“İki tür kavga vardır bu dünyada/Biri övülmeye değer, öteki kötülenmeye/Özden apayrıdır bu iki kavga/İnsanı kanlı savaşlara götürür biri/Öteki…/İnsanlara yararlıdır o kavga o kavga ki/Eli tutmaz insanları bile/İşe sürükler…” (İşler ve Günler)
İlk Çağ insanlarının bile bilincine yansımış, Yunan Mitos’unun yazıcılarından Hesiodos’un bu sözlerinde ifadesini bulan yalın bir gerçeği alıp bugüne vurduğumuzda, farklı bir şey göremiyoruz. Evet, bir yanda; sömürücü sistemlerin egemenliğini sürdürme mücadelesi ve diğer yanda; her tür sömürü ile birlikte “insanlığı” nihayet sınıfsız bir geleceğe taşıma potansiyelinde olanların mücadelesi…
Bu mücadelede ezilenlerin ve emekçi yığınların haklılığı, dolayısıyla meşruluğu bilinci edinilmesi; bizi aydınlatan, ilk kıvılcımlar, toprağa düşen ilk tohumlar olmaktadır. Ancak bu haklılığının ve meşruluğun ayırdında olmamıza rağmen, öylece durup mücadelenin nasıl tayin olacağını beklersek; yalnızca boş yakınmalarla, sızlanmalarla silahlanmış oluruz. Ki bu silahla, insan, sadece kendisini vurabilir. Burjuvalar ve diğer sınıf düşmanları beklemeci bir tutum içerisinde olmazlar; onlar, oyunu kuralına göre oynamaktadırlar. “Düşmandan, kitlelerden ve yenilgilerden öğreneceğiz” diye boşuna söylenmemiştir. Egemenler, mücadele sahasına kendi silahları ile çıkmaktadır. Ekonomik-politik çıkarları bu çıkarları korumaya hazır gerici zor aygıtları, kendi sınıf pencerelerinden bunları meşrulaştıran ideolojik argümanları, ete kemiğe bürünmüş araçlarla hayatın her alanına sürülmekte ve sürdürülmektedir. Kısacası düşman; her alanda boşluk bırakmamaya, hegemonyasını oluşturacak ve pekiştirecek araçlar yaratmaya çalışmaktadır.
Sınıf mücadelelerinde ya da çeşitli toplumsal mücadelelerde işçi sınıfı, diğer emekçi kesimler ve ezilen uluslar da gelinen aşamada, kendi sınıfsal veya toplumsal çıkarları doğrultusunda çeşitli araçlara sahiptir. Tarihsel olarak bu araçların nelerden oluştuğu, birbirleriyle ilişki ve farklarının neler olduğu bilinmektedir. Keza, ülkemizde de işçi ve emekçilerin hiç de azımsanmayacak bir mücadele birikimi, Kürt ulusu ve diğer milliyetlerden ezilen ulusların toplumsal-ekonomik-siyasi mücadele deneyimi ve geliştirdiği araçlar bulunmaktadır. Proletarya Partisi de tüm bu mücadele birikim ve deneyimlerini hafızasında biriktirdiği gibi ülke somutunda enternasyonal proletaryanın mücadele bayrağını dalgalandırma görevini yarım asra yakındır üstlenmektedir. Kendisini, bilimsel sosyalizmin niteliksel gelişkinliğinin en ileri temsili olan MLM ideolojisiyle donatarak, savaşımdaki proleter öncü yerini alma iddia ve kararlılığını sürdürmektedir. Bu iddianın ve tasavvur ettiğimiz dünyanın vücut bulması, objektif koşullarla ilişkili olduğu gibi Proletarya Partisi’nin siyasal-örgütsel-askeri vd. etkinliği ve gelişkinliği ile de ilişkilidir. Hatta öyle ki bütün ülkelerin sınıfsal ve toplumsal hareketlerinin gele gele çıkmaza düştüğü veya ivmesinin yükselip iktidara aktığı nokta, bu tür bir (komünist) önderlik sorununda düğümlenmektedir.
Uzaklara gitmeyi gereksindirmeyen bir dizi tarihsel süreci yaşadık. Gezi İsyanı herkesin hafızasında günceldir ve tipik bir örnektir. Gezi’nin kitlesel bir biçimde ülke geneline yayılmış bir hareket olduğunu çekinmeden söyleyebiliriz. Ancak hareketin çıkışı ve seyri; küçük burjuva karakterinden, onun rengini verdiği reformsal taleplerden ileri değildi. İçerisinde işçilerin dahası devrimci, komünistlerin olması bunu değiştirmedi; zira orada bulunan işçi, sınıf olarak orada değildi, aynı zamanda devrimci, komünistler de hareketin önderliğinde esaslı yer tutamamıştı. Doğallığında bu hareket de bulunduğu mevziyi tutmayı ya da uygun geri adımlar atarak çekilmeyi beceremeden sönümlendi. Sonuçta, burada belli başlı reformsal kazanımlar olmasına rağmen bu kazanımların sermaye-devlet ortaklığıyla hızlı bir şekilde boğulduğunu görüyoruz. Doğanın, çevrenin talanı; kentlerin ranta açılması daha yaygınlaştırıldığı gibi en ufak ekonomik-demokratik istemle dahi sokağa çıkmak bütün faşist yöntemlerle büyük ölçüde engellenmiş bulunuyor. Açıkçası dünyanın her yerinde, işin doğası böyle işlemektedir ve bundan başka bir sonuç çıkması da beklenemez. Bunlar, göz önünde ceryan eden olgulardır.
DEVRİMCİLİKTEN KOPUK “GERÇEKÇİLİK” İŞİMİZE YARAMAZ
Devrimlerin ya da devrimci süreçlerin gerilemesine, yenilgilere bakıp; burjuva liberal anlayışların, reformizmin türlü etkinlenmelerinin estirdiği sistem içi veyahut parlamentarist rüzgarın sonucuna bakıp (ne yazık ki bunun hezimeti, bu bilinç bulanıklığı kitleye de mal edilmiştir) “yine olmadı”, “artık hiç olmaz” hezeyanına kapılmak günümüzde çok tutulmamaktadır. Bizim yaptığımız ve daha da yapmamız gereken ise; bu gerileme ve yenilgilerden dersler çıkarıp iddiamızı ve halkımızın özlemlerini, beklentilerini yerine getirmede eksik olan taşları birer birer yerine koymak sorumluluğudur. Bu bilinçle hareket etmeye çağırmaktır; komünist partisini bu yönlü merkezi çağrıları sarsıcı niteliktedir.
“Proleter Devrimciliği Kuşan…” şiarının ardından gelen “Bir Adım İleri!” çağrısı, örgütlü yürüyüşü “Komünist bir nitelik için devrimci eylemi” büyütmeye ve geliştirmeye işaret etmektedir. Bunun altını dolduran politik-pratik adımlar, kolektif nitelikteki alanlarda veya tek tek örgütlü bireylerde, sıradan bir gündem gibi algılanmamalıdır. Doğru anlaşılmalı ve azami düzeyde kavrayış geliştirilmelidir. Parti içi diyalektik gelişim için, bu tür bir kavrayışa ve uygulanışın, uygulatışın silsilevari devredilmesi zorunludur. Aksi durumda olan örgütlemeler ve yoldaşlar, parti yönelimi ile pratik çelişki içine düşmekten kaçınamaz. En önemlisi de nedeni doğru ve yerinde olursa olsun; politikanın hayata eksik, hatalı uygulanması, uygulanmaması ve dolayısıyla başarısızlığını baştan garantilemiş olacaktır (!)
Hareket hayatın gerisinde kalamayacağı gibi bizler de hareketin gerisinde kalamayız. Bunun bizi tökezleteceği, sakat bırakacağı bilinmelidir. Durduğumuz yerde kapsamı oranında gelişimi de sakatlayan, engelleyen faktörler oluruz. Her dönemde olduğu gibi bugün de örgütlü olmak; parti örgütlerinin herhangi birinde bulmak, tek başına yeterli değildir, bu ilk adımdır. Bununla birlikte “(…) Partinin siyasal çizgisini anlayan, bunu kendi çizgisi olarak benimseyen, bu çizgiyi uygulamaya hazır, onu pratiğe geçirebilecek ve çizgiden sorumlu olup onu savunabilecek ve onun için savaşabilecek kişiler (…)” olmalıyız. (Kadrolar Üzerine) Stalin yoldaş böylesi kişilere sahip olmayan bir partinin, doğru da olsa iç siyasal çizgisinin “tamamen sözde kalma tehlikesi ile karşı karşıya…” olduğunu özellikle vurgulamıştır. Geçmişten günümüze belirlenen politikaların, olumlu veya eksik-hatalı uygulamalarında, bu sorun önemli bir etken olarak ortaya çıkmaktadır.
Öte yandan kimimiz (açık söylemek gerekir ki) devrimin ve kolektifin görevlerinde özneleşmeyi üzerine dahi almazken kimi yoldaşların da kendisini sarsma girişimi ve çabasını “koşullar”ın duvarına çarparak ilerleyemediği görülmektedir. Bu “koşullar”ı; genel olarak burjuva feodal ideolojik çemberin ve komprador patron ağaların; onların faşist devletinin siyasal, ekonomik, askeri ve diğer kuşatmalarının güçlü etkisi altında olmaktan başka bir şey değildir. Bunların etkisinin varlığı ve gerekliliği inkâr edilemez, gerçeklerden kopuk “devrimcilik” iddiası ve yöneliminin de pek bir gerçekliği yoktur. Bizim ayağımıza pranga olan gerçekleri bir yanıyla görürsek durum bundan ileriye gitmez; gitse de kendiliğindenliğin ötesine geçemez. Bu noktada tekrar Stalin yoldaşa dönmekte fayda var. Stalin yoldaş, diyalektik materyalizme göre hareketin iki türünü yorumlarken evrimci olanı; “eğer ileri unsurlar, kendiliğinden her günkü etkinliklerini sürdürürler ve eski durum ve koşullardan küçük nicel değişiklikler yaratırlarsa hareket evrimcidir” diye ifade eder. Devrimci olana ise; “eğer aynı unsurlar birleşerek ortak bir fikri benimserler ve eski durumu ve koşulları kökünden yıkmak ve yaşamda nitel değişikler meydana getirip yeni durum ve koşulları kurmak için düşman cepheye karşı saldırıya geçerlerse, o zaman hareket devrimcidir” diyerek oldukça yalın bir tarzda açıklık getirmektedir. (Seçme Eserler, Cilt 1, s. 236)
Geride bıraktığımız 2019 yılının son çeyreğinde, dünyanın birçok bölgesinde tutuşan direniş ateşleri; Ortadoğu’dan Latin Amerika’ya, Asya ve Avrupa’ya uzanan başkaldırı dalgası, yine ülkede işçi sınıfının lokal direnişleri, öğrenci gençliğin akademik demokratik talepli mücadelesi, ezilen ve sömürülen tüm kesimlerin hak arama mücadelesi göstermektedir ki; hareketin ya da bizim şu gerçeğimizin (!) bir de bu yönü var. Öyleyse, gerçeklerden kopuk devrimcilik olmayacağı gibi devrimcilikten kopuk “gerçeklik”ten de bir iş çıkmayacağını söylemeliyiz yoldaşlar. Koşullar çok karamsar gibi görünse de onu bir kez kavramak ve değişim dinamikleri içinde bir özne olmak var gücümüzle kavgaya atılmak, gerçekleri devrimci kılmanın ön adımları olacaktır. Devrimci taktiğin büyük ustası Danton’un söylediği gibi “Cesaret, cesaret ve yine cesaret!”
KİTLELERDEN KOPUK DEVRİMCİ POLİTİKA OLAMAZ
Sınıflı toplumlarda her eylem, düşünce ve politika, bir sınıfın ürünü olduğu gibi kendisine de toplumsal dayanaklar arar. Bu ister proleter kökenli bir politika olsun, ister burjuva bir politika, mutlaka karşılıklarının zorunluluğunu arz eder. Bu yüzdendir ki emperyalist-kapitalist sistem her kriz dönemi politikalarını, kitlelerin özlemleriyle özdeşleştirecek kılıflara büründürür. Hatırlanacağı üzere emperyalizmin neoliberal politikaları, “Dünyada refahın, huzurun, barışın, bir arada yaşamanın” kılıfıyla sunulmuştur. Şimdilerde T. Erdoğan’ın Avrupalı emperyalistlere göz kırparken “Bizim harcanmamış iş gücümüz var. Gelin, Türkiye’ye sermaye aktarın!” diye seslenmesinin altında da benzer bir olgu yatmaktadır. Taşeronlaşma, esnek çalıştırma, güvencesizleştirme ve örgütsüzleştirmeyle ülkenin tümden ucuz iş gücü havzası haline getirilmesi, bunun koşullarını fazlasıyla oluşturmuştur. T. Erdoğan’ın emekçilerin cebinden ağalık yapması bir tarafa, emekçilerin sınıf bilinçli ve örgütlü mücadele düzeyi gerilediği, şovenizmden etkilendiği oranda; sermayenin daha az bedelle daha fazla kâr elde etme hırsını da kamçılayacağı ve “gönüllü” bir şekilde zorlu koşullarda çalışmayı “kabullenecekleri” ortam doğmaktadır.
Egemenlerin ya da iktidardaki faşist kliğin üzerinden yürüdüğü ve sistemin devamına dayanak elde etmeye çalıştıkları kitleler, devrimci teori ve politikanın ve de devrimci örgütün yegane dayanağıdır. Ekonomik, siyasal çıkarları, gerek kısa vadede gerekse de uzun vadede Yeni Demokratik Devrim mücadelesi ve onun zaferlerindedir. Bu nedenle öncünün politikası emekçi yığınlarla buluşturulmak zorundadır. Kitleler, politikanın ve devrimci, demokratik mücadelenin öznesi oldukça egemenlerin bu dayanakları da altlarından kayacaktır. Burada ilginç bir diyaloğa yer vermek faydalı olacaktır. Marks’ın şair dostu Georq Herwegh’in “Ben sallanan bir tek taht bile göremiyorum” alayına yanıtı şöyle olur: “Kulağını yere daya, Georq. Tahtlar kendiliğinden yıkılmaz. Altlarındaki toprak kaydığında devrilir.” (Ateşi Çalmak, Cilt 2, s. 216)
Emperyalizmin “elveda proletarya” naralarının aşısının tuttuğu, azımsanmayacak ölçüde devrimci, demokrat ve hatta kendisine komünist sıfatını atfeden çevreleri de etkisi altına alıp iyiden iyiye kuşattığı böylesi bir süreçte bizler, akıntıya karşı yüzdüğümüzü bilmeliyiz. Bu akıntıda güçlü durmak ancak ve ancak Proletarya Partisi’nin 1. Kongresi’nde ifade edildiği gibi “Burjuva tarzda devrimciliği alt üst etmek, ona yönelmek, onun kuşatmasını parçalamak ancak ve ancak komünist partisinin onun karşısında hem düşünsel hem teorik hem örgütsel hem de politik olarak güçlenmesi ve kendini gerçekleştirmesi ile olanaklıdır.” Devamla, “Proleter devrimcilik koşullar ne olursa olsun işçi sınıfının tarihsel rolünü unutmamak, onun Yeni Demokratik Devrim’i gerçekleştireceği ve sürdüreceğine güçlü şekilde inanmaktan geçer.” (Partizan Özel Sayı)
Unutmamalıyız ki her adım büyük atılımların; her basit örgütlenme nitelikli, geniş örgütlenmelerin kaçınılmaz öncüsüdür. Şunları bilincimize kazıyalım: Biz bunları yapabiliriz ve biz bunları yapacağız!
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 20 Şubat 2020 tarihli 55. sayısından alınmıştır.