz zamanlarda komplo teorilerinin ortaya çıkması da kaçınılmazdır. Araştırmalar komplo teorilerinin, önemli konularda doğruluk veya anlam arayan, ancak bilişsel kaynaklardan yoksun olan veya sorulara daha akılcı bir şekilde cevap bulma şansı olmayan insanlara hitap ettiğini göstermektedir. Tüm bunlar toplumda korku ve paniği arttırmakta, çaresizlikleri onları manipülasyona daha hazır hale getirmektedir. Haber ve video sağanağı altında kalmışlık o kadar yoğun ki, insanlık salgına, hastalığa, ölümlere, afetlere alışmaya, kanıksamaya ve içe dönmeye, kendini kurtarma anlayışına zorlanmaktadır. Toplumsal kaygıların yerini daha bireysel olan, her an kendisine veya bir yakınının hastalanacağı endişesi, daha da üst boyutuyla ölüm ve kaybetme korkusu almıştır.

Korku bireyi tehlikelerden koruyan, yaşamın sürdürülebilmesi için olmazsa olmaz bir duygudur. Dünyayı saran, ölümlerin bu derece yüksek olduğu bir pandemide korkmamak anormal olarak değerlendirilebilir ama belirleyici olan korkunun boyutları, süreğen bir kaygı durumu yaratıp yaratmadığı, gündelik yaşamı ne boyutta etkilediği, korkulan unsurdan kaçınmak için hangi düşünce ve hareket tarzını yarattığıdır. Bir bakıma bu salgının yarattığı ortam bireyin kendine dönmesi, kendini tanıması, sistemin insana dayattığı rolleri ne kadar kanıksadığının irdelenmesi için önemlidir. Ancak kuşkusuz toplumsal mücadele ve toplumsal devrim süreci ile kendi bulunduğumuz yerin zayıflığı ve eksiliğini tespit ederek bir hesaplaşmaya dönüşmelidir bu durum. Bunu tespit etmek, tarihsel rolümüzü tarihin eğilimi ve onun karşısındaki konumlanışımızı pekiştirmeye hizmet etmelidir. Böylesi kriz dönemleri devrimci mücadelenin ivme kazanmasına zemin sunan dönemlerdir. Bu aynı zamanda bizlerin de sıçramalı gelişmeleri sağlayacağımız dönemler olarak değerlendirilmeli ve bunun hakkı verilmelidir. Bu fırsatların tarihin belli kesitlerinde ve belli dönemlerde ancak ortaya çıkar. Şuan başımıza gelen durumu bu şekilde değerlendirmekte mümkündür.

Burjuvazinin ideolojik saldırısının yansımalarını, günlük yaşamın akışı içerisinde yaşamın her alanında rahatlıkla gözlemlemek mümkündür. Burjuvazi sunduğu yaşam tarzıyla tüm toplumu zehirlemeye, ideolojisiyle beyinleri teslim almaya çalışmaktadır. Bencilliği, bireyciliği aşılayarak, insani değerler ve insanca güzellikler adına var olan her şeyi çirkinleştirmekte yozlaştırmakta, çürütmektedir. Her türlü araç ve yöntemi kullanarak, yaşamı tümüyle köleleştirmektedir.

Egemenler bu salgın koşullarını kendi çıkarlarına hizmet eden duruma sokmaya çalışıyorlar. Oysa biz “felaket tablosu” içinde bize biçilen pasif rolleri, önümüze sunulan çaresizliği kabul etmeyeceğiz, geleceğin sorumluluklarını gözeterek günümüzü planlayacağız. Karamsarlık yerine umutlarımızı büyüterek geleceğe hazırlık yapacağız. Salgın bitip sular durulduğunda sermaye sahipleri kaldıkları yerden devam edemeyecekler. Yeni kazanım ve tecrübelerimizle onların karşısına dikileceğiz.

Bir Yeni Demokrasi Okuru

*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 2 Nisan 2020 tarihli 58. sayısından alınmıştır.