Egemen sınıfların devrimci ve komünist partilere yönelik imha saldırısının yanı sıra ideolojik saldırılarının da yoğunlaşarak arttığı bir süreçten geçmekteyiz. Kitleler gibi devrimci ve komünist örgütler de gerici ideolojinin, kendilerine ait olmayan düşünce ve değer yargılarının kuşatması ve bombardımanı altında, kendi benliklerine ve özlerine yabancılaştırılmaya çalışılmaktadır. İdeolojik olarak yönelen bu saldırıların temelinde; devrim iddiasında kırılma, sonrasında sırasıyla çözümü düzen içi metotlarda aramaya başlayan bir tasfiyecilik ve bunun yansıması olarak devrimci ilke-kültür ve ahlak kurallarında da aşınma yatmaktadır. Ülkemizde devrimci hareketin neredeyse tamamının şu ya da bu şekilde nasibini aldığı bu saldırılardan Proletarya Partisi de etkilenmiştir.
Tasfiyeci saldırıların etkilerine yönelik müdahale sürecinde, Proletarya Partisi içinde parti hiyerarşisini, işleyişini ve hukukunu yok sayarak bir hizip hareketi olarak 2017 yılında ortaya çıkan sağ-tasfiyeci güruh, devrimci iddiasında büyük bir erozyon yaşayarak bu saldırılardan en fazla etkilenen olmuştur. Bu sağ tasfiyeci anlayış, Parti anlayışını, kültürünü ve siyasi çizgisini ayağına vurulmuş pranga olarak gören bir tutumu hizip süresi boyunca her davranış ve tutumunda göstermiştir. Parti çizgisinden, kültüründen, olumlu geleneklerinden hızla koparak ilerlemiş, Partiyi dağıtmaya çalışmış ve parti saflarından firar ettikten sonra ise gerici çizgisini daha güçlü ve daha örgütlü bir şekilde inşa etmiştir. “Yenilenme” çizgisinde, yarıştan geri kalmış bir acelecilikle hareket eden bir sürece girmiştir. Adeta bu “yenilikçi ve yenilenme” rotasında açığı kapatma adına siyasal, kültürel, sanatsal, ideolojik her cephede kendini ispata dönüşen, kapısını her türlü burjuva akıma ve çizgiye açan bir çürüme ve kokuşmuşlukla fuleli hamleler eşliğinde devam etmektedir.
Örgütsel ilke-anlayış ve yaklaşımlarla başlayan dejenerasyon, gün geçtikçe devrimci ahlak-kültür-ilke ve kurallarda da kronikleşmiş bir çizgi haline gelmiştir. Bu kronikleşmenin temelinde anti-MLM/burjuva ideolojinin etkisi vardır. Bu nedenle Komünist Partisinin dışına çıktığı ilk günden bugüne sahibi olduğu tüm tercih, zaaf, hata ve suçlarındaki ısrarı yaşanılanların rastlantı ya da “geçici”likten öte ideolojik savrulmanın bir çizgi haline geldiğinin kanıtını oluşturmaktadır.
Partimiz saflarından koparken, devrimci ahlak ve kültüre ait olmayan yalan ve iftiralarla kendisini aklamaya çalışmış ancak çokça naralarını attıkları savaş alanından arkalarına bakmadan alelacele kaçmaları (kaçarken de çaldıkları cephane ve çeşitli malzemeleri düşmanın eline geçmesine sebebiyet vermeleri) tüm bu aklama çabalarını alt-üst etmiştir. Bu süreçte ihbarcı ve hırsızlık pratikleriyle ise nereye doğru yöneldiklerini ortaya koymaya başlamışlardır. Beslendikleri burjuva ideolojinin etkileri o kadar iliklerine kadar işlemiş olacak ki, devrimci değerlerden kopuşlarının esas resmini önce savcı ve polisle el ele vererek kurumumuza yönelmeleri, tutmayınca olayı mafyaya havale etmeleri ortaya koymuştur.
Yukarıda saydığımız ve suç kategorisinde olan pratiklerin bırakalım özeleştirisini, yok sayma pratikleri devam ederken kamuoyunda yeni bir pratikle gündem olmayı başarmışlardır. 23 Kasım 2019 tarihinde Almanya’nın Frankfurt şehrinde ATİK/Yeni Demokratik Gençlik ismi altında örgütledikleri “29. Gençlik Kültür ve Sanat Festivali’nde” Türkiye Devrimci Hareketi tarihinde bir ilke imza atarak, üstelik sahnede 2016 yılında ölümsüzleşen Yetiş Yalnız ile devrim ve komünizm mücadelesinde ölümsüzleşenlerimizin resimleri altında, “Oryantal Şov” sergilemişlerdir. Bu pratik, bünyesini içten içe sarmalayarak çürüten reformist baskılamanın da tetiklediği bozulma, saflardaki devrimci reflekslerin körelerek tepkisizleşmesinden cesaret alan çözülme, sağ tasfiyeciliği ile en sonunda devrimci mücadelenin en genel değerlerini ve ahlak anlayışını ayaklar altına alarak sahiplerini yozlaşmanın çukuruna saplamıştır.
Adından da anlaşılacağı gibi bir “Gençlik Kültür ve Sanat Festivali” olan etkinlik, 26 yıl boyunca bir dönem Yetiş Yalnız’ın da emek verdiği bir festival olarak organize edilmiştir. Festivalin amacı egemenlerin empoze etmeye çalıştıkları burjuva-feodal yoz kültür ve sanat anlayışına karşı, özelde halk gençliğinin “devrimci kültür ve sanat” çerçevesinde ama yine halkın ilerici kültür ve sanatının da harmanlandığı bir faaliyeti olarak sürdürülmüştür. Ancak son üç yıldır bahsini ettiğimiz sağ-tasfiyeci hizip tarafından organize edilen festival, burjuva ideolojik şekillenişlerine uygun olarak, adım adım kendi öz amacından sapmış; gelinen aşamada ortaya böylesi bir pratik çıkmıştır.
Devrimci sanat “halkın sanatçısı-halkın savaşçısı” kimliğinin onurlu sembolü Yılmaz Güney’in söylemiyle ‘’halkın yaşamını, halkı ezen sınıf baskılarını, bu baskılara karşı halkın mücadelesini, yeni bir topluma duyduğu özlemleri, ezen sınıflara duyulan kini, nefreti temel almalı, onların devrimci mücadele ruhunu geliştirmeli, halk kahramanlığını, halk için fedakarlık ruhunu derinleştirmeli, olumlu ve olumsuz insan örneklerini karakterize ederek mücadeleyi bütün boyutlarıyla konu edinmelidir.”
Kitleler arasında proleter kültürün yaratılması ve yayılması, proleter bilimin geliştirilmesi perspektif, anlayış ve politikasından uzaklaşanlar, en basitinden siyasal içerikle onun sahnede aldığı siyasal biçimin uyumundaki özensizliğiyle dahi aynı sahnede yer alan pankarttaki devrimciler ve yoldaşlarımız, savunduğumuz kültürü oluşturan harç değil belli ki sadece süs olarak düşünülmüştür. Bunu göremeyenlerin “devrim mücadelesinde yitirdiğimiz değerlerimizden” söz etmesi de ayrıca başka bir sahtekârlıktır.
Kuşkusuz bu mecrada halkın ilerici kültür ve sanatından da kesitlerin olması gayet doğal bir durumdur. Ancak olayın ortaya çıkmasıyla beraber gelen eleştirilere “oryantalin de bir halk kültürü ve sanatı olduğunu” iddia ederek feodal-yoz kültürü “ilerici” olarak lanse etmek, devrimci kültür ve ahlaktan uzaklaşanlara mahsus bir olgu olmuştur. Oryantal, ortaya çıkışı ile beraber kadın bedeni ön planda tutularak bir eğlence objesine dönüşmüştür. Coğrafyamıza Osmanlı Sarayı’na haremi eğlendirmek amaçlı giren ve gelinen aşamada “pavyon kültürü”nün öznesi olan oryantali, “ilerici bir kültür-sanat” olarak lanse etmek, devrimci sanat anlayışı yerine toplumun bağrında çıkan her şeyi olduğu gibi, var olan haliyle, kazandığı karakteriyle kabul eden özgürlüğün “liberal burjuva” tarzda ele alınmasını içeren sanat anlayışına tekabül eder. Devrimci, ilerici sanat; biçim vermeyi, toplumsal ve siyasal zenginliği sağlayacak şekilde özgürlük, demokrasi, eşitlik mücadelesine kanalize etmeyi amaçlar. Hem içeriği hem de biçimi bu perspektifle sanata kazandırır, halkın bağrında çıkanı halkın mücadelesi ile yeniden üretir. Yapılan şey ise devrimci değerlerin pespaye bir biçimde aşındırılmasından ve kendini aklama çabasından başka bir anlam ifade etmemektedir.
“Örgüte karakterini veren eylemin muhtevasıdır ancak yetmez onun olası olumsuz sonuçlarına karşı aldığı tavırdır.” Lenin
Özellikle sosyal medyada yoğun bir gündem olan ve yoğun eleştiriler sonrası muhataplarınca yapılan açıklamalar ise “takdire şayan” niteliktedir. Önce “İnsan doğuştan çıplaktır”la başlayan, daha sonra bunun bir “halk kültürü ve sanatı” olduğunu iddia eden savunularına; “etkinliğimizdeki bu sunumun doğuracağı tartışmaları hesaplanmadan yapılması, etkinliği düzenleyen tertip komitesinin bir eksikliği olarak görülse de…” açıklamaları da eklenmiş; utangaçça da olsa hesapsızlık ve eksiklik vurgusuyla sorun sahiplenilerek geçiştirilmeye çalışılmıştır. Ancak hatalar karşısında kangrenleşen olumsuz tavırları, proletarya ve halka düşmanlık içeren burjuva gurur ve kibirleriyle de birleşince özeleştiri yapmak yerine onları karşı-saldırıya yöneltmiştir. Bunu da en iyi yaptıkları şey olan çarpıtma ve manipülasyon ile bir anda eleştiri getirenlere “homofobik”, “transfobik”, “cinsiyetçi” ve “şoven” etiketlerini yapıştırmaya çalışmak gayretinde olmuşlardır. Buna gerekçe olan dayanakları ise “oryantal şovu” sergileyen bireyin, “trans kadın” olmasıdır.
Eleştirilerin ve tepkilerin ilk ortaya çıktığı anda devrimci kültür-sanat ve değerler ile ölümsüzleşenlerin fotoğrafları altında böylesi bir rezaletin sergilenmesi öne çıkarılmıştır. Ancak “şovu sergileyen”in trans kadın olduğu da kamuoyu tarafından esas olarak tartışmanın eksenini kaydırmayı amaçladıkları açıklamaları sonrasında anlaşılmıştır. Zira yapılan oryantal dansın niteliğini, yapısını, toplumsal karşılığını, bu dansın kendi bağrında taşıdığı kadın bedenini aşağılayan ve eğlence kültürünün mezesi yapan özelliğini karartmak için oryantal dansı sergileyenin cinsel kimliği bilerek ve kasten öne çıkarılmıştır. Tam da bu dansın niteliğine dair mücadele görevi kenara bırakılıp zenginlik, çeşitlilik ve popülist kaygılarla kapılar ve platform bu dans gösterisine açılmıştır. Öncesinden dansı yapan kişinin kimliği, amacı, dansın protest olup olmadığına dair hiç bir bilgilendirme yapılmaksızın “coşku” materyaline dönüştürülmesi ile dansı yapan kişinin kimliği öne çıkarılarak oluşturulan koruma duvarı, aynı zamanda transfobik ve homofobikliğin üretilmesi çabasıdır. Zira ortada dansçıya dair bir tartışmadan çok, dansa dair bir tartışma yürütülürken trans birey vurgulu açıklamalar ve bu toplum kesimlerinin adeta manipülasyonla provoke edilmesi trans-fobik ve homofobikliğin bizzat kendisidir. Devrimci değerlerle transfobiyi eşitleme hesabı ucuz bir siyaset, çürümüş bir ahlak, kendi zayıflığına destek güç oluşturmaya çalışan bir korkaklıktır. Bu nedenle de “cinsiyetçi”, “şoven”, “transfobi” ve “homofobi” eleştirilerinin altı boştur. İlla bir “transfobik” ve “homofobik” aranıyorsa etkinlik sonrası yayınladıkları video görüntüleri ile fotoğraflarda neden bu şovu sansürlediklerinde ve yer vermemelerinde arasınlar. Olay ve olgulara sınıf penceresinden bakmayı çoktan terk edenlere özgü bu popülist ve taraftar kazanma kaygıları, bir yerlerden elbette karşılık bulur; ancak kaybettikleri devrimci değer ve kültürü yeniden kazanmalarına hiçbir faydası olmayacaktır.
Sağ tasfiyeciliğin siyasal çizgi ve yönelimine uygun, homofobik, cinsiyetçi “kadınların bedeni ve kimliği savaş arenasına dönüştürülüyor” demagojik manevraları, acemi çilingirlerin elindeki yanlış anahtarlardır. Doğruların kapısını aralamak isteyenler, tartışmaları manipüle ederek sorunun esasını farklılaştırma çabasına ortak olmamalıdır. En nihayetinde ortada devrimci kültür, ilke ve anlayışlara sanat adı altında ters düşen bir pratik vardır. Cinsiyetçi, homofobik, vb. suçlamaları savunulan yanlışı bedenlerin “cinsel nesne” olarak görüldüğü vb. üzerinden savunmaya dönük hiçbir söz ve suçlamalar çürüme ve yozlaşmanın sahiplerini temize çıkarmaz, çıkarmaya yetmez. Parmağa değil parmağın işaret ettiği yere bakmalıyız.
Değerlerimize ve kültürümüze yönelen saldırıların karşısında durduk, durmaya devam edeceğiz!
Ortaya çıkan bu rezalet karşısındaki refleksimizin temelinde sahip olduğumuz devrimci ahlak, devrimci kültür ve değerlerimiz vardır. Her ne kadar burjuva ideolojiden beslenen bir güruh tarafından organize edilmiş olsa da, Türkiye Devrimci Hareketi tarihinde bir ilk olarak “devrimci mücadeleyi” de etkileyen bir yozlaşma ve kültürel aşınma, yine kitleler nezdinde TDH’yi de etkileyen bir işleve sahip olmaktadır. Kaldı ki yine ön ekinde “Kaypakkaya”cı, “Partizan” geleneği ismini kullanan bu güruhun karşısında durmak, devrimci bir sorumluluk komünist bir tutumun zorunlu ve vazgeçilmez görevidir. Bu anlamda “Kaypakkayacı gelenek (!)” adına yapılan bu pratiğin kitleler üzerinde yarattığı algıyı da kırma sorumluluğunu üstlenmekteyiz. Bahsi geçen güruh, “Kaypakkaya geleneği” ile söz ve eylem birliği noktasında bağını koparalı çok olmuştur ve yukarıda sıraladığımız pratikleri, bunların en somut kanıtlarıdır. Kaypakkaya çizgisi üzerinde tepinen bu burjuva çizgiyle mücadele görevi ve sorumluluğunu biz taşıyoruz. Taşımaya devam edeceğiz. Ama daha da önemlisi bu güruhun Kaypakkaya çizgisi savunusu adı altında manipüle ettiği bir kesimin bu çizgiden kopması, bu güruhu elinin tersiyle itmesi, geldiği yozlaşmaya karşı tavır koyma ve hatta acımasız bir mücadele yürütme zorunluluğudur. Zira saflarına dahil oldukları bu güruh siyasal suçlarına, yaşadıkları yozlaşma ve çürümeye Kaypakkaya çizgisine sadık olan kesimleri de ortak ederek ilerleme telaşı içindedir. Tavır alınmadığı noktada bu çürüme o saflardaki tüm bünyeyi saran, kokuşturan, demokratik mevziden koparan, devrimci değerlere yabancılaştıran dramatik sonuçları yaratacaktır.
Bu nedenle ortaya çıkan bu yoz pratik, tam da devrimci değerlerden ahlak ve kültürden uzaklaşanların pratiğidir. Bunu anlamadıkları için olayın yaşandığı sahnedeki ölümsüzleşenlerin fotoğraflarını da görmezden gelmeleri, onları bu sahnede bir “meze” olarak kullanmaları gayet anlaşılır ancak bizlerin de bu sahne karşısında sessiz kalmamız beklenemez. Kan ve can bedeli yaratılan değerlerin en aktif özneleri olan ölümsüzleşenlerimizin, tam da uğruna mücadele ettikleri sistemle sadece sahada değil, onun kültür ve sanat cephesindeki saldırılarını da hedeflemiş olmaları sınıf mücadelesinin abc’sidir. Bu gerçekliğe tezat, sistemin yoz kültür ve sanat anlayışını onların fotoğrafları altında sergileme pratiklerinin en başta bu cephede de mücadele yürütenlere saygısızlığı affedilemez. Bunu savunduğumuz yerde “şehitlerimizi kullanarak demagoji” yaptığımızı iddia edenlere, daha ötesi ölümsüzleşenlerimizin de (Yetiş Yalnız şahsında) bu gibi etkinliklere emek verdikleri üzerinden çarpıtma ve manipüle çabaları da zevahiri kurtarmaya yetmeyecektir. Ölümsüzleşen yoldaşlarımızın ailelerini de inciten bu pratiğin bir dönem Yetiş yoldaşın da emek verdiği bu festivalin örgütlenmesiyle, bu gün aldığı biçim arasında öz ve biçim farkı vardır. İşte tam da bu tablo, ölümsüzleşenlerimizi kimin, nasıl kendi amaçlarına alet ettiklerinin en somut göstergesidir. Konuya Yetiş Yoldaş’ın yaklaşımıyla nokta koyacak olursak; “Kültür-sanat cephesi sadece elit bir tabakanın yoğunlaşacağı alan değildir. Bu yüzden, sınıf mücadelesinin yürütüldüğü bütün alanlar, aynı zamanda kültür-sanat cephesindeki mücadelenin alanıdır. Bu bilinçle gerilla alanında da belli girişimler var. Elbette yetersiz. Ama girişimdir… Mücadelemizin olduğu her yerde, mücadelemizin başta esas, bununla birlikte tali alanlarına ilişkin eserler üretmek gerekir. Bu eserler halkın birleşik cephesinde yer alacak sınıfların düzenle çelişkilerinin teşhirini/ajitasyonunu ve devrimden olan menfaatlerinin propagandasını içermelidir.” (Gerilla alanından yoldaşlarına gönderdiği bir mektuptan)
Devrimci Harekette Ölü Sessizliği!
Son olarak pratiğin yaşandığı günden bu güne Türkiye Devrimci Hareketi’nin öznelerinden esasta her hangi bir değerlendirme, tavır açıklanmamıştır. Bu tabloya pek şaşırdığımız söylenemez. Zira uzunca bir zamandır sağ-tasfiyeci güruhun yalan-iftira-hırsızlık-düşmanla el ele yürümelerine karşı zaten derin bir sessizlik içerisindeler. Tasfiyeciliğin alabildiğine etkili olduğu bir süreçte bütün bu suçlara sessiz kalanların bu çürüme ve yozlaşmayı da sessizlikle geçirmeye çalışmaları trajikomik olduğu kadar ideolojik bir duruşun da göstergesidir. Eğri ağaçtan doğru gölge bekleyenler, sürekli hoş görülerek suskunlukla görmezlikten gelenler, Sağ tasfiyeciliğin bu çürüme haline, yozlaşmanın en dip limanına bir kez daha demir atmasına engel olamamaktadırlar.
Son olarak bu çürümüş pratiğe “Rojava’dan Bir Gerilla” imzalı destekler ise acınacak bir zavallılık halidir. Sosyal medyanın sıkı takipçisi olan ve bir kaç gün içinde yürüyen tartışmalara destek amacıyla yazılan yazılar, gerillanın rolüne misyonuna dair sulandırma, “gerillanın” tılsımlı ve büyüleyici etkisini acımasız bir burjuva yaklaşımla kullanma pragmatizmidir. Savaşın, sınıf mücadelesinin birikmiş sorunları, ortaya çıkan faşist işgalin acımasız etkilerine karşı can bedeli mücadele yürüten Rojava’daki güçlere ve ülkede imha savaşına direnen gerilla güçlerine karşı saygısız ve fütursuz bir yaklaşımı da içermektedir. Yozlaşma ve çürümeye “gerilla” imzalı destekler ve açıklamalar da bu devrimci ruhu kurumuş ve çekilmiş vicdansızlığın sadece kanıtı olacaktır.
Dağın tepesine hangi yoldan çıkarsak çıkalım sağ tasfiyecilik için manzara ne yapsalar değişmemektedir. “Buz kırılmış yol açılmıştır” tasfiyeci güruh için. Ama bu yol, devrime değil karşı-devrime doğru yönelmiştir. Ve sonu hüsran olacaktır.