Ortadoğu’nun kanayan yarası Suriye’de tansiyon bu sefer de İdlib gündemiyle yükseldi. Esad rejiminin Suriye’de yeniden kontrolü sağlamaya başlamasıyla beraber kendisi için kritik önemdeki ve muhaliflerin elindeki son kale niteliğinde olan İdlib’e yönelik başlattığı askeri harekât, Suriye ordusu ile TC ordusunu karşı karşıya getirdi.
Astana görüşmeleri ve Soçi mutabakatı çerçevesinde İdlib merkezli gözlem noktaları oluşturan TC, bu anlaşmaları fırsata çevirerek konumlanmasını kalıcı bir noktaya çevirme çabalarını sürdürürken Suriye toprak bütünlüğünü (!) yeniden tesis etme gayreti içinde olan Suriye ordusunun hedefi haline geldi. 3 Şubat tarihinde İdlib’in Seraklib bölgesinde cihatçı muhaliflere yönelik başlatılan operasyonlar kapsamında Türkiye’nin gözlem noktaları, Suriye ordusunun topçu atışlarıyla vurulmuş ve bu saldırılarda 7 asker öldürülmüştür. Henüz bu saldırı gündemdeki sıcaklığını korurken bu sefer de 10 Şubat tarihinde Taftanaz’daki Türk gözlem noktası vurulmuş ve burada da 5 asker öldürülmüştür.
Rusya destekli Suriye rejimi, “Bölge, silahlı muhaliflerden temizlenene ve kontrol sağlanana kadar askeri harekât devam edecektir” açıklamalarıyla aynı zamanda TC’ye de ültimatom verirken Türk hâkim sınıfları da bir anda savaş tamtamları çalmaya başladı. İlk açıklama, 10 Şubat’ta Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’dan geldi. “Suriye bir an önce saldırılarını durdurmalı ve Astana anlaşması ve Soçi mutabakatı sınırlarına geri dönmeli. Şubat sonuna kadar süre veriyoruz. Aksi takdirde biz de gerekeni yaparız” dedi. Aynı saatlerde Milli Savunma Bakanlığı da misilleme olarak 150 noktanın yoğun topçu atışlarıyla vurulduğunu ve burada 151 rejim askerinin öldürüldüğünü açıkladı. (Yani vurulan nokta sayısına düşen ölü sayısı 1) Ancak Rusya Dışişleri Bakanlığı, TC’nin bu saldırısını yalanladı.
Gelinen aşamada it dalaşının yarattığı tartışma, kuşkusuz “Suriye ile TC arasında bir savaşın” vuku bulup bulmayacağıdır. Bunun yaşam bulma şansı ne Suriye rejimi, ne de TC egemenlerinin belirleyiciliğinde değildir. Her ne kadar pratikte kendi toprak bütünlüğünü yeniden tesis etme gayreti içerisinde olan Suriye egemen sınıfları, TC gözlem noktalarını vurmuş olsa da arkasında güçlü bir Rusya desteği olduğu bilinmez değildir. Bu anlamda bir NATO ülkesi olarak ve ABD emperyalizmine bağımlı karakteri nedeniyle, olası bir savaşın sadece TC ile Suriye arasında sınırlı kalmayacağı da bilinen bir gerçektir.
Gelişmelerin ortaya koyduğu bir başka gerçeklik ise her ne kadar kendi sınır güvenliğini bahane etse de “TC’nin Suriye’deki varlığının” tartışmalı olmasıdır. Suriye’deki kargaşadan faydalanan TC egemen sınıflarının oradaki varlığının ana dinamosunu, kuşkusuz Kürt halkının kazanımlarına olan tahammülsüzlüğü oluşturmaktadır. Kürt halkının en küçük kazanımlarına olan tahammülsüzlüğü Rojava’daki gelişmelerle büyüyen TC egemenleri, bunu bahane ederek Suriye’de konumlanma içerisinde olmuş, Afrin başta olmak üzere Serekaniye ve Kobane işgallerine bir meşruiyet kazandırmaya çalışmıştır. Ancak gelinen aşamada bununla yetinmeyen TC devleti, her fırsatta rejim karşıtı cihatçı muhaliflere her türlü desteğini esirgememiş ve krizi derinleştirme çabasından da geri durmamıştır.
Ancak gelişmeler gösteriyor ki, rejim geçmişteki gibi zayıf değil ve cihatçı muhaliflere karşı kazandığı zaferin son darbesini vurmaya hazırlanıyor. Bu durum kuşkusuz TC’nin istediği bir durum değildir. Zira cihatçıların elindeki son kale olan İdlib düştüğünde arkası Afrin’dir. Suriye Rejimi’nin başından beri yaptığı, ancak son süreçte daha yüksek sesle dillendirdiği (ABD ve Türkiye’ye atfen) “yabancı unsurları topraklarımızdan çıkaracağız” söyleminin karşılık bulacağı ilk hamle Afrin’le başlayacak ve sırasıyla Türkiye’nin Rojava merkezli “Suriye’deki varlığına” bir yönelimin işaretleridir. Her ne kadar son süreçte TC devleti “Adana Mutabakatı”nı gündeme getirerek, bölgedeki varlığını meşrulaştırmaya çalışsa da anlaşma yaptığı Suriye rejimini tanımayarak bu kozunu da boşa çıkarmıştır. Geriye sadece Suriye rejiminin kendisini yeniden toparlaması kalmıştır ve rejim bu yönde de ilerlemektedir. Bu anlamda diplomatik olarak Rojava’daki kazanımları engelleme çabası kadar sahada da buna yönelik bir konumlanma içerisinde olan Türkiye’nin saha dışında kalması pek isteyeceği bir durum değildir. İdlib sancısı, ölen askerlerinin sancısından ziyade esas olarak budur.
Olası bir savaş ihtimaline tekrar dönecek olursak; bu pek mümkün görünmemektedir. Keza Suriye İdlib’i tamamen kontrol altına almada kararlı ve en büyük desteği de efendisi Rusya’dan almaktadır. Her ne kadar son süreçte Türkiye ile Rusya arasında bir yakınlaşma olmuş olsa da bunun kalıcı olmadığı (en azından şimdilik) dünden belliydi. Bu karşı karşıya gelişte Rusya’nın tercihinin Suriye rejimi olacağından kuşku yoktur. Zira Suriye, Rusya için Ortadoğu’nun anahtarı pozisyonundadır. Kaldı ki, Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un, Türkiye’nin çıkışı karşısında “çağrılmadığınız topraklarda saldırıya uğramanız normaldir” sözleri, ilerleyen sürecin işaretleri ve bir ayar niteliği taşımaktadır.
Anlaşılan o ki TC bu mesajı almış, NATO ve ABD’ye çağrı yaparak yalnızlığına ortak arama gayreti içerisine girmiştir. Suriye’nin saldırıları ve ölen askerlerini kullanarak mağdur edebiyatına sığınan TC egemenleri, şimdilik istediği desteği almış değil ve alacağa da benzemiyor. ABD Dışişleri Bakanı M. Pompeo her ne kadar “Müttefikimiz Türkiye’nin yanındayız” diye açıklama yapsa da Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı O’Brien’ın, “küresel bir polis olarak oraya paraşütle inip saldırıları durdurmamız mı bekleniyor?”, “Suriye’deki sivil katliamlarının durdurulması gerektiğini yüksek sesle söylemeye devam edeceğiz, fakat İdlib’e askeri olarak müdahale edeceğimizi sanmıyorum” şeklindeki açıklamaları, ABD’nin izleyeceği politikanın özeti niteliğindedir.
ABD’nin Ortadoğu politikası kapsamında Suriye’ye özel bir ilgisi olsa da Rusya’nın sahadaki fiziki varlığı, şimdilik Deyra-zor ve çevresindeki petrol yataklarıyla sınırlı bir konumlanma içerisine girmesine neden olmuştur. Bu anlamda Türkiye’nin savaşın içerisine itilmesi, ABD’nin kendi çıkarlarını da bir yerde zorlayacaktır. Türkiye’nin şimdilik oradaki varlığı ve karışık ortamın ABD tarafından bir memnuniyet göstergesi olduğu ortadadır. Zira karışıklık nedeniyle ABD fiili olarak ne Rusya ve ne de Suriye rejimi ile karşı karşıya gelmekte ve petrol yataklarından olabildiğince yararlanmaktadır. Kuşkusuz gerektiğinde her iki emperyalist güç karşı karşıya gelmesi gerekiyorsa bundan hiç çekinmeyeceklerdir. Ancak zamanın şu an olmadığı, Suriye ordusu ve Rus ordusunun Kobane’ye ilerleyişi sırasında karşı karşıya kalmamak için ABD’nin üslerini boşaltma pratiğinde görülmüştür. Avrupalı emperyalistlerin de kınama ve destek mesajları dışında fiili desteğin hiçbir emaresine rastlanmadığı bugünlerde tek başına kalan TC’nin esas olarak Rusya ile karşı karşıya (hele bir de hava sahasının kapatıldığı bir süreçte) gelme gibi bir tercihinin olmayacağı açıktır. Her ne kadar savaş tamtamları çalıp, esip gürleseler de İdlib ve sınır hatlarına takviye birlikler konumlandırsalar da İdlib’te neredeyse tamamı kuşatılmış gözlem noktaları dışında hareket alanı kalmayan bir TC’nin esas başvuracağı yöntem, diplomatik görüşmelerle işi masada çözme uğraşı olacaktır. Nitekim ardı arkası kesilmeyen Türkiye-Rusya görüşmeleri bunun kanıtıdır. Ancak burada belirleyen taraf Türkiye değil, Suriye ve efendisi Rusya olacaktır.
O halde geriye, iktidarı ve muhalefetiyle derin bir kriz içerisinde olan egemen sınıf temsilcilerinin “şovenizm” zehri ile halk kitlelerini etkisi altına alarak krizi fırsata çevirmek ve meseleyi bir beka sorununa endekslemek kalıyor. Nihayetinde AKP ve MHP hâlâ Şam Emevi Cami’sinde cuma namazı kılma planlarını ortaya koyarken muhalefetten İYİP de koroya katılmış ve intikam çığlıkları atmıştır. CHP ise iki yüzlüce hem AKP/MHP’nin dış politikasını eleştirip, sorunun barış eksenli çözümü için sağduyu çağrısı yaparken diğer yandan Rojava başta olmak üzere her türlü sınır ötesi harekâta tam desteği ile gerçek yüzünü her zaman ortaya koymakta ve “devletin bekası” için ortaklaşmada bir beis görmemektedir. Ancak görünen o ki Şam’da cuma namazını hedefleyenler, rotayı yavaş yavaş Ankara Beştepe Camisi’ne çevirecektir.
KÖPEKLERİN DOSTLUĞU, ÖNLERİNE KEMİK ATILANA KADARDIR!
Türk hâkim sınıflarının izlediği dış politikanın tamamı, hamaset üzerine kurulmuştur. Muhalefet de dahil, göstermelik eleştiriler dışında “Büyük devlet şovenizmi (!)”ne kapılarak tek vücut hareket etmektedirler. Özellikle konu, Kürt halkının kazanımları olunca sınır içi-sınır ötesi fark etmeksizin bu kenetlenme daha da belirginleşmektedir. Ancak iç politikada durum biraz daha farklılaşmaktadır. İçerde de devletin bekasına yönelik tehlikelerde yekvücut olan egemenler, klik çıkarları devreye girdiğinde önlerine kemik atılmış köpekler gibi birbirine saldırmaktan geri durmamaktadır.
Son olarak yeni olmayan, ama yeniden ısıtılan “FETÖ’nün siyasi ayağı” tartışması İlker Başbuğ’un açıklamalarıyla yeniden gündeme geldi. Ardından Kılıçdaroğlu, krizi fırsata çevirerek, sanki yeni bir şey açıklıyormuş heyecanıyla “FETÖ’nün siyasi ayağının Erdoğan olduğunu” söyledi. Elbette AKP ve Erdoğan buna sessiz kalamazdı ve karşı hamle ile “FETÖ’nün siyasi ayağının Kılıçdaroğlu’nun yatak odasına kadar girdiğini” ifade etti.
Bu hesaplaşmanın temelinde de elbette bir klik dalaşı vardır. Ancak zamanlaması oldukça manidardır. Sistemin derin bir ekonomik-siyasi/yönetememe krizinin kitlelerde artık adına “intihar” denilen cinayetlerle yansıdığı bir süreçte, elbette her klik bunun bir sistem sorunu olduğunu gizlemek adına rakiplerini egale etme uğraşı içerisinde, krizi fırsata çevirme gayretine girişmektedir. Bu tartışma da özellikle son yerel seçimlerle zafer sarhoşluğuna kapılan ve şimdi hedefinde muhafazakar kesimleri kazanma gayreti olan CHP/Millet ittifakının bilinmez olmayan yeni bir hamle ile ortaya çıkması olarak okunmalıdır. CHP, AKP/Cumhur ittifakının kitleler nezdinde zayıflayan otoritesini bu hamle ile derinleştirme çabası içerisine girmiştir. Aynı şekilde AKP de 15 Temmuz sonrası CHP/Millet ittifakına yönelik atıflarını bir kez daha bu vesileyle ortaya sermiştir. AKP’nin bu hamlesi de hem CHP’nin hamlesini boşa çıkarma hem de yerel seçimlerde kaybettiği prestijini yeniden tesis etme noktasında atılmış adımlardan birisi olmuştur.
Ancak kitleler nezdinde pek bir karşılığı olmayan bu tartışma, itlerin kavgasından başka bir anlam taşımamaktadır. Zira krizin etkisi ile halk bırakalım yaşamayı, içecek suya, bir lokma ekmeğe dahi muhtaç bir pozisyondadır. Hemen her gün işsizlik, yoksulluk, açlık nedeniyle yaşanan intiharların başka izahı yoktur. Dün meclis önüne atılan yazar kasa gerekçe gösterilerek krizin etkisini kitlelere anlatmaya çalışan AKP hükümetinin bugün meclis konuşmaları, “işsizim, çocuklarım aç” çığlıklarıyla kesilmeye başlamıştır.
Kuşkusuz kriz her geçen gün derinleşmektedir. Meclis önüne kadar taşınmaya başlayan yoksulluk, açlık, işsizlik haykırışları daha da büyüyecektir. Henüz ince bir tokat özelliği taşıyan bu haykırışlar, sadece AKP/MHP ittifakına değil, CHP/Millet ittifakının da parçası olduğu sistemedir. Ve gidişat, bu tokadın şiddetinin daha da artacağı yönündedir.
Gerek dış politika, gerekse de iç politikada istedikleri kadar gündem değiştirsinler, sistemin krizi kitlelerde bir öfkeye dönüşecektir. Korkuları bundandır. Bu korkuyu büyütmek, derinleştirmek kuşkusuz kitlelerin sokağa taşan öfkesinin büyüklüğü ile ölçülür. Yapılması gereken, bu öfkeyi açığa çıkarmak ve örgütlü bir güce dönüştürmektir. Ne dış politikada izlenen şovenist histerikler, ne de içeride izlenen baskı-sindirme ve suni gündemler, halkın sorunlarını gölgeleyemeyecektir. Suriye sorunu egemen sınıfların yarım ağız söylemleriyle “Barış yoluyla çözülemez.” Türkiye halkına ait olmayan ama sessiz kalması da beklenemez bir Suriye politikası, çözüm değil daha fazla karmaşa, daha fazla halklar arası bir düşmanlık politikasıdır. Suriye’de sorunun esas muhatabı öncelikle Suriye halkıdır. TC’nin kendi çıkarları gereği orada bulunmasının hiçbir meşru yanı yoktur.
Egemenler arası dalaşın bir parçası olmadan dayanışmayı büyütecek her türlü mücadele araçlarını yaşama geçirme zorunluluğu kadar, ülke topraklarında da kriz başta olmak üzere emekçileri ilgilendiren hemen her sorunda sistemin krizini daha da derinleştirmeye odaklanmalıyız. Gerçek sorunlar suni gündemlerle gölgelenemez. Gerçekleri sistemin yüzüne daha güçlü vurmak için andaki görevlere daha fazla sarılmalıyız.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 20 Şubat 2020 tarihli 55. sayısından alınmıştır.