Son haftalar içerisinde art arda “geçim sıkıntısı” kaynaklı intihar haberleri geldi. Her biri birbirinden bağımsız ve bireysel olaylar gibi görünse de intihara sürükleyen nedenler ortaktı. Olmadığı söylenen ekonomik krizin işçi sınıfı ve emekçiler açısından derin bir biçimde yaşandığının kanıtı olan bu intiharlar, intihar eyleminin toplumsal niteliğini de gözler önüne serdi. Ekonomik krize eşlik eden toplumsal çürüme ve örgütsüzlük, çaresizlik hissini besleyerek işçi ve emekçileri ölüme sürüklüyor. Her ne şekilde olursa olsun intihar biçiminde ölümün “tercih” edilmesi aslında yaşamın ölümden çok da farklı olmadığının, yaşamak ile ölmek arasında ince bir çizginin kaldığının da kanıtıdır. Ve aslında intiharların arka planında, işçi sınıfı ve yoksulları yaşarken öldüren sömürü sistemi bulunmaktadır.
İstanbul Fatih’te “maddi sıkıntılar” yaşayan dört kardeşin kapıya “dikkat siyanür var, polisi arayın, içeri girmeyin” notu asarak intihar etmesinin hemen ardından BEDAŞ ekipleri iki aydır ödenemeyen faturaları gerekçe göstererek hayatını kaybeden kardeşlerin elektriğini kesti. Kardeşlerden biri müzik öğretmeniydi ve maaşına haciz konmuştu. Ardından Antalya’da “maddi sıkıntılar” yaşayan bir baba, siyanürle eşi ve iki çocuğunu öldürdükten sonra kendi yaşamına son verdi. İntihar mektubunda ise uzun yıllardır Antalya Büyükşehir Belediyesi’nde çalışan bir daire başkanı ve yardımcısının “iş verme” vaadiyle kendisinden 450 bin TL’yi aşkın para aldıklarını, daha sonra kendisini tanımazlıktan geldiklerini belirtti. Bir diğer intihar haberi Ankara’dan geldi. Çankaya Belediyesi’nde güvenlik görevlisi olarak görev yapan bir kişi, “ekonomik sıkıntıların” yaratmış olduğu bunalım yüzünden kendisini asarak intihar etti. Ve ardından Antep’te bir ortaokul öğretmeni sosyal medya hesabından “mobbing”e uğradığını belirterek yaşamına son verdi. Son olarak yine İstanbul’da, Kadıköy’de iki çocuklu bir matbaa işçisinin “ekonomik sıkıntı” nedeniyle işyerinde kendini asarak intihar ettiği haberi geldi.
Tüm bu intihar sebeplerini yan yana koyduğumuzda karşımıza işçi sınıfı ve yoksul kitlelerin yaşam gerçekliği çıkmaktadır. Geçinememe, ekonomik sıkıntılar, haciz, işsizlik, faturalar, mobbing… Kelimeler yan yana yazıldığında bile intiharların tekil ve bireysel bir durumun sonucu olarak değil apaçık bir biçimde ekonomik-toplumsal ve özelde sınıfsal bir gerçekliğin sonucu olarak gerçekleştiğini gösteriyor. Sistem, devlet ve burjuva medya ısrarla intiharları tekil olaylar ve özellikle “psikolojik bir hastalık” durumu olarak göstermeye çalışırken aslında hastalığın, çürüyen burjuva-feodal düzenlerinin kendisi olduğunu gizlemeye çalışıyor. Yoksullar işsizliğin yarattığı ekonomik, toplumsal ve psikolojik sıkıntıları en ileri biçimde yaşarken “işsizlik diye bir şey yok, iş beğenmiyorlar” diyen bir siyasi iktidar ve patronlar çetesi var. Çünkü onlara göre herkes nefes alıp verdiği müddetçe nerde ne iş bulursa ölümü pahasına köle gibi çalışabilir ve çalışmalıdır. Çünkü sermayenin ve patronların gözünde işçiler insan değil, birer girdi, maliyet ve işgücü metasıdır. Alınır, satılır, son sınırına kadar kullanılır ve işe yaramaz hale geldiğinde toplumun hurdalığına atılırlar.
“İŞÇİ SINIFI YA DEVRİMCİDİR YA DA HİÇBİR ŞEY”
Marks “işçi sınıfı ya devrimcidir ya da hiçbir şey” derken bir yanıyla bu gerçekliği ifade etmiştir. Emeğinden (iş gücü) başka satacak bir şeyi olmayanların, emeğini satamadığında ya da emeğine karşılık elde ettiği değer geçimini dahi sağlayamaz hale geldiğinde hiçleşmesi kapitalist sistemin temel kuralıdır. Sistem için geçim sorunları iş gücünün yeniden üretimi bakımından yani işçilerin her gün yeniden çalıştırılıp sömürülebilir bir duruma gelebilmesi için önemlidir. Bizimki gibi ucuz iş gücü kaynağı ülkelerde işçinin geçimi için gerekli araçlar (ücret vb.) asgari bir düzeydedir. Kriz dönemlerinde ise bir yandan çalışma saatleri uzatılarak, iş ağırlaştırılarak bir yandan da ücret ve haklarda kısıtlamalara gidilerek sömürü yoğunlaştırılır. İşte bu sömürüdeki yoğunlaşmanın bir diğer adı kölelik, geçinememe, yoksulluk ve açlıktır. Bu koşulların bugün geldiği nokta işçi sınıfı ve yoksulların yaşarken ölüme mahkûm edilmesi veya yaşamına kendisinin son vermesidir.
Bir işçinin çalışabilmesi, geçimini sağlayabilmesi sadece yemek, içmek, uyumak gibi fiziki ihtiyaçların karşılanmasından ibaret değildir. Bugün ülkemizde milyonlarca işçinin bunları dahi asgari düzeyde gerçekleştiremediği bilinmektedir. Fakat işçinin yaşamını ve işgücünü yeniden üretebilmesi için bunlardan daha fazlası gerekir. Toplumsal, kültürel, moral birtakım zorunlu ihtiyaçlar da söz konusudur ve bunlar olmadan bedensel sağlığın olması da mümkün değildir. Uzun saatler işyerinde çalışan; sosyal, entelektüel, moral faaliyetlere ne zaman ne de bütçe ayırabilen; işten atılma korkusu ve mobbing yaşayan; yaşamının çok büyük bir bölümünü başkaları (patronlar) için harcayan işçilerin tabiri caizse insanlıktan çıkması eşyanın tabiatı gereğidir ve işçileri basit bir eşya derekesine düşüren sömürü sisteminin bir sonucudur.
UMUTSUZLUK VE ÇARESİZLİĞE KARŞI SINIF BİLİNCİ, ÖRGÜTLENME VE MÜCADELE
İşçilerin ve yoksulların intiharlarını toplumsal çürüme ve çaresizlik hissiyle birlikte de tartışmak gerekir. ‘Bireysel’ şiddet, kadın cinayetleri, çocuk istismarı, tecavüz, işçi cinayetleri, intiharlar, tahammülsüzlük, kabalık ve saldırganlık, bireycilik vb. sistemin krizine bağlı olarak artmakta, yöneticiler tarafından da kışkırtılarak toplumsal bir çürüme halini almaktadır. Ne var ki işçi ve yoksul kitleler açısından ‘bireyin’ ve ‘bireyciliğin’ geldiği nokta kendisinin ve karşılaştığı koşulların ‘sınıfsallığını’ ve ‘toplumsallığını’ gözler önüne sermektedir. Sistem insanları birbirinden kopuk bireyler olarak yalnızlaştırmakta, çaresizlik ve değersizlik hissini de yaygınlaştırmaktadır.
Ankara Güvenpark’ta kendini yakan 59 yaşındaki “vatandaş” eyleminden önce kaleme aldığı mektubunda “Aç kaldım, adaletten umudumu kesmemiştim. Ama adaletin zenginin, gücü olanın yanında olduğunu anladım” diye belirtmişti. İntihara yönelen işçilerin ve yoksulların, karşı karşıya kaldığı sömürü, yoksulluk ve adaletsizliğin sınıfsal nedenlerinin birçok bakımdan farkında olduğu fakat buna karşı ne yapabileceğini bilmediği ya da bu konuda umutsuz olduğu söylenebilir. Keza “ekonomik sıkıntılar” nedeniyle intihar eden birçok insanın bıraktığı notla ya da intiharını gerçekleştiriş biçimiyle bir nevi eylem gerçekleştirdiği, ölürken yüksek sesle haykırdığı, bir şeyleri sorgulatmak istediği görülmektedir. Yoksulların sistemin ve devletin kuşatması altında yaşamlarını sürdürürken yapamadıkları “eylemi” ölümleriyle yapmak istemeleri işçi sınıfı ve yoksul kitlelerin içinde biriken acı ve öfkenin de resmidir.
Bu aynı zamanda işçi sınıfı ve yoksulların örgütsüzlüğünün de resmidir. Eğer sınıfsal çelişkiler bu kadar derinleşmesine, çalışmanın ve yaşamın kendisi izbeleşerek insanları ölüme sürüklemesine karşın işçi sınıfı ve yoksullar örgütlenemiyorsa bu intiharlar sadece sistemin ve toplumun değil aynı zamanda devrimci ve komünistlerin de aynası haline gelmiştir. Dört bir yandan işçi cinayeti, işçi intiharı, işçilere saldırı, işten atma, işçilerin ücret ve haklarının gasbı gibi haberler gelirken işçi sınıfının ve emekçilerin örgütlenme ve mücadele araçları geliştirilemiyorsa devrimci iddia ve pratiğin sorgulanması gerekir. Devrimci ve komünistler işçi ve yoksul kitlelere gitmelidir. Onlarla başta çalışma alanları olmak üzere tüm yaşam alanlarında bir araya gelmeli; onların sorunlarını dinlemeyi, sorunlara çözüm üretmeyi, bunun için örgütlenme ve mücadele araçlarını yaratmayı gündelik (her günkü) faaliyetleri haline getirmelidirler. Değersizleştirilmeye, umutsuzluk ve çaresizliğe, kendiliğindenliğe ve kuşkusuz intiharlara karşı komünistlerin çağrısı ve çözümü açıktır: Örgütlen, mücadele et, işçi sınıfı iktidarı için sınıf düşmanlarına karşı savaş… Çünkü işçiler, sınıf bilinci edindiklerinde “her şeydir”; o üreten, yaratan ve geleceği kuracak olandır.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 14 Kasım 2019 tarihli 48. sayısından alınmıştır.