“(…) Eğer toplumun üzerinde duran ve ‘ona gitgide yabancılaşan’ bir güç ise, o zaman açıktır ki (…) aynı zamanda egemen sınıfın yarattığı ve içinde o ‘yabancılaşma’nın maddeleştiği devlet iktidarı aygıtı da yok edilmeden ezilen sınıfın kurtuluşu mümkün değildir.” (Lenin, Seçme Eserler, Cilt 1, s. 20)
Sınıfların ortaya çıkmasıyla başlayan, sınıflar mücadelesinin bir ürünü olarak ortaya çıkan devlet; egemen sınıfların baskı aracıdır. Marks’ın deyimiyle de devlet, sınıflar arasındaki çatışmayı hafifleterek, bu baskıyı yasallaştırıp pekiştiren bir “düzen”in kurulmasıdır. Toplumu baskı altına almanın bir aygıtı olarak devlet, toplumun sınıflara bölünmesiyle, yani güç ve yetkiyi, elinde bulunduran bir grup azınlığın, toplumun çoğunluğunu oluşturan ve üreten bölümünün emeğine el koyduğu, onları sömürdüğü yerde ve zamanda ortaya çıkmıştır.
Günümüz toplumlarında devlet, topluma rağmen ama toplumun hizmetindeki tek egemen yapıdır. Toplumdaki bireylerin gönüllü olarak bağlandığı, karşısında sorumluluk kazandığı devletin “rızayla egemen olma” durumu bizlere dışarıdan çok ilginç gelebilir. Ama toplumun, halkın “yönetilme” talebi, devlet otoritesinin bireylere indirgenmesi, “herkesin devleti” anlayışı bugün bu gerçeğin esaslarını oluşturmaktadır. Bugün salgın hastalıkla birlikte, çelişkilerin keskinleştiği noktada devletin “herkes için olmadığı” durumunu kitlelere daha net bir şekilde anlatma imkanı önümüze çıkmaktadır.
Köleci toplumdan feodalizme kadar, soyluların, köle sahiplerinin, ağaların, beylerin, egemenlerin baskı aracı olan devlet; kapitalizmin gelişmesiyle birlikte tüm toplumun “rızası” dahilinde ortaya çıkan bir baskı aracıdır. Bu araç, her fırsatta kimin devleti olduğunu apaçık ortaya koymaktadır.
Bugün salgın hastalıkla kasıp kavrulan dünya, Kovid-19 virüsüne yenik düşmüş durumda. Emperyalist kapitalist sistem “tehlike” çanlarını büyük bir gürültüyle çalıyor. Burjuva ekonomistler dahi tarihin gördüğü en büyük krizlerden birine “hazır olun” çağrısı yapıyor. Emperyalist, yarı-sömürge ve bağımlı kapitalist, tüm devletler bu krizden sermayeyi ve egemenleri nasıl kurtaracaklarının derdine düştüler. İngiltere ve Hollanda’da uygulanmaya çalışılan “sürü bağışıklığı” sistemi çöktü. Virüsü kontrol altına almak için çaba gösterilmeyen bu teoride bağışıklığı zayıf olanlar, yetersiz beslenenler ölecek, bağışıklığı güçlü olanlar hayatta kalacak. Sistem, “ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” teorisini benimsemiş görünüyor. ABD’de de yöneticilerin “ekonomimiz için yaşlılar kendini feda etmeye hazır, bütün ülkeyi feda etmeyelim” açıklamaları vahşi kapitalizmin net göstergesidir.
HALKIN SAĞLIĞI DEĞİL, ÜRETİMİN DEVAMI
Ülkemizde de devlet, bir kez daha kimin devleti olduğunu ortaya koymuştur. Egemenlerin parasını verip koronavirüs testi yaptırdığı hatta koronavirüs testleri ithal edip karaborsadan sattığı, halkın ise sadece test yaptırabilmek için dahi günlerce hastane sıralarında beklediği bir durumda, devlet kimin devletidir? Devletin, işçilerin, emekçilerin, yoksulların devleti olmadığı kesindir. Devlet, üretimin durmaması için, açlık ya da salgın hastalık ikileminde bırakılanların devleti değildir.
Bugün AB’li emperyalistler “sosyal devlet” olduklarını vurgulayarak, izne çıkarılan işçilerin maaşlarının bir bölümünü karşılayacaklarını, yoksullara yardım edeceklerini, önemli olanın “toplumun sağlığı” olduğunu açıklıyorlar. Halk kırıntılara mahkûm edilerek, gelişecek mücadeleye gem vuruluyor. Ülkemizde ise zaten krizde olan ekonominin yerle bir olmasını öngören egemenler, virüs salgınında aldığı önlemlere işçi sınıfını dahil etmiyor, adeta işçi sınıfına virüs bulaşmıyormuş gibi görmezden geliniyor.
Kapitalizmde bireyin, halkın bir önemi yoktur. Onun için önemli olan üretimdir, artı-değerdir, azami kârdır. O yüzden bugün, işçi sınıfının canının, hastalanmasının, virüse yakalanmasının hiçbir önemi yoktur. Önemli olan üretimin devam etmesi, çarkların dönmesidir. Bu tabloda devlet, işçi sınıfına, emekçilere hiçbir şey veremez.
Kapitalist ya da yarı-sömürge, yarı-feodal toplumda, eşitliğe ve özgürlüğe ulaşmak olanaklı değildir. Çünkü; kapitalizm, doğası gereği her zaman “halkın mutluluğunun, refahının” özel çıkara feda edilmesidir. Kapitalizm toplumsallığı değil bireyi ve özel mülkiyeti kutsar, geliştirir. Bu nedenle, halkın eşitliği, hak ve özgürlükleri, kapitalist sistemde ya da reformsal taleplerle değil Demokratik Halk Devrimi ile mümkün olacaktır. Bilince çıkarmamız gereken, sistemin tamir edilmesi, “sosyal devlet anlayışının” geliştirilmesi değil, sistemin bir bütün alaşağı edilmesidir.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 2 Nisan 2020 tarihli 58. sayısından alınmıştır.