Faşist Kemalist diktatörlük 96 yıldan beri başta Kürt ulusu olmak üzere ezilen tüm ulusların ve azınlık milliyetlerin ulusal haklarını, kültürünü ve tarihini inkâr ederek yok saymıştır. Dönemin TBMM Başkanı Abdülhalik Renda (1925) ile başlayıp Abidin Özmen (1935) ile devam eden ve günümüze gelen süreçte, içeriği ve “çözüm”e dair önerileriyle devlet ve devamlılığı noktasında bugünkü benzerleriyle neredeyse birebir örtüşen raporlar hazırlanmıştır. İnkâr ve yok sayma günümüze kadar devam etmiş, “çözüm” iskân politikalarına eşlik eden askeri tedbirler de aranmıştır. Devamında o günün “Terörle Mücadele Yasası” işlevi gören Takriri Sükûn ve Mecburi İskân Kanunları, Şark Islahat Planları ile Türk ulus-devleti ve sömürü düzenine karşıt her itiraz ve isyan devlet şiddeti ile bastırılmıştır.
Emperyalist-kapitalist sistemin yarı sömürgesi olan faşist Kemalist diktatörlük, doğası gereği devasa boyuttaki toplumsal ve siyasal sorunları “çözmeye” çalıştığı her adımında sorunları daha da büyüterek ulusal ve sınıfsal çelişkilerin keskinleşmesinin önüne geçememiştir. Bu açmazda devlet, varlığını sürdürebilmek adına, toplumsal muhalefeti kitleler içerisinde kök salıp büyümeden engelleyerek kendisi için tehdit olmaktan çıkarma eğiliminde olmuştur.
Sermayenin iktidardaki temsilcileri olan klikler değişse de bu faşist nitelik değişmemiştir. Bu değişmezlik nedeniyledir ki her türlü ırkçı, şoven saldırı politikası hükümetlerle açıklanabilecek özel bir tercih olmamıştır. Faşizmin “demokrasi” maskesi niteliğindeki parlamento gibi kurumların biçimsel varlığı ya da “olağan” ve “olağanüstü” dönemler faşizmin amaç ve niteliğinde sapmaya neden olmamıştır. Saldırılar yeni kılıklarla sürekli devam ettirilmiştir.
Kürtlerin haklı ulusal demokratik talepleri ve bu temelde ulusal mücadelesine engel olamayan devlet, söz konusu haklara yönelik kırıntı düzeyinde tavizler vermiş ancak “tam hak eşitliği” eğiliminin güçlenme korkusu yaşadığı her duruda beka sorunu tanımı yapmıştır. Kürt ulusunun sistemde reform niteliğindeki taleplerine dahi tahammül gösteremeyen ve bunu yönetme kabiliyetinde olmayan bir devlet gerçeği, birçok deneyimle de sabit olmak üzere karşımızda durmaktadır. Bu gerçeklik nedeniyle günümüzde de Kürtlerin ulusal demokratik direnişini bastırmak, direnişin kazanımlarını tasfiye etmek ve teslim almak amacıyla saldırılar boyutlanmış ve topyekûn bir saldırıya dönüşmüştür. HDP’ye yönelik legal-demokratik siyaset hakkını yok sayan saldırılar ve kayyum politikası bu tasfiye saldırısının en son örnekleri olmuştur.
REFORMİZMİN DİLİ; SİVİL İTAATSİZLİK…
Yaşanan topyekûn faşist saldırıya karşı Kürt Ulusal Hareketi ve HDP ile en güçlü ve ortak mücadele zemini yaratmak süreç açısından hayatidir. Kayyum saldırısı, tutuklamalar, gerilla mücadelesine yönelik imha saldırısı, Irak ve Suriye Kürdistanı’na yönelik işgal ve askeri saldırıya karşı durmaksızın hareket etmek, tavır koymak ve tüm eylem biçimlerini devreye sokarak direniş geliştirmek en başta komünistlerin görevidir. Bu şovenizmle etkin ve güçlü mücadele anlamına da gelmektedir. Kürtlerin her kazanımı şovenizme vurulan darbe olurken demokratik hakların gaspı karşısında gösterilen pasif tutum şovenizmin daha da gürbüzleşmesi ve faşizmin güç devşirmesi anlamına gelmektedir. Komünistlerin bir diğer görevi ise dostluk temelinde Kürt Ulusal Hareketi’ne uyarı ve eleştirilerini ortaya koymak, genel siyasi çizgilerindeki yanlışlara yönelik durmaksızın ideolojik mücadele yürütmektir. Bu, dar örgütsel hesapların değil Kürt ulusunun özgürleşmesinin ve Kürt halkına karşı sorumluluğun bir sonucudur ve devrimci mücadelenin faşist iktidarın temellerine yönelmesi açısından da tarihsel ve politik bir görevdir.
Toplumsal hayatın her alanında karşı-devrimci şiddet üreten, ürettiği şiddetle beslenen ve bu şiddeti çıkarlarını koruyabilmenin temel koşulu olarak gören faşist Kemalist diktatörlük; varlığını sürdürebilmesinin yürüttüğü haksız savaşın genişlemesi ve yaygınlaşmasıyla mümkün olduğunu bilerek bu saldırıları örgütlemektedir. Öncesi bir yana Nusaybin, Silvan, Cizre, Şırnak ve Roboski’deki kitlesel katliamlar, “terörist” ilan edilerek katliamdan geçirilen ve hapsedilen yığınlar, Irak ve Suriye Kürdistanı’na yönelik işgal ve operasyonlar ve kayyum pratiği faşizmin Kürt ulusuna yönelik yaklaşımının 96 yıldır değişmeden devam ettiğinin göstergeleridir. Değişen Kürt Ulusal Hareketi’nin devrimci çizgisi, program ve stratejisi olmuştur. Faşist düzenin temel sınırlarını aşmayan, onunla uzlaşmaya çalışan program ve stratejiler, Kürt ulusal mücadelesinin zayıflaması sonucunu doğurdu gibi faşist diktatörlüğün saldırılarını azgınlaştırmasına da zemin sağlamıştır. Bu şartlarda “sivil itaatsizliğin” bir eylem biçimi olarak benimsenmesi, mücadelede düzeyindeki geri düşüşün ve pasifizmin bir görünümü haline gelmiştir. “Hangi sınıf” ve hangi ulus için” sorusunu yok sayarak “ortak” bir adalet ve demokrasi anlayışının gelişmesi eşitsizliğin temelini ve buna karşı mücadele yöntemini de belirsizleştiren bir içerik kazanmıştır. Kitlelerin mücadele enerjisi “çözüm” beklentileri ve parlamentarist politikalarla soluklaştırılırken faşist diktatörlük kayyum saldırılarıyla Kürtlerin düzen sınırları içerisinde dahi seçme ve seçme haklarını ellerinden almaya yönelmiştir.
Bu anlamda ve söz konusu koşullar içerisinde HDP’nin temsil ettiği reformist çizginin eleştirilmesi kaçınılmazdır. Zira HDP liberal burjuva kişi ve anlayışların da içinde olduğu, Kürt Ulusal Hareketi’nin devrimci eğilimlerinin ittifak ve işleyiş yaklaşımıyla kösteklendiği bir politik platform özelliği göstermektedir. Bu ittifakın seçimlerde elde ettiği başarı ise saldırılara karşısında güven verici olamamış, saldırının boyutuna paralel direniş biçimleri geliştirilememiştir. Ne olursa olsun “barış”, “çözüm” ve uzlaşma odaklı siyasi strateji, halkın gerçeklerle yüzleştirilmesinin ve direnişi geliştirmenin önüne geçmiştir. Topyekûn saldırı karşısında stratejik bir direniş çizgisi geliştirmek yerine direniş ve eylemi taktiksel, geçici bir araca dönüştürerek körelten bir politik hat hakim hale gelmiştir.
Bu noktada KCK Yürütme Kurulu üyesi Murat Karayılan’ın buzdağının görünen kısmına dair işaret ettikleri ve kimi kaygılarla görünmeyen yüzünü “şimdilik” saklı tuttuğu değerlendirmeleri anlamlıdır. “Türk devleti, HDP’ye bu kadar saldırırken, baskı altına almaya çalışırken biz de kalkıp eleştirmeyi pek yerinde görmüyoruz…. Eğer biraz geriye dönüp bakarsak; HDP vakti zamanında kendi görevlerine sahip çıksaydı, doğru yürüseydi belki de böyle olmazdı. Şimdi bakın, birçok HDP yetkilisi cezaevindedir. Hepsini suçlayıp, ‘öz yönetim direnişleri döneminde HDP hendek siyasetini savundu’ diyorlar. Bu bir yalandır. HDP o süreci desteklemedi. Eğer HDP o süreci destekleseydi, belki de süreç şimdi böyle olmazdı. Bilakis HDP tereddüt yarattı, insanları ikileme koydu. Bunun sonucunda halkımızın aklı karıştı. O gençler düşman karşısında tek başlarına bırakıldı. Şehit Çiyager ve beraberindeki 60 genç, Amed’in ortasında, Sur’da bir başlarına kaldılar.” (11 Eylül 2019, ANF)
Karayılan’ın bu eleştirileri artık gün yüzüne çıkmış gerçeklerdir. Ancak genel bir siyasi çizgi eleştirisini içermemektedir. Oysa bir bütün olarak HDP’nin, seçimlerde barajı geçmek, parlamentoda güç olmak adına bu tereddüt eden siyasi çizgiden sıyrılmadığını görmek gerekmektedir. Bu çizgi HDP’yi her kapsamlı faşist saldırı sonrası daha fazla geriye çekmekte, daha ürkek ve tedirgin yapmaktadır. Hiç kuşkusuz Kürt Ulusal Hareketi’nin genel çizgisinden bağımsız değildir bu durum. Ancak Kürt Ulusal Hareketi’nin politik, taktik hamlelerini dahi yer yer boşa düşüren bu gerçekliğin geniş kitlelerde yarattığı etki önemlidir. Çok güçlü direniş hattına ihtiyaç duyulan, binlerce gerillanın can feda direniş hattı karşısında faşizmin yoğun kuşatma ve imhaya yöneldiği koşullarda HDP siyaseti, parlamentarizmin en arızi yanlarıyla “direnmeye” çalışmaktadır. Bu durumda kitlelere güven veren, saldırılara karşılık olabilecek bir direniş örgütlemek eşyanın tabiatına uymamaktadır.
ÖFKEMİZİ ÖRGÜTLEMEYİ Mİ FAŞİZMİ TERBİYE ETMEYİ Mİ AMAÇLIYORUZ?
Sınıflar ve sınıflı toplum gerçeği karşısında “barış” ve ‘adalet’e, emperyalist dünya düzeni ve tepeden tırnağa silahlanmış egemen burjuva sınıfı karşısında barışçıl, pasif direnişlerle ulaşılabileceğine dair her inanış ve vurgu, her koşulda temkinli olmak adına gerçek hareketin gerisine düşer ve hareketi geri çekmeye çalışan reformist bir çizgiye demirler. Bu çizgi saldırıların en yoğun olduğu dönemde, mücadelenin keskinleştiği anda ise yüzünü daha açık gösterir. Bu istem ve pratiklerin, kitlelerin bilincini bulanıklaştırmak ve devletin faşist karakterini perdelemek dışında bir işlevi olmamaktadır.
Kayyum saldırısı ile sokaklara yönelen hareketin başladığı anda “Bizi yok sayanların, bize hiçbir şekilde yükümlülük çıkarma hakları yoktur. Dolayısıyla yok belediye vergisiymiş, yok su faturasıymış, yok şuymuş yok buymuş. Halkın hiçbir maddi ve manevi sorumluluğu kalmamıştır” şeklinde açıklama yapan HDP Eş Genel Başkanı Sezai Temelli’nin bu sözleri, direnişe olan inançtan ileri gelmiyordu. Temelli ikircikli ve ürkek siyasetle kitlelerin kafasını karıştırmayı başarmıştır. Kitlelerin açığa çıkan öfkesini devrimci bir yönelime dönüştürmek yerine onu dizginleyerek kontrol altına almak için “hesabı sandıkta soracağız” gibi artık bıkkınlık veren nakaratları tekrarlamıştır. Halkı döne döne sandığa çağıran liberal-reformist solcuların tepkilerinin, Temelli’ni sözleri gibi yaşamda herhangi bir karşılığı yoktur. Olmayacağını bizatihi dün ve bugün faşist saldırganlık tüm açıklığı ile göstermiştir.
Küçümsediğimiz ya da önemsiz gördüğümüz için değil hafızaları tazelemek adına söylemeliyiz ki; Kürt ulusunun sahibi olduğu tüm kazanımlar, kitlelerde karşılığı olmayan imza kampanyaları, nöbet eylemleri, ulaşım araçlarında ödeme yapmamak gibi sivil itaatsizlik pratikleriyle değil serhîldanlarla, kepenk ve kontak kapatma eylemleriyle, eğitimin boykot edilmesi gibi kitlesel eylemler ve daha da önemlisi silahlı mücadele ile elde edilmiştir.
Kayyum saldırılarını sandığın tasfiyesi gören siyasal körlük; faşizmin Kürt ulusunun en temel haklarına, ulus olma gerçeğine, devrimci dinamiklerine saldırdığını, mücadelenin tüm kazanımlarını ortadan kaldırmayı amaçladığını görememektedir. Haklı ve haksız ayrımı yapılmadan dilden düşürülmeyen “savaşın ve şiddetin çözümsüzlüğü” söylem ve pratikleri ülke gerçekliğiyle örtüşmemektedir. Biz kabul edelim veya etmeyelim, bu ülkede özgürlüğün ve barışın yolu devrimci savaştan geçmektedir.
DEMOKRATİK HAKLAR İÇİN SAVAŞMA ZORUNLULUĞU
“Hepimiz birer Gandhi’yiz…” Bu sözler HDP Eşbaşkan’ı Sezai Temelli’ye ait. Parlamentarizmle bulaşık reformizmin, içini boşaltma uğraşında olduğu tek şey sadece devrimci dinamikler, eylem ve hedefleri değildir. Temelli’nin bu söylemine cevabı uzatmamak adına referans alınan Gandhi’den vermeyi yeterli görüyoruz: “Biz şiddetsizliği çaresizlikten benimsedik. Atom bombamız olsa Britanya’ya karşı onu kullanırdık.” Bu durumda Gandhi’nin gerisine düşen bir pasifizmden bahsetmek hatalı olmayacaktır.
Sezai Temeli yine şu sözleri sarf etmişti: “Türkiye’nin en temel sorununa Kürt sorununa çözüm iradesi ortaya koyabilecek, demokrasi konusunda adım atabilecek, herkesin kendisini eşit temsil ettiği bir anayasayı hayata geçirecek bir seçenek yaratmalıyız. Biz üçüncü yol ile bu seçeneği yaratıyoruz.”
Eğer amaç faşizmin saldırılarını boşa çıkarmaksa izlenmesi ve konuşulması gereken tek yol; Gandhi’nin de gerisine düşen, yol değildir. Faşizme karşı başarının yolu devleti sınıflar üstü gören, sermaye iktidarına ve çıkarlarına, egemen mülkiyet ilişkilerine dokunmayan, egemen üretim ilişkilerini ve sınıflar arası çelişkileri yok sayan, ezen ve ezilen uluslar gerçeğini temellendiremeyen, sınıf mücadelesini ve devrimi reddeden, düzeni sosyal bir dizi reformlarla demokratikleştirmenin ötesinde ufka sahip olmayan sosyal adaletçi liberal-reformist solun “üçüncü yol”u değildir. Kürt ulusal meselesinin çözümünü iyileştirmeci, anayasalcı yolda çıkmaza sokma uğraşı ile “Kürtlere Özgürlük getiriyoruz” sloganı ise hiç değildir. Bu zaten devrimci olan yol da değildir. Devrimci yoldan çıkan kişi ve hareketler ‘yeni’ ve ‘üçüncü’ bir yol aramaktadırlar. Doğal ki yolunu şaşırmış yolcuların ortaklaştıkları dil de Laz Kemal’in, Mahsun Korkmaz’ın, Zilanların cüretle ve cesaretle kuşandıkları ulusal kurtuluşçu devrimci dil değildir.
Sonuç olarak; faşist Kemalist diktatörlük yıkılmaksızın özgürce yaşanabilecek, demokratik hak ve özgürlüklerin tanındığı bir toplumsal yaşam mümkün olmayacaktır. Türk hâkim sınıfları ile işçi sınıfı ve ezilenlerin çıkarları arasındaki çatışma görmezden gelinerek ‘yumuşatılan’ her çözüm her çizgi her yol ve arayışın karşılığı yoktur ve mahkûm edilmelidir.
Savunduğumuz şey, reformlar için mücadele edilmez gibi sol bir yaklaşım değildir. Kürtlerin legal-demokratik siyaset hakkına yönelik saldırılara ve kayyumlara karşı kesin ve kararlı bir eylemsel duruş zorunludur. Bu hakların kazanılması ve korunması ise parlamentonun, sivil itaatsizlik gibi pasifist eylem biçimlerinin boyunu aşmaktadır. Bu anlamda devrimci çizgide ilerlenemediğinde elde edilen hakların, sağlanan reformların pamuk ipliğine bağlı olduğu da görülmektedir. Tutarlı ve kesin bir kararlılıkla faşist sistem, onun uydurma ve kaba “demokrasi” araçları teşhir edilmeli, sömürü ve baskının devamı anlamına gelecek “cumhuriyetin demokratikleştirilmesi” gibi söylemlere prim verilmemelidir. Cumhuriyeti yani aslında TC’yi koruma ve “iyileştirme” anlamına gelen her tür politik çizgi faşizmin tekrar tekrar kendini meşrulaştırması ve yeniden yapılandırması dışında bir şeye hizmet etmeyecektir.
Süreç saldırılara karşı eylemde birliği, ideolojik çizgide ise kesin bir ayrılığı gerektiren özelliklere sahiptir. Dost güçleri eleştirmek ve aynı zamanda ortak karşı duruşu örgütlemek, faşizme karşı mücadelede en büyük silahımız, geniş kitleleri seferber etmede ve onlara güven vermede doğru çizgimizdir.
Dün olduğu gibi bugün de temel toplumsal ve politik sorunların çözüm yolu halk savaşından ve Demokratik Halk İktidarı’nın kurulmasından geçmektedir. Proletarya Partisi bu amaçla kendi bağımsız çizgisinden ödün vermeksizin başta Kürt ulusal mücadelesi olmak üzere baskı ve sömürüye karşı her alanda devrimci çizgiyi inşa etmeyi esas alacak, direnişin olduğu her alanda mücadele ortaklıkları için çaba harcayacaktır. Şimdi gerillaya yönelik askeri saldırılara, kayyum saldırısına, Rojava ve Irak Kürdistanı’ndaki işgale, A. Öcalan ve tutsaklar üzerindeki tecrite, Kürt ulusunun kazanımlarının yok edilmesine ve diğer tüm saldırılara karşı direniş ve mücadele hattını örgütleme zamanıdır. Hiçbir eleştirimiz, bu görevler karşısında eylemsel kuşanmanın önünde engel görülmemeli, tersine eleştirinin ancak doğru eylemlerle amacına ulaşacağı bilinmelidir.
*Bu makale Yeni Demokrasi Gazetesinin 19 Eylül 2019 tarihli 44. sayısından alınmıştır.