Ortadoğu’da patlak veren halk isyanlarına dair araştırmacı-yazar Faik Bulut, gazetemize değerlendirmelerde bulundu. Bulut, son dönemde Arap coğrafyasındaki halk isyanlarının ortak noktalarına değinirken emperyalist güçler ile İran’ın, ayaklanmaları Sünni-Şii kavgası biçimine sokmaya çalıştığını vurguladı. Önderlik sorununun ise bir kez daha bu halk ayaklanmalarıyla birlikte önem kazandığını belirten Bulut, bütün ayaklanmaların en büyük eksikliğini önderliğin bulunmaması olarak görüyor. Gezi İsyanı’nın da bu perspektifle ele alınması gerektiğini söylüyor.
***
İran ve ABD arasındaki çatışma, biçimsel olarak aslında Batılı emperyalist güçlerin “Şii Hilali” denilen kalıbı içerisinde sürdürülmek isteniyor. Yani Sünni-Şii çatışması şeklindeymiş gibi bir algı operasyonu söz konusu. Şii Hilali, güya İran’ın yayılmacılığını temsil ediyor ABD ile İsrail’e göre. Sünni devletlere, yöneticilerine (Suudi Arabistan, Ürdün, diğer Körfez ülkeleri vs) göre de bir Şii yayılmacılığı var bölgede. Güya bunu önlemeye yönelik bir kavga devam ediyor! Bu, işin biçimi yani bize gösterilmek istenen yönü. Geçmişte de Batı yanlısı bölge yorumcuları (biz bunlara liberal de diyebiliriz, Batıcı kalemler de diyebiliriz) Ortadoğu’da meydana gelenleri, Avrupa’daki Otuz Yıl Savaşları, din savaşları gibi halka sunuyorlardı. Dolayısıyla algı böyle olsun, bu çerçevenin dışına çıksın istemiyorlar. İşlerine de böyle geliyor. Çünkü evet, bölgede mezhepsel bölünme var, geçmişten kalan tortular var, bu yüzden de dini kavgalar, ayrışmalar, ötekileştirmeler, var. Batılı emperyalistler, bunu özellikle hem kışkırtıyorlar hem de bölge halklarının deyim yerindeyse ufkunu karartan bir mecraya doğru yönlendirmek için çabalıyorlar. Sonuçta emperyalist paylaşım savaşı, emperyalist saldırı ve işgaller gözden kaçırılıyor. Halklar, tek taraflı düşünmeye zorlanıyorlar. Bu da 21. Yüzyıl savaşlarının diğer yanı ve maskeli yüzüdür.
‘LÜBNAN’DAKİ BU KALKIŞMA O ESKİ GÜNLERİ ARIYOR’
Baktığımızda dipten gelen, çok ciddi bir biçimde sınıfsal bir itiraz var, isyan var. Bunu nerede görüyoruz, İran’ın içindeki bölünmelerde görüyoruz. Yolsuzluğa, yoksulluğa hatta açlığa, zulme, molla egemen sınıflarının sömürü düzenine bir itiraz var. Aynı şekilde Irak’ta da gördük bunu. Irak’taki kitle hareketinin önemli bir kısmı Şii fakat dikkat ederseniz Şii yönetime karşı, Şii egemenlere karşılar. Şii egemenlerin temsil ettikleri hükümete tümüyle itiraz ediyorlar. Lübnan’da görülen halk ayaklanmasında da aynı durum söz konusu. Hatta Lübnan’da biraz daha farklı bir nokta var; Fransız sömürgeciliğinin kalıntısı olarak Lübnan’da egemen sınıflar hem halkı yani kendi tabanlarını hem de siyaseti parsellemişler. Nasıl? Cumhurbaşkanı Hıristiyanlardan olacak, başbakan Sünnilerden olacak, meclis başkanı Şiilerden olacak, Dürzîlere bakanlıklar verilecek vs. dikkat ederseniz, millet sınıfsal bir zemine kaymasın diye parsellenmiş siyasi ve ekonomik alan. Dolayısıyla bu seferki isyan, bunun tümüyle dışına çıkan mezhepçi olmayan bir anayasa istiyor. Özellikle lâik olmasını talep ediyorlar. Çünkü Lübnan lâik değil, cemaatçi-ümmetçi ve mezhepçi toplumlar bütününden oluşuyor Lübnan. Mezhepsel bölünmeler olduğu için lâik değil. Buna karşılık her mezhep ve inançtan, hatta farklı etnik kökenden olanlar bile, içine sıkıştırıldıkları bu dar kalıptan çıkmaya çalışıyorlar. Beyrut’taki bir protestocunun, ‘Biz aç olduktan sonra, mezhebin hiç önemi yok’ demesi bunun net bir ifadesi. Göstericiler, mezhepsel temelde ikram edilen kotaların kaldırılmasını istiyorlar. Buna geçmişte de itiraz edenler genelde sosyalistler ve komünistlerdi. Yine bu düzene itiraz, 1975’te Lübnan İç Savaşı olarak başladı, 1990’da bitti. O zaman da ikiye bölündü Lübnan; Hıristiyanlar Cephesi ve Müslümanlar cephesi… İsimleri böyleydi fakat Müslüman cephesinin içerisinde Dürzîler, Arap ulusalcıları, solcular ve komünistler de vardı. O zamanki Müslüman cephe, mezhepçiliğin olmadığı bir Lübnan modeli sunuyordu. O tarihte Hıristiyan cephesi yenilmek üzereyken İsrail, ABD, Fransa devreye girdi. Hatta Petro-dolar sahibi gerici Arap ülkelerinin desteğiyle ilerici geçinen Suriye devreye girdi. Hepsi, elbirliğiyle Müslüman cepheyi birbirine düşürdüler; isteklerini bastırdılar. Dolayısıyla denge yine bozulmadı. ‘90’lı yıllarda bir anlaşma oldu, yine aynı düzen devam etti vs.
Lübnan’daki bu kalkışma, o eski günleri anımsatıyor. Lübnan Komünist Partisi (LKP) ile Suriye Komünist Partisi(Politbüro), sitelerine baktım. Lübnan’daki krizin devrimci bir ortam doğurduğunu, mevcut kendiliğinden kitlesel halk eyleminin devrimcileştirilip demokratik devrime geçebilmesinin zeminini hazırlamaya ilişkin önermelerde bulunuyorlar.
Lübnan’da sınıfsal temelde bir isyan ve devrimsel bir durum var denilebilir. Görünen o ki ABD’nin çok sayıdaki temsilcisi, diplomatı Lübnan’a gitti ve gerici Sünni egemen kesimi çevresine toplayarak, mevcut isyanın onları hakim sınıfları, mali/siyasi oligarşiyi bitireceğini telkin etti. ‘Bakın, bunlar İran’ın uzantıları, buradan İran’ı ve Hizbullah’ı defedip atalım, sonra refaha erersiniz’ diye demeçler verdi Amerikalı diplomatlar. Buna karşılık olarak İran ile Hizbullah, kitlesel kalkışmaya destek vermekten kaçındılar; kimi yerde protestoları zorla, silahla engelleyen bizzat Hizbullah oldu. Olayların başında, Hizbullah bu halk kalkışmasını, -‘nispeten’ destekler gibi oldu. Çünkü kendi kitle tabanı alttakilerden, varoş insanlarından, kırsal kesim yoksul köylülerinden oluşuyor -krizden en fazla etkilenen sınıfsal kesimler bunlar-. Ne zaman ki ABD, olayların içine girdi; hem Lübnan hem de Irak ile İran’daki halk hareketlerini hasımlarının aleyhine ve kendi lehine çevirmeye çalıştı, o zaman Hizbullah ile İran da kitle hareketlerine karşı durdular ya da onları Batı, ABD ve İsrail aleyhine seferber etmeye çalıştılar. ABD, söylediğim çerçevede olayları bir İran, Şii uzantısı meselesi haline getirmeye çalıştı. Halk kitleleri iki çatışan güç arasında kalarak sanki birisine mecburmuş gibi orta yerde kaldı. Kısacası Hizbullah, Lübnan’daki hareketleri jeopolitik oyunlara feda etti.
Bugün yaşananlar Lübnan’daki halk hareketinin üçüncü aşamasıdır. Özellikle taban bunları benimsemedi, ABD’nin de İran’ın da söylemlerine yönlendirmelerine itibar etmedi. Çünkü ABD-İran kavgasının meselesi değil bu, sınıf meselesidir. Halk, ‘açlık meselemiz, yoksulluk meselemiz’ diyerek bu üçüncü dalgayı bugünlerde başlatmış oldu. ABD ile İran’ın, Şiilik ya da anti-Amerikancılık üzerinden bu meseleyi bitirme çabası ise devam ediyor.
‘BU ANTİ-EMPERYALİZM DEĞİL ANTİ-AMERİKANCILIKTIR’
Bu genel çerçeve, Irak’ta daha belirgin bir hal aldı. Önce İran konsolosluklarına saldırdı kitleler. Basında ‘Şii-Şii kavgası’ diye geçti haberler. İran’ın üç konsolosluğunu bastı halk. Böyle olunca da İran yanlıları, medyasıyla, kendi adamları vasıtasıyla hatta Haşdi Şaabi ile Asaib-ul Hakk ve Irak Hizbullah milisleri, maksatlı biçimde bu kitleleri ABD elçiliğine yönlendirdi. ABD Büyükelçiliği’ne saldırı oldu. Dikkat ederseniz kavga orada başladı. ABD, Haşdi Şaabi örgütü ile bazı İran yanlısı milislerin karargahlarını vurdu. Haşdi Şaabi ise ABD’nin bazı üslerine roket ve havan topları attı. ABD ve İsrail uçakları, bu yaşananlardan çok önce Haşdi Şaabi’nin üslerini bombalamışlardı. Yeniden ne oldu? ABD, Pasdaran komutanlarından Kasım Süleymani’yi katletti. Haşdi Şaabi’nin kimi komutanları da öldürüldüler. İran, ABD’nin üslerini vurdu. Şimdiki duruma bakarsak, Irak’taki halk ayaklanması hakkında konuşan ABD’li yetkililer veya analistler, “Mevcut isyan, bir Şii-Sünni kavgasıdır” diyor. İran ise, hayır, aslında olan biten bir Amerikan kışkırtmasıdır, oyunudur; gerçekte Irak’ta olması gereken anti-emperyalizm kavgasıdır” diyor. Ama esasta anti-Amerikancılık söz konusudur. İran yönetimi/egemen sınıfı için şunu söylemek mümkün: Kapitalist bir dünya görüşünü benimsiyorsanız, sömürüyü benimsiyorsanız, bu anti-emperyalizm değil anti-Amerikancılıktır!
‘KİTLELER ARTIK MEZHEPÇİLİĞE İNANMIYOR’
Bölgede bir de direniş odakları var. Nedir bu direniş odakları? Lübnan’da Hizbullah’ın İsrail’e karşı duruşu; Hamas’ın yine bir şekilde Filistin’de İsrail’e karşı duruşu -ki Hamas Sünni olmasına rağmen İran yanlısıdır. Yemen’de Suudi Arabistan’ın başını çektiği Arap koalisyonuna (ki bunlar da ABD ile iş tutuyorlar) karşı Husiler’in hareketi. Malum, onlar da dünyanın ikinci en büyük petrol tesisi olan Aramco’yu vurdular. İran, nispeten kendi bölgesindeki Irak’ı ABD’ye kaptırmak istemiyor, daha çok kendi siyaseti paralelinde hareket edilmesini istiyor. Şiilere, ortak hükümet kurulmasını telkin ediyor. Orada da iç kavgalar var; Maliki mesela daha çok İran yanlısıdır, Adil Abdulmehdi denen şu anki başbakan İran yanlısı olmakla beraber (bir Şii partisinin de içindeydi) iki tarafı da idare etmeye çalışıyor.
Sanki bir Şii-Sünni çatışmasıymış gibi bir görüntü veriliyor. Özünde kitleler artık mezhepçiliğe inanmıyor. Şiiler geldi Irak’a hükümet oldu, seneler geçti ama oradaki Şii köylü, emekçinin karnı hala aç. Halk, petrol gelirlerinden yeterince pay alamıyor. Satılan petrol günlük hayatı iyileştirmiş değil. Lübnan’daki halk da öyle. Elektriği yok, suyu yok, yatırdığı parayı bile bankalardan çekemiyor. Dolayısıyla böyle bir sınıfsal durum söz konusu. Gerçekte arkasında emperyalizmin, küresel sermayenin de olduğu bir saldırıdan bahsediyoruz. Örneğin ABD, Lübnan bankalarına verdiği kredileri keseceğini söyledi ve kesti. Lübnan’daki bankalar da esnaf ve kooperatif kredisi veremedi. Körfez ülkelerinde çalışan Lübnanlılar kazandıkları paranın bir kısmını ailelerine gönderebiliyorlardı, ABD bu havalelere de engel oluyor. Dolayısıyla uluslararası bankalardan Lübnan bankalarına transfer yapılamıyor.
‘BU GENÇ BİR KUŞAK, GERİ ÇEKİLMEDİLER’
Halk şimdiye kadar mezhepsel klişeler içerisinde yaşamış fakat herkesin canı aynı derecede yanmış. Açlıktan ölmeyelim derdi insanlarınki. İşten çıkarmalardan etkilenenler bir tek Dürzîler, Şiiler de değil ki; bütün ezilenler aynı durumda. Gösterilmek istenen ise bunun tam tersidir. Sanki olay sadece ve sadece bir Şii-Sünni kavgasından ibaretmiş gibi sunuluyor haberler. Hizbullah’ın bir yetkilisi, sokaktaki bu kitle hareketine karşı çıkmalarını ABD’nin devreye girmesiyle açıklıyor. Sokağa dökülen halk ise bunları çok dinlemiyor. İşin aslı, kaba bir ifadeyle ‘bana ne partilerden’ diyorlar. Dolayısıyla halkınki isyan; daha önce bulunduğu partiye isyan, daha önceden benimsediği mezhepsel görüşe isyan, bunlardan daha da önemlisi kurulu sisteme isyan… Hizbullah da bu egemen sınıflara dâhildir; eylemlere karşı cephe almasını ise ABD’nin işe dahil olmasını söyleyerek meşrulaştırıyor. Orduyu ve polisi devreye soktular bu halk hareketini bastırmak için ama bastırılamadı. Bu bir genç kuşak, geri çekilmediler.
‘BU BİRAZ DA GEZİ’YE BENZİYOR’
Belki ciddi bir lideri yok ama Arap dünyasındaki genel halk isyanları hep böyle, önderlikleri bulunmuyor. Halk, bir diktatörü deviriyor ama kendi önderlikleri olmadığı için köklü değişiklikler yaşanmıyor. Bir de talepler sandıkta yeni seçimler yapmaktan öteye gitmiyor. Dolayısıyla itiraz var fakat geleceğe ilişkin çok ciddi bir perspektif yok. ‘Hükümet gitsin’ deniyor; peki, kim gelsin? Bu biraz da Gezi’ye benziyor. Ne oldu Gezi’de? Türkiye genelinde 5 milyona yakın insan sokağa döküldü ama bir önderlik yoktu. İkinci aşamada ne yapacağız diye bir plan program olmayınca bir gecede bitebiliyor. Kaldı ki çok ciddi bedeller ödendi. Bir anlamda Gezi’ye benzetiyorum Arap dünyasındaki kitle hareketlerini.
‘ÖNDERLİK OLMADIĞI MÜDDETÇE HALK AYAKLANMALARI YÖNÜNÜ TAYİN EDEMEZ’
Halk hareketlerin tabi olduğu bir örgüt olması gerekiyor, bir önderlikleri olması şarttır. Şimdiye kadar tek bir yerde görüldü ortak önderlik; 1980’lerin sonundaki birinci İntifada (Filistin) sırasında. İlk intifa birkaç sene sürdü, ortak bir önderlik vardı. Müşterek bir önderlikleri, ikinci ve üçüncü aşamalar için planları vardı. Ne yazık ki İslamcı Hamas direnişi, farklı bir yöne çekti. Oluşturulan önderliğe katılmayarak onun nimetlerini kendisi yemek istedi, ortak önderlik de böylece dağıldı.
Günümüzde halk ayaklanması, tek bir ülkenin içerisindeki mesele olmaktan çıktı. Birçok yerde halk ayaklanması var. Egemen güçler, bu halk isyanlarını, istedikleri yere kanalize etmeye ya da kendi çıkarları doğrultusunda birbirilerine karşı kullanmaya çalışıyor. Tunus’taki halk ayaklanmasında komünistler nispeten güçlüydü, Mısır’da da aynı şekilde. Ayaklanma olduktan sonra, onu yönlendirecek güce ise sahip değillerdi. Mesela Amerikalı temsilciler hem Tunus hem de Mısır’a gidip hareketin temsilcileriyle şu öneriyi sundular: “Sizin demokrasi tecrübeniz azdır. Size yardım edip istenilen demokratik düzeni sağlayabiliriz.” Bu açık bir müdahale olmasa bile tam bir yönlendirme örneğidir. Oysa sen bunu kaldıracak örgütlü güçsen ve ikinci aşamanın gerekliliklerini uygularsan halk seninle gelir. Orada tersine geri çekilme yaşandı; özellikle sosyalistler, “aman biz geri duralım, halk nasıl olsa anlar” dediler. Ne oldu peki? Müslüman Kardeşler boşluğu yakaladı ve devrimsel durumun üzerine oturdu. Gezi de böyleydi. Irak ve Lübnan’da da muhtemelen böyle olacaktır çünkü oradaki emperyalist kavga daha büyük. Önderlik olmadığı müddetçe halk ayaklanmaları, tek başına yön tayin edemezler. Pusula gibi, pusulanız yoksa başkaları yön gösterir, nitekim şimdi de herkes bir yöne çekiyor.
Gezi’yi bu anlattıklarıma özellikle dâhil etmek lazım. Ders çıkartılması gerekiyor yaşanılanlardan. Milyonlarca insan sokağa çıktı fakat önderlikten yoksun olunması nedeniyle sonlandı. Gezi’den alınması gereken dersler diğerlerinden alınması gereken dersler gibidir, olmalıdır. Irak’takinden örneğin –ki daha tehlikeliydi Irak. En azından Gezi’ye dış müdahale yoktu, onu kullanmaya çalışan emperyalist güçler yoktu. Bu sebeplerle ortak bir önderlik olmadan olmuyor.