Venezuela’da neler yaşanmakta? ABD tam bir öfkeyle, her türlü seçeneğin masada bulunduğunu duyurup bir askeri müdahale olacağı endişesini bile-isteye yaratarak neyi amaçlamaktadır? Gerçekten de “Bolivarcı Devrim” emperyalizm için yıkıcı sonuçlar doğurduğundan mı bunca öfke ve işgal beklentilerine neden olan gürültü koptu? Ya da ABD’nin yüksek tirajlı, dünyaca ünlü basınında tartışıldığı gibi Venezuela’da sosyalizm bir kez daha halkın boynuna dolaşan urgan mı oldu? “21. yüzyıl sosyalizmi”nin sonuçlarıyla mı yüzleşti Venezuela halkı?
Üzerinde durmamız gereken değerlendirmeler, yorumlar, politik tutumlar olduğu kuşkusuz. ABD’nin son saldırgan tavrına karşı Maduro’nun baş eğmez tutumu emperyalizmin bu en baş belası devletine karşı kinle dolu halklarda, devrimci hareketlerde kesinlikle olumlu duygulara sahip olmuştur. Peki ama Maduro’nun baş eğmezliği nasıl bir ekonomik sisteme, toplumsal düzene ve göç ittifakına dayanmaktadır? Herhangi bir emperyalist devletin dış müdahalesine karşı sesini yükselten bu “ulusalcı” lider anti-emperyalist midir? Bağımlı bir ekonominin yöneticisi ne kadar “ulusalcı” olabilir? Venezuela’da örneğin ekonomi gerçekten de “Bolivarcı Devrim’in şimdiki lideri” Maduro’nun kontrolünde midir? Chavez önce darbe yapmayı deneyerek ama başaramadıktan sonra elde ettiği halk desteğinin onu sürüklediği parlamenter yolla iktidara geldiğinden devirmeyi başardığı egemen sınıf kliğinin tüm ayrıcalıklarını kaldırdı mı gerçekten? Emperyalist sömürü çarkının yakıtı işlevindeki dış borcu sildi mi? Ya da bugün neden bu ülkelerde tutulduğunu tam olarak öğrenmiş bulunduğumuz altın rezervleri ve devlete ait petrol şirketinin kazancı İngiltere’den, ABD’den hiç istenmiş midir?
Sorular artırılabilir. Ama şimdi bu süreçte neler yaşandığını ortaya koymaya çalışalım. ABD saldırganlığının, “Batı demokrasileri”nin Maduro karşıtlığını en pespaye darbe şakşakçılığına kadar vardırdığı “dış müdahale” pervasızlığının nedenlerini ancak gerçekler, yaşananlar üzerinden doğru veya doğruya yakın değerlendirebiliriz.
Bu süreci 2000’lerin başına kadar götürebiliriz. 1998’de Chavez’in devlet başkanı olmasıyla beraber ABD ile Venezuela arasında bugüne varan sorunlar yaşanmaya, artmaya başladı. Sadece Venezuela’da değil ABD’nin arka bahçesi olarak gördüğü Latin Amerika’daki pek çok ülkede ABD hegemonyasını sarsan gelişmelere tanık olduk. ABD Trump ile “yeniden büyük olma” hayalleri kurarken aslında ABD hegemonyası-nüfuzunun gerilemiş olması gerçeğine işaret eder. Rusya ve Çin’in gelişmesi, AB’nin güçlenmesi ABD’nin dünya politikalarındaki belirleyiciliğini, hegemonyasını gölgelemektedir. Rusya ve Çin doğrudan bir karşıtlık oluştururken Fransa ve Almanya da bazı konulardaki bağımsız, farklı politikalarıyla ABD’den ayrı bir hatta konumlanmaya çalışmaktadır. Bunu kanıtlayan iki güçlü örnek AB Ordusu ve İran politikasıdır. Bu ve başka konularda AB ve ABD arasında ciddi farklılıkların söz konusu olduğu bilinmektedir. ABD arka bahçesinin başkaları (Çin-Rusya) tarafından kullanılmasına hiçbir zaman razı olmadı. Bu yüzden Venezuela’da Chavez’e sonra da Maduro’ya yönelik pek çok darbe planladı ama başarılı olamadı. ABD karşıtlığıyla tanımlanan “Bolivarcı İttifak”ın başını Venezuela çekiyordu. Honduras bu ittifaka katılma kararı aldığı için devlet başkanı askeri darbe ile, Paraguay devlet başkanı da “parlamenter darbe” ile alaşağı edildi. Arjantin de ABD saldırısından kurtulamadı. “ABD mahkemeleri değersiz devlet tahvillerine fahiş değerler yükleyerek Arjantin’e on milyarlarca dolar borç çıkardı. Cristina Kirchner hükümeti ABD mahkemelerinin kararlarını tanımayınca Arjantin’in tüm dış hesapları kapatıldı.” (M. Ali Güler, Cumhuriyet, 28/1/2019) Brezilya’da da benzer bir saldırı ile önce Dilma Rousseff yolsuzluk gerekçesiyle azledildi; sonra seçimin favorisi olan Lula da Silva hapis cezası ile saf dışı bırakıldı ve ABD’nin kuklası Bolonaro’nun seçimi kazanımı sağlandı.
ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton bu süreci “…bölgede serbest piyasa prensiplerine bağlı…” yönetimlerin artması olarak gördüklerini söyledi. ABD Venezuela’yı da “serbest piyasa prensipleri”ne bağlamak için uğraşıyor! Guaido soytarısı da geniş kapsamlı özelleştirme, yabancı sermaye girişi ve serbest piyasanın önünün açılması gibi neo-liberal ekonomi politikasını savunuyor.
EMPERYALİSTLER NEDEN BU KADAR İŞTAHLI?
Venezuela enerji ve doğal kaynaklar bakımdan büyük bir zenginliğe sahip. “Yeniden büyük” olmak isteyen ABD’nin saldırılarının bir nedeninin de bu olduğunu bilmeyen, görmeyen yok! Madura “Dünyanın en büyük sertifikalı petrol rezervi var. Dünyanın en büyük sertifikalı altın rezervlerinin sahibi olma yolundayız. Dünyanın en büyük dördüncü doğalgaz yatağına sahibiz. Çok büyük elmas, içme suyu, alüminyum, demir yataklarımız var. Enerji ve doğal kaynaklar bakımından bir gücüz.” (BİRGÜN, 31/01/2019) diyerek saldırının nedenini ve amacını açıklıyor. Gerçekten de Venezuela 300 milyar varillik petrol rezervi ile birinci sırada bulunuyor. Ham petrol bakımından da en büyük ihracatçı, 6.4 trilyon metreküplük doğalgaz rezerviyle de bu alanda 7. sırada. Petrol ihracatının %11’ini ABD’ye yapmakla birlikte ABD’ye en çok ham petrol tedarik eden dört ülkeden biri. 30.5 milyonluk nüfusa sahip ülkenin ekonomisinin %90’dan fazlası petrole dayalı. ABD saldırısını bu alanda yoğunlaştırmış durumda. Nakit parasının yaklaşık %75’i ABD’de bulunan petrol şirketi Petroleos de Venezuela (PDVSA)’ya yaptırım kararı aldı. Venezuela’nın ABD’deki varlıklarının kontrolü Guaido hükümetine verildi. ABD diğer ülkeler üzerinde de baskı kurarak Venezuela varlıklarına erişimi, petrol ve altın ticaretini engellemeye çalışırken yeni yaptırımlarda bulunabileceğini de açıkladı. İngiltere Venezuela’nın toplamda 8 milyar dolarlık altın rezervini bloke ederken Venezuela Merkez Bankası’nın bunun 1.2 milyar dolar değerindeki rezervinin transferi talebini de reddetti. İspanya da Venezuela’ya ait fonları Maduro hükümetinin kullanmasını engelledi.
Venezuela’ya karşı sürdürülen ekonomik ambargo saldırısı dış yaptırımlarla yoksullaşmayı, kitle desteğinde, egemen güç ittifakında özellikle de orduda çözülmeyi derinleştirmeyi amaçlamaktadır. Petrol fiyatlarının düşmesiyle, daha önce elde ettiği avantajları yitiren, büyüye kriz ve ABD yaptırımları ile ekonomik bakımdan zayıflayan, yoksulluğun arttığı Venezuela’da “muhalefet” gücünü kullanıp üretimi kısarak, stok yaparak krizi büyütmeye, iktidardaki klikleri düşürmeye çalışıyor. ABD’nin ambargosu ile petrol üretimi %60 düşerken 2016’da %20.6 olan işsizlik de 2018’de %34.3’e yükseldi. İthal ürünlerin fiyatlarındaki artış ve para birimindeki büyük değer kaybı yoksulluğun katlanmasına neden oldu. Özetle ABD iç ve dış baskıyı/yaptırımları artırarak saldırısına uygun bir zemin yaratmak için yıllardır her yönteme başvurdu. Venezuela halkını daha büyük bir açlığa yoksulluğa iterek desteklediği güçlere ve tabii kendisine mecbur etmeye, Rusya yanlısı güçlere (Maduro yönetimine) karşı harekete geçirmeye çalıştı durdu. Bu politikaları nedeniyle daha çok Kolombiya’ya göç etmek zorunda kalanları da saldırı için bir başka gerekçe-neden olarak kullanmaktadır. Sokak, kitle eylemleriyle de baskıyı artırmaktadır. ABD şahsında emperyalizmin klasik politikaları Venezuela üzerinde de denenmektedir. Rusya ve Çin ise bu saldırılara karşı çıkarak kendi çıkarlarını koruyan klikleri desteklemektedir.
“DEMOKRASİ” DIŞARIDAN BAŞKAN İLAN ETTİ!
“AB-D destekli soytarı” olarak tanımlanan Juan Guaido’nun kendini geçici devlet başkanı ilan etmesi ve destekleyen ülkelerce tanınması ile iktidar savaşı yeniden alevlendi. Parlamento seçimini kazanmasıyla gücünü artıran ABD ve AB destekli klikler yaptırımları, ekonomik krizi, halkın içinde bulunduğu durumu, bölgesel ve uluslararası desteği kullanarak iktidardaki klikler üzerindeki baskıyı artıyor. W. Post’tan Josh Rogin saldırının adım adım nasıl planlandığını “üst düzey bir yetkili”ye dayandırarak açıkladı. Gizli görüşmeler, planlar yapılmış, saldırının parçası olan ülkeler bilgilendirilip hareket geçirilmiş. Bu süreçte özellikle Kanada kilit, Peru, Brezilya ama esasen de Kolombiya aktif rol oynamış bulunuyor. Kolombiya zaten 15’ten fazla askeri üsle ABD’nin bölgedeki saldırı merkezidir. J. Bolton’un “5 bin asker Kolombiya’ya” notu bir gözdağının ötesinde anlam taşıyor. Şimdi bu rolü NATO üyeliğiyle ödüllendirilmek isteniyor. Böylece ABD doğrudan bir NATO üyesi aracılığıyla bölgedeki işgal politikalarını planlayacak meşruiyet yaratacak! ABD özellikle Maduro’dan desteğini çekmeyen ordu üzerinde baskı oluşturuyor, güç devşirmeye çalışıyor. J. Bolton Guaido’yu tanıyan üst düzey askeri yetkililere yaptırımları kaldıracaklarını açıklarken Guaido da askerler için bir af düzenlemesi yapacaklarını ilan etti. Şimdiye kadar istediklerini elde edememiş görünüyorlar ama ordu içinde belli karışıklıkların yaratılması, karşılık alınması da mümkün.
Maduro’nun devlet başkanı seçilmesinden sonra ABD, Kanada ve Lima Grubu içerisindeki 13 Latin Amerika ülkesi Maduro’yu tanımayıp gayrı meşru ilan ederek bugün yaşananların sinyalini verdi. AB de dahil bu güçler seçimlerin güvenilir, adil ve özgür şekilde yapılmadığını ve tekrarlanmasını söylüyorlar. Buna dayanarak da Guaido’yu tanıma kararı aldılar. Bu noktada emperyalistlerin ikiyüzlülüğünü ve seçimleri demokrasi ile eşitleyen anlayışların yanlışlığını bir kez daha görüyoruz. Bütün burjuva seçimler “adil-özgür” koşullarda yapılmadığı gibi tıpkı İngiltere’de dile getirildiği üzere istenmeyen sonuçların, kişi veya partilerin çıkması halinde ise darbe dahil her türlü müdahalenin yapılacağı bilinmektedir. Yani seçim egemen sınıfların, emperyalizmin çıkarlarıyla uyuştuğu ölçüde “demokratik-meşru-adil” kabul edilmektedir veya seçimler zaten devlet sisteminin korunması aynan sürdürülmesi için neredeyse tamamen bir kurguyla gerçekleşmektedir. Kimlerin, hangi anlayışla yönetmek üzere seçileceği “aynen korunan” devlet yapılanması sayesinde zaten belirlenmektedir! Bütün emperyalist ülkelere katılım oranı %30, 40 en fazla 50’dir. Demokrasinin sembolü diye propaganda edilen ABD’de 2014 seçimlerine katılım %36’ydı. Son ara seçime katılım %41. Fransa’da katılım %25, 35, 40 oluyor. Macron % kaç oranla, oyla seçildi? Daha yakın zamanda Sarı Yelekliler onun meşruiyetini kanıtlamadı mı? Bütün bu seçimlerde ne hileler yapıldığını biliyoruz, tahmin edebiliyoruz ama daha da önemlisi burjuvazinin egemenliğini onaylatma işlevi gören bu seçimlerin “adil-özgür” yapıldığına, halkların iradesini açığa çıkardığına inanmak mümkün mü? İşte böyle seçilenler herhangi bir ülkeye saldırmak istediğinde seçimleri gerekçe göstererek meşruiyet tartışması yapılabilmektedir! Irak’ta “kitle imha silahları” yoktu ama işgalin gerekçesi olarak gösterildi, propaganda edildi. Oysa asıl kitle imha silahları emperyalistlerde. Yani bu gerekçe ile saldırılması gereken birileri varsa onlar da emperyalistlerdir. Ya da seçimlerin “adil-özgür” olmadığı gerekçesiyle gayrı meşru ilan edilecek birileri varsa onlar da emperyalistler ve tabii ki tüm uşaklarıdır!
MEŞRULUK HALKIN ÇIKARLARINI GERÇEKLEŞTİRMEKTİR!
Diğer yandan seçilmiş olmaya meşruiyetin, yasal ve demokratik olmanın kıstası yapmak burjuva anlayışın bir tezahürüdür. Maduro’nun ya da bir başkasının seçimlerde ne kadar oy aldığına bakılmaksızın seçilmiş meşru-lider, yönetim olarak savrulmaları burjuva bir görüş olmanın dışında egemen sınıfları/sistemi kitlelere benimsetmeye hizmet eden gerici ve yanlış bir anlayıştır. Seçilmiş olmayı meşruiyetin-demokratlığın kıstası olarak düşünmek burjuvazinin ve onun her türlü temsilcisinin iradesine tabi olmakla sonuçlanacak bir meşruiyet yitimidir. Ayrıca karşı çıkılan, diktatör ilan edilen/olan sınıf-kişilere karşı mücadeledeki samimiyeti, meşruiyeti de sorgulatacak bir tutumdur. Buradan yapılan meşruiyet tartışması karşı çıkılan şeye tabiyetle, ona mahkum olmakla sonuçlanacak ve ona karşı mücadeleyi zayıflatacaktır. Bu, reformizmin bizi sürüklemeye büyük gayet gösterdiği bir çıkmazdır. Venezuela-Maduro ile ilgili tutumlarında hükümetle aynı kıstaslarda buluşması meşruiyeti seçimde, seçilmiş olmakta görmeleri (25/01/2019 tarihli Birgün’deki açıklamalar) bu bakımdan şaşırtıcı değildir. Küçük/ulusal burjuva anlayış daima egemen sınıflar arasındaki iktidar savaşında kliklerden birine yedeklenmeye hazırdır, özgülümüzde bu ya CHP ya da AKP olmaktadır. Bugün AKP’ye karşı olanların bir kısmının bir zamanlar “yetmez ama evet” diyerek veya başka biçimlerde ona nasıl yedeklendiği hatırlansın. “Böyle seçim olmaz” diyerek CHP’ye yedeklenenlerin, AKP’ye karşı CHP’de veya diğer düzen partilerinde demokrasi arayanların kendi meşruiyetlerini gölgelediklerini, kaybedeceklerini unutmamaları gerekir.
CHAVEZ’İN “BURJUVA DEVRİM”İ ANTİ-EMPERYALİST DEĞİLDİR
ABD’nin Venezuela’ya yönelik operasyonel (sürekli, sistemli bir saldırı anlamında) saldırı ile ilgili farklı değerlendirmeler yapıldı. Bunlar üzerinde durmamızı gerektiren anlayışlar vardır. Chavez ve Maduro’yu anti-emperyalist görenler anti-emperyalizmi kaba bir ABD karşıtlığına indirgedikleri gibi “Bolivarcı Devrim” in politikalarının emperyalizm karşıtlığını ispatlama gereği de duymuyorlar. Petrolün “ulusallaştırılması” bundan elde edilen paydan halka sosyal yardım yapılması sosyalizm olmadığı gibi anti-emperyalizm de değildir. Venezuella ABD ve AB emperyalizmine karşı Rusya-Çin emperyalizmine bağımlı hale gelmektedir. Bir emperyaliste karşı bir başka emperyalistle bağımlılık ilişkisi kurmasını anti-emperyalizm olarak tanımlamak bağımsızlığın düşürülmediğini göstermektedir. Her şeyden önce anti-emperyalizm sadece ABD’ye değil Rusya Çin dahil tüm emperyalistlere karşıtlığı içermelidir. Bu karşıtlık kendini ekonomik ve siyasi politikalarda belli eder. Daha da önemlisi siyasi iktidar sorununa dayanır. Hangi sınıfların iktidarının/egemenliğinin tesis edildiği belirleyicidir. Böyle bir durumda Venezuela’da nasıl bir iktidar değişikliği yaşandığını ortaya koymak gerekir. Venezuela’da egemen sınıflar arasındaki iktidar çatışmasının sonucu iktidarın bir emperyalist devlete bağımlılığının yerini bir başka emperyalist devlete bağımlılık almıştır. Kısa iktidar değişikliği tıpkı Ukrayna’da olduğu gibi aynı devlet iktidarı düzleminde kliklerin ve emperyalistlerin egemenliğinin yer değiştirmesidir. “Emperyalizm karşıtlığı” ABD ve bir ölçüde AB ile sınırlı Rusya ve Çin emperyalizmine dayanan bir karakter taşımaktadır. Ne emperyalist düzen ve politikalara karşıtlıktan ne de bağımsızlıktan bahsedebiliyoruz. Sosyal yardım ve politikalar bağlamında halka yönelik bazı iyileştirmeler yapılması ne bunu değiştirir ne de sınıf karakteri için bir ölçü olabilir. Benzer sosyal politikaların emperyalist ve ona bağlı ülkelerde de uygulandığını biliyoruz, hatta daha etkili uygulamalardan bile söz edilebilir. Egemen sınıflar arasındaki iktidar çatışmasında klikler kitlelerin desteğini alabilmek için onlara bazı tavizler verir, kısmi sosyal politikalar uygularlar. Hem kendini kabul ettirmek, meşrulaştırmak, ekonomiyi canlandırmak hem de rakiplerini bastırmak-ezmek için bunu yaparlar. Bu yöntemin ilgili ülkelerdeki sınıf mücadelesinin seyrine-düzeyine göre farklı biçimler ve içerikler kazanması normaldir. Egemen sınıflar arasındaki çatışma kadar kitlelerin devrimci mücadelesi de bu politikaları etkiler. Özellikle farklı emperyalistlerin dahil olduğu bir iktidar mücadelesinde kitlelerin anti-emperyalist mücadeleyle manipüle edilip bir kaldıraca dönüştürülmesi klikler için genellikle reddedilmez bir fırsat demektir…
İŞBİRLİKÇİ “ULUSAL”CILIK
Ulusallaştırma her durumda emperyalizme karşıtlığa dayanmaz, bizzat emperyalizmi sürdürmeyi, onu farklı biçimde üretmeyi de içerebilir. Burada ulusallaştırma devlet olanaklarının ekonomik çöküntü karşısında harekete geçirilmesinden ibarettir. Özel sermayenin çoğunlukla kriz koşullarında zayıflaması ve onun yerine, yine feodal-kapitalist sınıfların ve bağımlı-bağlı olduğu emperyalistlerin çıkarlarına paralel olma şartıyla devletin belli sektörlerdeki üretim ilişkilerini düzenlemesi Venezuela’da ulusallaştırma retoriği ile gerçekleştirilmiştir. Ulusallaştırma, komprador burjuvazinin taşıyamadığı yükümlülüğün yani krizin bedelini ödeme yükümlülüğünün devlet tarafından karşılanması anlayışını içeriyor burada. Uluslararası düzeyde yaşanan kriz ile beraber komprador burjuvazi ekonomik olarak tıkandığında siyasi egemenlik de yürütülemez hale gelir. Devletin halk üzerindeki egemenliği ekonominin desteklenmesi ve canlandırılması için kullanılması gereği açığa çıkar. Ulusallaştırma bu gereğin bir sonucudur. Devletin bu müdahalesini Chavez “Bolvarcı Devrim” olarak sunmuştur. Oysa ne egemen sınıfların ne de emperyalistlerin mülküne el konmuştur, sadece belli bir sektörde egemenlik bir klikten diğerine geçmiştir.
Venezuela özgülündeki uygulamalar/politikalar ulusallaştırmanın kaba bir biçimidir. Venezuela yaklaşık on yıl boyunca artan petrol fiyatları, gümrük ve ticaret gelirlerinden de yararlanarak bu politikayı sürdürdü. Ancak bu süreç dünyadaki krize de paralel olarak değiştiğinden olumsuz ekonomik-siyasi sonuçları görülmektedir. Kuşkusuz ABD ve Venezuella’daki uşaklarının krizi derinleştiren yaptırımları, hamleleri, stok ve sabotajlarının da önemli etkileri söz konudu. Bütün koşullar iktidardaki egemen kliklerin alehine geliş(tirili)yor.
Chavez 1998 yılında seçildiğinde IMF borçlarının ödeneceğini taahhüt etmiş ve büyük sermaye sınıflarıyla da zımni bir anlaşma sağlamıştı. 2001 yılındaki “petrol kaynaklarının millileştirilmesi” ve “toprak reformu” politikaları nedeniyle 2002 yılında ABD destekli bir darbe girişiminden de kurtulmuştu. “… 2004 yılındaki bankacılık sektörü krizinden etkilenen özel sektör devlet kontrolündeki petrol gelirlerine, özerkliği kaldıran Merkez Bankası’na ve kamulaştırılmış bankacılık sektörüne bağımlı olduğunda Chavez’le yeniden işbirliği yapmak zorunda kaldı.Chavez de sermaye sınıfına bir ‘stratejik işbirliği’ önerdi. Öte yandan Chavez hükümetinin petrol, elektrik, çelik, telekomünasyon sektörü üzerine devlet kontrolünü arttırması…”na (Birgün, Aylin Topal’la ropörtaj, 28/01/2019) sermaye yatırımları azaltarak ve sermayesini yurtdışına çıkararak karşılık verdi. 2012 yılında yayınlanmış Venezuela Merkez Bankası raporuna göre, 2008 yılından itibaren yatırımlar her yıl %10.3 azalmış. GSMH’nin %51’i yurtdışına kaçırılmış. (Birgün, Aylin Topal’la ropörtaj, 28/01/2019)
2001 yılındaki “toprak reformu” politikasını “…toprakların yeniden dağılımının önündeki bürokratik ve yasal engelleri ortadan kaldırmaya yetmedi…”, toprak sahiplerinin temel gıda mallarını stoklayarak buna tepki gösterdikleri, “… gelinen noktada toprak reformunun ve tarımsal kooperatiflere verilen desteklerin bu tekellerin…gücünü kıramadığını anlamış olduk…Chavez ve Maduro hükümetlerinin tarımdaki mülkiyet yapısını köklü bir şekilde dönüştürmedikleri ifşa oldu.” (Aylin Topal) diyerek durumun genel bir tablosunu ortaya koymuştur. Sanayi ve diğer alanlarda da çok farklı bir gelişmeden bahsedilemez. İşlemeyen/çalıştırılmayan fabrikaların işçiler tarafından çalıştırılması da devrimin bir ürünü gibi propaganda edildi/ediliyor. Oysa bu da ekonominin canlandırılması amacı taşıyan bir politika, uygulama olarak ekonominin yarı-feodal, yarı-sömürge kaldığının bir göstergesidir.
Anlaşılacağı gibi devlet iktidarına egemen olmanın ve petrol gelirlerinden yararlanmanın avantajıyla ABD karşıtı Rusya yanlısı/destekli güçler ABD karşıtlığını da kullanarak belli sosyal politikalarla kitlelerin önemli bir kesiminin desteğini kazanmış ve gücünü pekiştirmiştir. Ne var ki emperyalizme bağımlılığın farklı biçimlerde de olsa bu klik tarafından da sürdürülmesi (dış borçların ödenmesi, Rusya’yla ile ilişkiler, toprak reformunun gerçekleşmemesi, tarım ve sanayi de emperyalizmin tasfiyesi anlamına gelen politikalar izlenmemesi ve neo-liberal politikaların farklı biçimlerde devam ettirilmesi vs.) ve iktidar sorununu toplumsal devrim sorununu sınıf karakterleri gereği çözememiş olmaları nedeniyle popülist politikası uygulama koşullarının gerilemesi ile gerçekler daha belirgin görülmeye başlanmıştır. “Toprak reformu” meselesi devrimin özü bakımından Venezuella’da gerçekleşenin devrim olmadığını veya olamayacağını bir göstergesidir. Dış borç yükümlülüğü ve diğer politikalar da bunu pekiştirmektedir. Söz konusu olan bir devrim, halkçı-demokrat bir iktidar değildir. Bir emperyaliste karşı bir başka emperyalistin desteğini almış güçler iktidar savaşında ABD destekli güçler karşısında devlet iktidarına egemen olmuşlardır. “millileştirme” de bu güçlerin egemenliğini kısıtlamaya yönelik bir hamledir. Özel sermayesi güçlü olmadığından rakiplerine devlet gücüyle üstünlük kurmaya çalışmıştır. Lakin görüldü ki ABD destekli güçler gücünü büyük oranda korumaktadır ve egemen kliklere büyük bir baskı uygulamaktadırlar. Koşulların kendileri için elverişli olmasından hareketle iktidarı yeniden ele geçirmek üzere saldırılarını artırmışlardır.
KİMİN ÖNDERLİĞİNİ SAVUNMALIYIZ?
ABD saldırganlığı karşısında Maduro’nun desteklenmesini savunanlar ya emperyalistler ve yerli uşakları arasında süren bu dalaşın tarafı olmayı savunduklarını unutuyor ya da başka bir emperyalist güce yedeklenmeyi anti- emperyalizm sanıyorlar. ABD saldırganlığı yatırımları her ne kadar iktidardaki sınıflara yönelik olsa da onlarla sınırlı kalmayıp halkı da doğrudan etkilemektedir. Bu nedenle Venezuela’ya yönelik her türlü saldırıya (yaptırım, işgal vb.) karşı çıkmak, Venezuela halkı/emekçi sınıflarıyla dayanışma içinde olmak konusunda en ufak bir tereddüt duymamak gerekir. Diğer yandan bu tutumu egemen sınıfların ve onların bir temsilcisi Maduro’nun desteklenmesine dönüştürülmesinin gerici bir çatışmanın parçası haline gelmek olacağı da unutulmamalıdır. Kimi, neyi temsil ettiklerine bakılmaksızın sırf herhangi bir emperyalist devletin saldırısına maruz kaldıkları, hedef oldukları için karşı- devrimin klikleri ve temsilcileri savunulama-desteklenemez. Onların sözüm ona anti- emperyalist söylem ve tutumlarına kapılarak, başka emperyalistlerin ve gerici sınıfların dayanakları/temsilcileri oldukları unutularak alınan her tutum halkın kendi davasının yerine ezen-sömüren sınıfların iktidar mücadelesine koşulması anlamına gelir. Nasıl II. Enternasyonalin sosyal- şovenleri emekçileri/halkları “anavatan savunması” altında burjuvazilerinin emperyalist çıkarlarını savunmaya sürüklendilerse böyle bir tutumunda sonuç olarak farklı olmayacağı bilinmelidir.
Venezuela ne bağımsızdır ne de emperyalizme karşı bir kaledir. “Yaşasın Venezuela-Maduro” diyenler bütün gericiliği ile, halk karşıtlığıyla, iktidarı-devleti Venezuela görüşünü savunmuş oluyorlar. Bu, Venezuela’yı bütün gericiliği ile sahiplenmektir. “Ya emperyalistlerden yanasınız ya da ezilen halklardan” diyerek Maduro ve temsil ettiği sınıfların ABD dışındaki emperyalistlerle ilişkilerinin/bağımlılığını yok saymak ve bunları “ezilen halklar”a dahil etmek savunduğunu kendi kendine boşa çıkarmak demektir. Bu anlayışın bir versiyonunu Korkut Boratav da görüyoruz. “Venezuela iktidarının halkına karşı büyük kusurları olduğu apayrı bir konu emperyalist müdahale apayrı bir konu” diyor. (BİRGÜN, 25/1/19) yüzeysel olarak evet bunlar ayrı konular, ama dış müdahaleler karşısında başarılı olabilmenin koşulu halkın devrimci mücadelesi ise bu konular aynı zamanda bağlantılıdır. “ iktidarın halka karşı kusurları” incelendiğinde karşımıza toprak reformunu engelleyen, dış borç yükümlülüğünü tam olarak koruyan gerici ve işbirlikçi bir iktidar gerçekliği çıkar. Halkı böyle “gerici-baskıcı yönetime mecbur bırakmak” devrimci ve anti-emperyalist bir tutum olabilir mi? Maduro’nun temsil ettiği iktidarda halk baskı ve sömürüden muaf değildir. Emperyalist saldırganlığa, işgale karşı çıkmak iktidardaki gerici sınıfları aklamaya, onların baskı ve sömürüsünü, işbirlikçi niteliğini görmezden gelerek desteklemeye dönüşürse halkın çıkarları savunulmamış, gerici güçlerin çıkarlarına tabi bir politika izlenmiş olur. Bu anlayış hemen her durumda gerici sınıflardan birine yedeklenmeyi, onu desteklemeyi koşullar.
Latin Amerika’da güçlü bir ABD karşıtlığı bulunmaktadır. Buralarda emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin iktidar çatışması bu hesaba katılarak yürütülür, kitlenin desteği alınmaya çalışılır. Bu yüzden Rusya’ya dayanan, bağlı güçler/sınıflar ABD karşıtlığını sol söylemlerle, sosyal politikalarla propaganda etmektedirler. Kitlelerin anti-emperyalist mücadelesi böyle söylemlerle-politikalarla içeriksizleştirilmekte, bir kaldıraca dönüştürülmektedir. Bunun dışında bu sınıflar ne emperyalizme karşı tam bağımsızlığı ne de devrimci, halkçı politika/programları savunabilir, gerçekleştirebilirler. Parlayan her şeyi aydın sananlar sol/sosyal söylemlerle, politikalarla ABD karşıtlığı yapan güçleri hemen anti-emperyalist, halkçı-devrimci ilan ediyorlar. Proleter niteliklere sahip olmayan küçük burjuva hareketlerin ufkunu da gösteren bu yaklaşımlar burjuva devrimini bile kavramaktan uzaktır. Bu yüzden egemen sınıfların ve emperyalistlerin iktidar savaşının bir parçası olmaktan kurtulamıyorlar, anti-emperyalist söylemlerle kitlelerin bilincini/mücadelesini de karartıyorlar.
Proleter hareket mücadele hangi durumda olursa olsun bağımsız siyaset çizgisini korumak ve kitlelerin gerici sınıfların hava yastığına dönüşmesini engellemek için ikirciksiz bir tutum takınmalıdır. Burjuva anlayışın bunu geliştirmesine kararlıca karşı çıkmalıdır ki ancak o zaman gerçek devrimci bir tavır, hareket ortaya konmuş, geliştirilmiş olur.