Ağustos 2017’den itibaren polise bağlı olarak devreye koyulan bekçilerle ilgili mahkemelerin “kimlik soramaz” şeklinde aldığı kararlardan hemen sonra bekçileri yeni yetkilerle donatan kanun teklifi meclisten geçti. Sayıları 11 bini geçen ve devletin “gece kartalları” adını taktığı bekçilerle ilgili olarak İçişleri Bakanı Soylu, Tayyip Erdoğan’ın “Ben yatarken, sokakta bekçi düdüğünü duymak istiyorum.” dediğini ifade etmiş ve bekçilerin devreye koyulmasına “nostaljik” bir hava katmaya çalışmıştı. Oysa Cumhurbaşkanlığı sarayında düzenlenen “Şehir ve Güvenlik Sempozyumu”nda Erdoğan, “Artık şehirlerimizin düzenini sadece kolluk gücüyle sağlayamayacağımız bir yere gelmiş durumdayız. Yeni fikirler geliştirilmeli.” diye buyurmuştu (!)
Kabul edilen yasaya göre bekçiler; kişileri ve araçları durdurma, soru sorma, kimlik sorma, üst arama, silah kullanma, gösteri ve yürüyüşlere müdahale etme, kelepçe, cop, tazyikli su, biber gazı, köpek gibi araçları kullanma gibi polisin sahip olduğu yetkilere sahip olacak. Kısacası olası sorunlara karşı bekçiler tam teşekküllü olarak “yasa” zırhına büründürülecek. “Suçu önleme” ve “halkın huzur ve güveni” gibi yalanlarla propaganda edilse de bekçilerin halka ve olası toplumsal hareketlere karşı örgütlendiği açıktır. Halkı sindirmek ve sokakları kontrol altında tutmak temel amaçtır.
Hatırlanacağı gibi Gezi İsyanı, öz yönetim direnişleri, Kobanê serhildanı gibi mücadele süreçlerinde şehirler ve özellikle emekçi semtler militan direnişlerin odağı olmuş ve bu alanlar uzun süreli devlet terörüne maruz bırakılmıştı. Ve yine bu dönemlerde Osmanlı Ocakları ve AKP Gençlik Kolları üzerinden kimi paramiliter yapılanmalara gidilmiş ancak daha sonra politika ve araçlar değiştirilmişti. Devletin bekçilik kurumunu yeniden devreye koymasının arka planında bu gerçekler vardır. Ancak bundan da öte hâkim sınıflar ve devletin yer yer dillendirdiği “toplumsal patlama” korkusunun bugün en güncel sebep olduğunu vurgulamak gerekir. Her alanda muhalif en ufak eylem ve etkinliği polis ve mahkemeler aracılığıyla baskılayan devlet, işlediği cinayetler, gerçekleştirdiği katliamlar ve sokak ortasında yaptığı işkencelerle halka gözdağı vermeyi esas almış, bunun da ötesinde hem sivil faşist örgütlenmeleri hem de çeteleleri besleyip palazlandırmıştır. Bekçiler ise devletin halka yönelik bu politikasının, mahalle ve sokaklara inmiş resmi üniformalı aparatı olarak ortaya çıkmıştır.
Polis yetkilerine sahip bir bekçilik kurumuna neden ihtiyaç duyulduğuna dair “yakın polislik” ve “halkta olumlu bir algı oluşturmak” gibi argümanlar dün olduğu gibi bugün de dillendiriliyor. ‘80 ve ‘90’lı yıllardaki bekçilik uygulamalarına bakıldığında mahalle bekçilerinin genellikle o mahallelerde oturan kişiler üzerinden şekillendiği, yetkilerinin ise daha sınırlı olduğu görülüyor. Söz konusu dönemlerde bekçilik esas olarak devletin istihbarat ve işbirlikçilik ağına hizmet ediyor, bekçilerin mahalle halkıyla tanışıklığı aktif bir biçimde kullanılıyordu. Özellikle yoksul semtlerde, Alevilerin ve Kürtlerin yoğun olduğu mahallelerde yine buralarda yaşayan insanlardan bekçiler seçilerek hem devlete dair algıyı manipüle etmek hem de muhalif kesimler içerisinde işbirlikçiliği geliştirmek hedefleniyordu. Bugünkü bekçiler ise ağırlıklı olarak genç yaşta olmalarının yanında polis gibi söz konusu mahallelerde görevlendiriliyorlar. Askerliğini uzman çavuş olarak yapmış kişilerin öncelikli olması devletin halka yönelik askeri bakış açısının da göstergesi durumundadır. Esas rolü halkı sindirme ve korku yayma olsa da zamanla bekçiler üzerinden devletin yine işbirlikçilik politikasını geliştirmeye çalışacağı söylenebilir.
Bekçiliğin devlet yönetiminde bulunan AKP-MHP bloğu açısından kadrolaşma ve kendi tabanını güçlendirme boyutuyla da önemi vardır. Özellikle son yıllarda birçok devlet kurumunda ve belediyelerde devlet ile partinin (AKP) aynı kapıya çıktığı bir kadrolaşma modeli hayata geçirilmiş, buna uymayanlar çeşitli yollarla tasfiyeye maruz bırakılmıştır. Bekçiler bu kadrolaşma politikasının resmi militarist ayağını oluşturmakta, ikili bir görevi; devleti ve özelde iktidardaki gücü koruma kollama işlevi de kazanmaktadır.
Bekçilerin sokaklarda dolaşmaya başlaması birçok hak ihlalinin yaşanacağı, özellikle kadınları ve gençleri baskılayan uygulamalarla “ahlâk polisi” gibi hareket edeceği gibi kaygı ve tartışmaları da öne çıkardı. Yine bekçilerin yeterli bir eğitimden geçmediği insan hakları kuruluşları ve çeşitli siyasi, demokratik örgütlenmeler tarafından dillendirildi. İktidarın toplumda hâkim kılmaya çalıştığı gerici ve bağnaz kültürel yapı, diri tutmaya çalıştığı siyasi-kültürel kamplaşma ve bekçilerin imza attığı darp ve işkence vakalarını düşündüğümüzde bu kaygılar önemsiz değildir. Ancak aynı durumun polis için de söz konusu olduğu, meselenin temelde eğitim ve hukukla ilgili bir sorun olmayıp faşist bir devlet politikası olduğu unutulmamalıdır. Doğallığında bekçilere dair tartışmanın esas olarak devletin faşist örgütlenmeleri ve bunlara dair mücadele bağlamında tartışılması gerekmektedir. Çünkü bekçilerin arkasında polisi, yasası, mahkemeleri ve tüm faşist kurumlarıyla devlet vardır.
Bekçilerin yeniden ve daha askeri bir biçimde örgütlenmesinin toplumsal muhalefetle ilgili olduğunu belirtmiştik. Devlet nezdinde bu toplumsal muhalefetin odağında her zaman komünistler ve devrimciler bulunmaktadır. Hâkim sınıflar halkı örgütsüz bırakmaya dönük baskı ve asimilasyon politikalarını hayata geçirirken temel hedefleri toplumsal çelişkilerin sistem ve devlet karşıtı bir harekete dönüşmesinin önüne geçmektir. Bunun için de halkın komünist ve devrimci örgütlerle buluşması engellenmek istenir. Bugün yeterince güvenli olmadığı için olsa gerek devrimci mücadelelerle kurulmuş ve devrimci çalışmaların etkin olduğu mahallelerde bekçiler pek gözükmemekte; panzeri, akrebi ve tomasıyla polisin “terörle mücadele”, “özel harekât”, “çevik kuvvet” gibi güçleri görev yapmaktadır. Ancak polis yıllardır baskınlarla, sokak ortası işkenceler ve katliamlarla bu mahallelerde terör estirmeye ve aynı zamanda çeteleri güçlendirmeye devam etmektedir. Bekçilerin devrimci ve muhalif karakteri öne çıkan emekçi mahallelerde bir rol üstlenip üstlenmeyeceğini ya da nasıl bir rol üstleneceğini zamanla göreceğiz. Fakat bu mahalleler özgülünde devletin bekçilerin güvenliğine dair duyduğu kaygı, devletin silahlı faşist örgütlenmelerine karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiğine de ışık tutmaktadır.
Hâkim sınıflar ve devlet, ekonomik ve siyasi sorunlarla, keskinleşen sınıfsal ve toplumsal çelişkilerle baskı ve zor mekanizmasını geliştirerek baş etmeyi amaçlamaktadır. Bunun için gerektiğinde her türden yeni faşist yasayı hayata geçirmekten ve kendi faşist yasalarını çiğnemekten geri durmayacaktır. Bu anlamda bekçiler ve devletin polis gücü karşısında yasa, hukuk ve eğitime dair yapılan tartışmalar konunun esasına ilişkin değildir. Liberallerin ve reformistlerin demokratikleşmeye ve seçimlere dair içi boş gevezeliklerinin faşizmin saldırılarına engel olmayacağı, tersine sistemi ve devleti meşrulaştıran bir işlev kazanarak faşizme karşı halkı silahsızlandıracağı onlarca deneyimle sabittir. Eğer faşizm ve faşist devletten söz ediliyorsa buna karşı mücadelenin de tutarlı olması; faşizme karşı direnişi ve devrimci mücadeleyi esas alması gerekir. Doğal olarak bugün mesele; halkın, devrimci ve komünistlerin ne yapacağında; geliştirilen resmi/gayri-resmi faşist örgütlenmeler ve devletin beslediği çeteler aracılığıyla yoğunlaşan saldırıların nasıl göğüsleneceğinde düğümlenmektedir.
Ülkemiz devrim mücadelesi, devletin her türden resmi veya sivil faşist silahlı örgütlenmelerine karşı önemli deneyimlere sahiptir. Emekçi ve devrimci mahallelerde sokağa salınan devletin faşist güçleri can bedeli devrimci mücadelelerle birçok kere sokaklara çıkamaz, mahallelere giremez hale getirilmiş, faşist güçlere bedel ödettirilmiştir. Bugün aynı devrimci ve militan çizgiyi esas almak, halkı örgütlemek ve halkı silahlandırmak ilerde karşılaşacağımız faşist saldırı ve katliamlara karşı tek doğru çözüm olacaktır. Komünistler her alanda halkın örgütlenmesini ve faşizme karşı mücadeleyi yükseltmeyi esas alacak, halka ve tüm devrimci-demokratik güçlere faşizmin zoruna karşı devrimci zorun kaçınılmazlığını anlatmaya devam edecektir.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 6 Şubat 2020 tarihli 54. sayısından alınmıştır.