Kendi köklerine yabancılaşmış bir ağaç koca bir ormanda yapayalnız kalmış demektir. Bizi biz yapanları elimizden alarak yaşamı koca bir anlamsızlıktan ve amaçsızlıktan ibaret kılmak çabasında olan egemenler, boşlukta asılı duran köksüz bir ağaç portresi çizerek “gerçekleri anlatıyoruz” diye başlıyorlar söze. Oysa biz çok iyi biliyoruz ki ne kadar vururlarsa vursunlar gerçekleri öldüremezler.
Egemenlerin halkların ilerici, devrimci değerlerini yok etmek için başlattığı “haçlı seferinde” geçmişten günümüze uzanan ve bilinçlerimize motif motif işlenen suretleri karartma çabası özellikle son dönem revaçta olan bir yöntem. Kuşkusuz ki “halkın sanatçısı, halkın savaşçısıdır” diyen devrimci sanatın sembollerinden ve köklerimiz den biri olan Yılmaz Güney de köhnemiş sistemin halkların değerlerine yönelik başlattığı ideolojik ve kültürel bombardımanın en çok hedefte olanlarının arasındadır. Yılmaz Güney’i, Yılmaz Güney yapan devrimci yaşamından ve düşüncelerinden koparıp, içini boşaltarak onu karartmak isteyenler saçmalıkların gerçekleri zaptetme naralarıyla başlattığı “postmodern haçlı seferinin” bayraktarlığını yapanlardır. Birkaç yıl önce bir televizyon programında şöyle diyordu Sinan Çetin: “Sosyalizm Yılmaz Güney’in hayatını çalmıştır. Yılmaz Güney eğer sosyalist fikirlerle değil de sanatıyla uğraşsaydı cezaevine girmeyecekti ve sinemalar daki o büyük başarılarını daha verimli devam ettirecekti.”
İşte Yılmaz Güney’e yönelik tam da sistemin istediği bir karartma çabası. Önce likle şunu söyleyelim ki;
Yılmaz Güney’in en başarılı yapıtları (Yol, Arkadaş, Duvar, Sürü vb.) onun fikirlerini sanatına en verimli şekilde yansıtmasıyla oluşturmuştur. Yılmaz Güney, her şeyden önce bir devrimcidir. O yaşama devrim cephesinden baktığı için sembolleşmiştir ve egemenlerin tüm saldırılarına rağmen sanatında büyük başarılara imza atarak, halkların bilincinde ölüm süzleşmiştir. Bu yüzden sosyalizm onun hayatını çalmamış ona hayat vermiştir. Gerçi Sinan Çetin gibiler bunu anlayamaz, bunu anlayamadıkları ve bunu yaşayamadıkları için de Duvar, Arkadaş vb. gibi filmler çekemezler, onlar yalnızca sistem saflarında üstlen dikleri misyona uygun olarak Yılmaz Güney’i karartmaya çalışırlar.
Bir de son dönemde sıkça rastladığımız “sosyalistim” diyen ama sosyalizmi birkaç söylem dışında hiçbir yer de gerekli görmeyen “sosyalist sanatçılar” var. Sistemin bu son model koyun postu kreasyonu içinde televizyon ve kitapların podyumlarından indirmediği bu kurtlar, devrimci literatürde sıkça kullanılan kelimeleri bir araya getirip “solcu”luk yaptığını sanırlar.
Bir öyküsünde “Ölüm Beni Çağırıyor” demişti Yılmaz Güney. Aradan yıllar geçti ama ölüm hep farklı dilden, farklı frekanslardan ve farklı tonlardan ama aynı özden hep seni çağırıyor Yılmaz Güney. Ama sen yaşam tutkusuyla ölümü küçültenlerin sayfalarında, şiirlerinde, türkülerinde, filmlerinde her şeyden öncede savaş siperlerinin kızıl lığında yaşayacaksın ve biz bir kez daha Mahir olup mahpustan firar ettiğimizde senin kapını çalmaya devam edeceğiz. Çünkü biliyoruz ki bizi ancak biz saklarız. Bazen bir etkinlikte, bazen bir köy evinde, bazense bir kış üssü sığınağında senin portrelerini duvarlarımıza asmayı hak ettiğimiz için biz köklerimize asla yabancılaşmayacağız ve asla koca bir ormanda yapa yalnız kalmayacağız. Biliyoruz ki yine toplanacak “sanatçılar” ve bir zamanlar seni tutsak edenlerin dilinden seslenecekler “Koşulsuz şartsız silah bırakın.” Kimileri bu emre uyacak belki, ama senin 70’li yılların biricik Komünist önderi olarak gördüğün İbrahim Kaypakkaya’nın ardılları teslimiyete yüz vermeyerek seni haklı çıkaracaklar. Bir gün mutlaka biz düşmanı koşulsuz, şartsız teslim alırken de ‘duvar’larımızda senin portren olacak.
KENDİ DİLİNDEN YILMAZ GÜNEY
“Bir sanatçı olarak ‘ Yılmaz Güney’ olarak bilinirim. Ama asıl adım Yılmaz Pütün’dür. Adım zorluklar karşısın da eğilmez, umutsuzlu ğa kapılmaz, yılgınlığa düşmez ve baş eğmez anlamına gelir, soyadım Pütün ise bir dağ meyvesinin kırılmaz çekirdeği demektir.
1931 yılında Türkiye’de bir güney şehri olan Adana’nın Yenice köyünde doğdum. Kürt asıllı topraksız bir köylü ailesinin iki çocuğundan biriyim. Annem dindardı ve okuma yazma bilmez di. Hala sağ… Babam ise okuma yazmayı askerde öğrenmişti. Annem gibi o da okula hiç gitmemişti. 1976’da ben Kayseri cezaevinde iken öldü. Mezarını göremedim…
Dokuz yaşımdan beri hayatımı çalışarak kazandım. İlk işim dana gütmekti. Liseyi Adana’da bitirdim. O yıllar Doruk adında bir sanat dergisi çıkardım. Sanata meraklıydım ve hikayeler yazıyordum. 1955 yılında bir hikayemden ötürü takibata uğradım. Hakkımda dava açıldı.
1957 yılında, İstanbul’a İktisat Fakültesi’nde öğrenim görme hayalleriyle gittim fakat devam edemedim. 1955’te süren takibat ve mahkeme sonuçlanmıştı ve ben başlangıçta 7.5 yıl ağır hapis ve 2.5 yıl sürgün cazasına çarptırıldım. Daha sonra temyiz mahkemesi kararı bozdu, yeniden görülen mahkeme sonucu cezam, 1.5 yıl ağır hapis ve 6 ay sürgün cezasına çevrildi. Öğrenimim yarıda kalmıştı. Önümdeki tek yol kendimi hayatın okulunda hayatın kabul ettiği ve dayattığı öğretmenler aracılığıyla eğitmekti. Öyle yaptım… Kitaplar, sinema, iş, cezaevi, acımasızlık, hayatın katı kuralları, toplumsal baskılar, kahpelikler, yiğitlikler… Karşılaştığım zorlukları yenmek için direnmek ve kararlılık… Öğret menlerimden biri ZORDUR…
1961 Mayıs’ında cezaeviyle tanıştım.1962 Aralığında cezam bitti. Muhafazakarlığıyla ünlü, Konya şehrine sürgüne gönderildim. Konya sınırını çıkamazdım. Her akşam polise imza vermeliydim. En çok imzayı polis defterine attım. 180 defa…
1968’de askere gittim. 1970 Nisa nında döndüm. Hayatımdan çalınan iki yıl… 1971 Mayıs’ında on binlerce aydın, sanatçı, yazar gibi ben de gözaltı na alındım. Hakkımda hiçbir delil yoktu. Sadece kuşku. Bir hafta gözaltında tutulduktan sonra serbest bırakıldım, resmi olmayan bir emirle, sözlü bir emirle ve tehditle yine Nevşehir’e üç aylığına sürgün edildim. Bu kez polise imzaya gitmiyordum, polis beni dıştan kolluyordu.
1972 yılı 16 Mart’ta devrimcilere yardım ettiğim gerekçesiyle tutuklandım. Mahkeme sonucu 10 yıl ağır hapis ve sürgün cezasına çarptırıldım. Genel afla salınıverdim. 1974 Eylül’ünde bir cinayet olayına adım karıştı ve 19 yıla mahkum edildim. Cezaevinde iken, Güney adlı bir sanat ve kültür dergisi çıkardım. 13 sayı sonra sıkıyönetimin yeniden gelmesi üzerine dergimiz kapatıldı ve hakkımda yazılarımdan ötürü on ayrı dava açıldı. Suçum komünizm propagandası yapmak, milli duyguları zayıflatmak, halkı suç işlemeye teşvik etmek, suç sayılan fiilleri övmek ve devletin içte ve dışta iti barını sarsmak… İstenen ceza toplamı, yaklaşık 100 yıl…
1981 Ekim’inde izinli çıktığım Isparta yarı açık cezaevine dönmedim. Sonra da yurtdışına çıktım.
1981 Ekim’ine kadar yaklaşık 12 yılımı çeşitli cezaevlerinde geçirdim. Bu 12 yıl içerisinde, ikisi yarı açık olmak üzere 15 cezaevi tanıdım.
Ülkemden ayrıldıktan sonraki ilk aylarda 3 davamın sonuçlandığını, sonuçta toplam 20 yıl ağır hapis 7 yıla yakın sürgün cezası aldığımı öğrendim… Öbür davalarım devam etmekte, ancak henüz, hangileri sonuçlandı, ne kadar daha ceza aldım bilmiyorum…”