2019’dan 2020’ye girerken dünya kaotik denebilecek bir siyasi gündemle yol alıyor. Emperyalist güçler arası ekonomik, siyasi ve askeri rekabet ve bununla bağlantılı olarak artan bölgesel çatışma ve savaşlar, dünya çapında daha büyük bir savaşa dair tartışmayı yoğunlaştırdı. Dünyada cereyan eden olaylar ağırlıklı olarak siyasi ve askeri meseleler üzerinden gündeme geliyor olsa da hemen her şeyin arka planında emperyalist-kapitalist sistemin içerisinde bulunduğu ekonomik durgunluk ve kriz bulunuyor. Neoliberal modelin sonuna gelinmesi olarak da tartışılan bu gerçeklik, işçi sınıfa ve halka yönelik artan ekonomik ve siyasi saldırılarla birlikte yol alıyor. Bu saldırı dalgasının bir sonucu olarak da dünyanın birçok ülkesinde görünürde farklı fakat özünde aynı nedenlere dayalı bir isyan dalgası patlak verdi.
Bu genel tablo içerisinde Orta Doğu çok çeşitli çelişki ve çatışmaları içinde barındıran yapısıyla özel bir önem taşıyor. ABD ve Rusya emperyalistlerinin (ve arkalarındaki diğer emperyalist güçlerin) hâkimiyet savaşının ön cephelerinden biri olarak Orta Doğu’da sular bir türlü durulmuyor ve durulacak gibi de görünmüyor. Irak’ta baş gösteren halk isyanı ve ardından ABD elçiliklerine yönelen eylemler, ABD’nin Kasım Süleymani suikastıyla yeni bir aşamaya taşınmış oldu. Kuşkusuz ABD ve İran arasındaki çatışmanın bu noktaya ulaşması son bir ayda cereyan eden olaylarla sınırlı nedenlere dayanmıyor. Yaşananlar Orta Doğu’da, emperyalist devletler ve bölge gerici devletleri nezdinde ilk defa ya da yeni gerçekleşen şeyler de değildi. Ancak emperyalist rekabetin ve bölgesel çelişkilerin geldiği nokta her bir olayın güncel bir denklemi yeniden sarsması veya kurması gibi bir etki yaratıyor. Doğallığında bugün daha açık bir biçimde devletler arası bir savaş ya da kapsamlı çatışma ihtimalleri tartışılıyor. Bu tartışmalar sürerken İranı’ın Irak’ta bulunan ABD üslerini balistik füzelerle vurması süreci daha da kızıştırmıştır. Sürecin nasıl şekilleneceği zamanla daha açığa kavuşacaktır ancak net olan şey kaos, çatışma ve savaş olasılıklarının hep gündemde olacağı yoğun bir siyasi-askeri trafiğin gerçekleşeceğidir.
Söz konusu gelişmelere bağlı olarak ülkeleri de aşan bir bağlamda Şii-Sünni çatışmasına dair yapılan yorumlar dikkat çekicidir. Ülkemizde kimi reformistler ya da sosyal şoven sol grup ve kişiler tarafından her şey tutarsız bir emperyalizm karşıtlığı (=ABD karşıtlığı) ve mezhepler penceresinden görülmektedir. Orta Doğu özgülünde dini, mezhepsel ve ulusal farklılık ve çelişkilerin, tarihsel birtakım çelişkiler ve emperyalistlerin kışkırtmaları ile önemli sonuçlar doğurduğu yadsınamaz bir gerçektir. Ancak sınıfsallık ya da sosyalistlik iddiasıyla söz söyleyenlerin ABD karşıtlığı adına Suriye, İran, Rusya gibi faşist veya emperyalist devletler karşısında hayırhah bir yaklaşım geliştirmeleri ya da son örnekte görüldüğü gibi Kasım Süleymani’yi kahramanlaştıran bir üslup benimsemeleri sınıfsallıktan uzak kalmak bir yana objektif ve tutarlı olamadıklarının da göstergesidir. Faşist Erdoğan’ın Kasım Süleymani üzerine söylediği sözler dahi bu bakış açısının ikiyüzlülüğünü ortaya koymaktadır. (“Biz dış müdahalelere karşı durduk. Hamaney’in yapmış olduğu açıklamayı kenara atamayız. Süleymani kendini ispat etmiş bir isimdi.”)
Ülkemizdeki faşist iktidarın gündeme getirdiği konulardan birini Libya’ya asker gönderme oluşturuyor. CHP gibi kimi faşist düzen güçleri, “askerimizin şehit olmaması” ikiyüzlülüğüyle karşı çıksalar da esasen AKP’den pek bir farklarının olmadığı bundan önceki sınır dışı operasyon ve asker gönderme tezkerelerine verdikleri destekten anlaşılıyor. Faşist Erdoğan, Libya konusunu Osmanlıcılık, Akdeniz’de hâkimiyet kurma ve aynı emperyalist devletler gibi ülkenin çıkarları için geniş bir bölgede etkinlik kurma gibi retoriklerle sunuyor. Yanı sıra TSK’ya bağlı askerlerden ziyade esasta ÖSO gibi çetelerin Libya’ya sevk edileceği dillendiriliyor. Hatta Libya’ya asker olarak gidecek cihatçılara yüksek maaşlar ve Türkiye vatandaşlığı garanti edildiği iddiası da basında yer bulmakta gecikmedi. Bu noktada da yine sol adına “Türkiye emperyalizmi” gibi hatalı kavramlar üretildiğine şahit olduk. Faşist iktidar tarafından ortaya atılan her söylemi ve atılan her adımı sunulduğu biçimiyle kabul edip üzerine teori üretmenin geldiği nokta bir kez daha faşist TC devletine ve onun lideri Erdoğan’a cürümünü aşan büyük roller atfetmek oluyor. Oysa bilinmektedir ki devlet ve Erdoğan, attığı tüm adımlarda başta ABD emperyalizmi olmak üzere çeşitli emperyalist güçlerin genel stratejileriyle uyumlu hareket etmekte veya arka planda -çoğu kez- bu stratejinin uygulayıcılığını yapmaktadır. Tabii ki bunu yaparken kendi hâkim ulus ve sınıf çıkarlarını gözetmektedir. ABD ya da başka bir emperyalist güçle özgün birtakım konularda karşı karşıya geldiğinde de ya bu genel emperyalist stratejilerin özgün boyutuna etki etmek istemekte ya da bu karşıtlığının bedelini ödemektedir.
Ancak denebilir ki emperyalistler arası hegemonya savaşındaki değişkenler ile Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın kaotik yapısı faşist TC devletine ve onun iktidardaki gücüne daha fazla bir hareket kabiliyeti tanımaktadır. Ancak bunun, başta ABD olmak üzere emperyalist güçlerle temel birtakım konularda doğrudan karşı karşıya gelmeyi göze alabilen bir “irade” olduğunu ya da Türkiye’nin emperyalist bir devlet olduğunu iddia etmek ekonomik ve politik gerçeklere gözlerini kapamaktır. Türkiye emperyalizmin yarı sömürgesi bir ülkedir ve ekonomik bağımlılığın siyasi boyutları vardır. Türkiye’nin bölge ve dünya siyasetinde bütünüyle kendi bağımsız siyasetini ürettiğini düşünmek bir yanılsamadır ve bu TC devletinin ve hâkim sınıflarının halk kitlelerini aldatmak için kullandığı bir argümandır.
Hal böyle olunca daha önceki örneklerde de olduğu gibi Libya’ya asker gönderme “dış” politikasının aslında “iç” politikanın da önemli bir parçası olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. TC devleti ve hükümeti bölgede artan kaos ve çatışma ortamında daha fazla rol kapmak gibi bir siyaset izlemektedir. Ancak bunu yaparken temel güdülerinden biri içte biriken -sosyal ve ulusal- tehlikeyi ötelemek ve baskılamaktır. Bunu yapabilmek için geniş kitlelere -en azından kendisi için yeterli bir kısmına- fetişleştirilmiş bir argüman sunmak ve olası itirazları baskılayabileceği bir siyasi atmosfer yaratmak zorundadır. Bugün ülke işçi sınıfı ve emekçilerinin temel gündemi ekonomik kriz, geçinememe, yoksulluk ve işsizliktir. Hâkim sınıflar ve devletin, işçi sınıfı ve halkta biriken tepkiden ve “sosyal patlama” tehlikesinden ciddi bir kaygı duyduğu yaptıkları açıklamalar ve en ufak muhalif sese dahi uyguladıkları devlet teröründen anlaşılmaktadır. İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin yemekhane eylemi karşısında devletin geri adım atmasının bu kaygıyla ilişkilendirilmesi de yersiz değildir.
Hâkim sınıflar ve devletin işçi sınıfı nezdinde de bir yandan baskıyı sürdürürken diğer yandan biriken tepkiyi öteleyecek adımlar peşinde olduğu söylenebilir. İşçi sınıfı nezdinde, son birkaç yıldaki tutum ve açıklamalarıyla, devlet ve sermaye işbirlikçisi sendika konfederasyonları iyice teşhir olmuş durumdadır. Özellikle Türk-İş sendika ağalarının, son asgari ücret belirleme sürecindeki devlet ve sermaye uşağı tutumu, artan yoksulluk ve geçim sıkıntısıyla beraber işçi sınıfında biriken tepkiyi büyütmüştür. Söz konusu konfederasyonlar, işçi sınıfının kontrol altında tutulmasında önemli bir işlevi yerine getirmektedir. Ancak hâkim sınıflar ve devlet, işçi sınıfında biriken öfkeyi bu konfederasyonların da kontrol altında tutamayabileceği kaygısını taşımaktadırlar. Türk-İş Başkanı Ergün Atalay’ın “biçare” sözlerle bir anlamda yine devletine sığındığı açıklamaları işçi sınıfı nezdinde karşılaştığı tepki ve konfederasyonda yaşadığı meşruiyet krizinin göstergeleridir. Ancak bu yeterli gelmemektedir ve başta metal sektörü olmak üzere grev söylemi yeniden dillendirilmektedir. Türk İş ve işbirlikçi sendika yönetimlerinin gerçek bir grevden yana olmadıkları ancak tabanda biriken tepkiyi yatıştırmak, enerjiyi sönümlendirmek için sonuç almaktan uzak göstermelik eylemlere başvurduğu onlarca örnekle sabittir. Devlet ve sermaye güçlerinin de gelinen noktada böyle bir politikaya kapı aralaması mümkündür ve genel çıkarlarıyla uyumludur.
Artık tüm dünyada ve ülkemizde de belirgin bir biçimde kendini gösteren şey artan sömürü ve savaş politikalarıdır. Bu objektif koşullar devrimci siyasi faaliyetin kendini üretebileceği alanlara da işaret etmektedir. Devrimci faaliyetin faşist devlet baskısı ve örgütsel zayıflığa denk düşen sınırlı gerçekliği bugünden yarına, doğru ve yaratıcı politikalarla aşılabilecek olanaklara sahiptir. Ekonomik krizin işçi ve emekçilerde yarattığı sonuçlar, Kürt ulusuna yönelik saldırı politikaları, kadınların ve gençliğin karşılaştığı baskılar, çevrenin talanı ve halkın karşılaştığı her türlü sorun siyasi önderlik boşluğu içerisindedir ve komünistlerin örgütlenme zeminidir. Bunun başarılabilmesi için adımların daha sıkı ve sağlam bir biçimde atılması gereklidir. İşçi sınıfı ve halkın örgütlenme düzeyini geliştirme, buralarda kök salıp kurumsallaşarak komünist örgütlenmeyi büyütme hedefiyle hareket edilmelidir. Ve unutulmamalıdır ki içerisinde bulunduğumuz dönem, sağlam örgütlere ve militan bir mücadeleye dayanmayan devrimci örgütlere ve kuşkusuz halklara iyi bir gelecek vaat etmemektedir.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 9 Ocak 2020 tarihli 52. sayısından alınmıştır.