Ülkemizdeki siyasal ve ekonomik daralmanın katmerleşmesi ile birlikte son aylarda Suriyeli mülteciler üzerinden geliştirilen “gerilim siyaseti” Türk hakim sınıflarının şovenizm siyasetinin yeni tezahürü olarak toplumu kamplaştırma, sıradan faşizmi kalıcı zemine çekme aracı ve emekçi sınıfları kendi içerisinde bölme hedefi haline getirilmiş durumda.
Orta Doğudaki yeni paylaşımın ve pazar dalaşının satranç tahtasındaki hamleleriyle ve sürekli yeniden dizilen taşlarla Suriye savaşı gittikçe emperyalist güçlerin çıkmazı haline gelmiştir. Türk hakim sınıflarının “pastadan pay kapma“ uğraşını daha iyi sürdürmek için ezilenlere dönük siyasal, sosyal ve ekonomik saldırıların yükselmesi olarak yansımasını bulmakta.
2011´den itibaren Türk hakim sınıfları ve dümenindeki AKP/RTE kliği Suriye’den kaçmak zorunda kalan binlerce Suriyeli’ye (her ne kadar başta sınırları kapatmış olsa da) özellikle 2014 yılındaki bölgesel savaşın yarattığı büyük mülteci göçüyle Suriye politikasında araçsallaştırmak için kapılarını açmıştır. Bunun yanında egemen sınıfların ucuz emek gücü ihtiyacını karşılama ve Avrupa Birliği emperyalistlerine karşı ekonomik pazarlıkta kullanılması hedefi de gütmüştür.
Ancak bu durum emperyalist – kapitalist sömürü düzeninin başka bir gerçeğinin, ülkemizde yaşanılır olmasını beraberinde getirdi. Suriye halkının hayatta kalma savaşı göç ettikleri topraklarda son bulmadı. Milyonlarca Suriyeli’nin göç ettiği ülkelerin en başında gelen ülkemizde de ucuz ve ağır işçilik, aşağılanma, ırkçı saldırganlığa maruz kalma, taciz, tecavüz ve sürgün edilme on binlerce insanın yaşamını zindan ediyor. İnşaat, tarım ve tekstil gibi ucuz ve ağır işçilikler de kaçak olarak çalıştırılan binlerce Suriyeli Dünya İş Verileri’ne göre ayda 30 Euro’ya çalışan Bangladeşli işçiler gibi yaşamlarının açlık ve sefalet içerisinde zindan olması durumu vardır.
TÜRKİYE’DE MÜLTECİ GÖÇÜ VE GÖÇMENLİĞİN EKONOMİK YAPIYA ETKİSİ
Türk komprador sınıflarının sözcüleri son yıllarda (RTE, Binali Yıldırım) “3 milyon insana bakıyoruz“, “yaşam ve istihdam sağlıyoruz“ söylemleri ile mültecilere yönelik düşmanca siyasetin yeniden üretilmesi olarak servis ediliyor. Zira 2014 yılında “Kobane düştü, düşecek“ söylemiyle işgalciliğin ilk sinyallerini veren faşist TC devleti aynı zamanda Türk şovenizminin en gerici ve ırkçılıkla bezenmiş söylemlerinden birini sunmuştu. Zira konuşmanın amacı olan işgale zemin hazırlama, o günlerde Kobane direnişi pratiği sonucu işgalci faşist devlete karşı ezilenlerin dayanışması üzerinden boşa çıkarılmıştır. Konuşmanın tamamında ise mültecilere, “dört yıldır sizleri burada misafir etmenin sevinci ve haklı gururu içerisindeyiz. (…) Sizler bize asla yük değilsiniz. Siz bizim için şeref ve bereketsiniz” gibi laflarla “yüce gönüllülük” pozları kestikten sonra “bu zamana kadar sadece topraklarımızdaki misafirlerimiz için 4 milyar dolar harcadık. Topraklarımız dışında Irak ve Suriye’ye gönderdiğimiz yardımlar 500 milyon doları aştı” diye sesleniyordu. En utanmaz insanın bile “misafirim” dediği insanların yüzüne “sizin için şu kadar para harcadım” gibi laflar etmeye dili varmaz. Erdoğan’ın mültecileri “misafir” olarak görmediği açıktır. Amacı mültecilere önce “yüce gönüllü” gözükmek, ardından “bize borçlusunuz” mesajı vermekti.
Bazı resmi rakamlara göre Türkiye’de 3 milyonu aşan mülteci girişinin Türkiye ekonomisine canlandırıcı etki yaptığı ortaya çıkmakta. Ekonomi ve istihdamdaki bu canlanma insanlık dışı koşullarda, aç kalmamak için sefalet içerisinde çalışan emekçilerin yaşamları pahasına gerçekleşiyor. Bu durumdan hareketle özellikle resmi sayılara göre Türkiye’de bulunan 3.622.336 Suriyelinin kişi başına düşen milli gelir (Cari $) sayılarına yansımıyor olması ise istatistiklerde kişi başına olan milli gelirin yükseldiği hilesine olanak sunmaktadır.
Yine Doç. Dr. Ümit Akçay’ın 2017 yılında gazeteduvar.com web sitesinde yazdığı bir araştırma yazısında “3 milyon kişiye bakıyoruz” söyleminin büyük bir yalandan ibaret olduğu gerçeğini de açık şekilde ortaya koyuyor. Ümit Akçay’ın Mart 2017`deki araştırma yazısında ifade edilenler; “İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü verilerine göre bu 3 milyonun sadece 256 bini “barınma merkezlerinde” yaşıyor. Türkiye’nin “baktığı” kesim, toplam mültecilerin yaklaşık sadece 12’de 1’i. Kalanlar, yani 2 milyon 744 bin kişi, kendi çabaları ile geçinmeye çalışıyor, yani kayıt dışı olarak çalışıyor. Kayıt dışı olarak çalışıyor olmalarının nedeni, hukuki statülerinin askıda olması. Yani Suriyeli mültecilerin büyük kısmı, kayıt dışı olarak, herhangi bir hukuki statü ve hak sahibi olmadan düşük ücrete ve kötü çalışma koşullarına maruz kalarak çalışmak durumundadır.“ (https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/03/27/multecilerin-turkiye-ekonomisine-etkileri-duzeltme-ve-ekler)
Öte yandan “misafir“ konumunda tutulan Suriyeli mülteciler toplumsal öfkenin hedefleri arasına sokulmaya çalışılıyor. Binlerce Suriyeli yasal nedenlerden ötürü kaçak olarak çalışma hayatında yer alıyor. Üstelik Türkiyeli bir emekçiye göre patronlar çok daha düşük ücretlerle kayıt dışı insan çalıştırmanın kaymağını yiyor. Öyle ki OECD verilerine göre göçmenlerin işgücüne katılım oranı, Türkiyeli emekçilere oranla daha yüksek (% 61,3 – % 55,1).
Türkiye Ekonomi Politikaları Vakfı’nın yaptığı bir araştırmaya göre Suriyeli göçmenlerin en yoğun olduğu iller işsizliğinde en yüksek olduğu bölgeler olarak ortaya çıkıyor. Suriye`deki savaşın farklı sosyal ve toplumsal etkilerinin en yoğun yaşandığı bu illerde Suriyeliler vasıfsız ucuz iş gücü olarak çalıştırılmakta. Haliyle buradan hareketle toplumda işsizliğin sorumlusu Suriyeliler algısı yaratılıyor. Fakat kimse Türkiye’nin Suriye’den kaçmak zorunda kalan mültecilerden önce işsizlik oranlarında dünya lideri ülkelerden biri olduğunu söyleme zahmetinde bulunmuyor!
SURİYELİ MÜLTECİLERE DÖNÜK IRKÇI SALDIRGANLIK VE LİNÇ GİRİŞİMLERİ
Milyonlarca Suriyeli emekçinin sefalet ve sömürü çarkı içerisinde yaşama tutunmaya çalışdığı Türkiye gerçekliğinde, AKP/RTE kliğinin teşviki ve desteği ile iş kuran, Türkiye’de sermayedarlarla ortak olan bir elin parmağı sayısında Suriyeli zenginden kaynaklı servis edilen “Suriyeliler plajlarda sefa sürüyorlar“, “çalışmadan yan gelip yatıyorlar“ ve benzeri söylemler ırkçı-faşist kliklerin toplumsal kutuplaşmayı derinleştirme, şovenizmin kaymağını yeme amacını taşımaktadır. Burjuva-feodal medyanın araçsallaştırdığı yalan ve manipülasyonla zengin Suriyeliler algısı adeta mitleştirilen yalan hikayeleri üzerinden emekçileri bölme ve parçalamanın birer aracı, bilinçleri ise dumura uğratma hedefi olarak profesyonelce sürdürülmektedir. Yine Suriyelilere gizlice vatandaşlık veriliyor haberleriyle, “Suriyeliler ülkeye AIDS getirdi“ gibi ırkçı ve şovenist söylemlerin diğer bir temsilcisi de Kemalistlerin temsilcisi olan Sözcü gazetesidir. Bu gazete faşist Kemalist diktatörlüğün klasik faşist söylemlerini, sistematik bir şekilde Suriyeler üzerinden servis ederek, “vatanseverlik“ ve “halkçılık“ kavramlarıyla, şovenizmi meşrulaştırmaya ve köpürtmeye çalışmaktadır. Bu saldırıların hedefi Rojavalı Kürt olduğunda dozu biraz daha artarak gerçekleşmektedir. Böylece Kürdün mültecisinin çilesi iki katına çıkmaktadır.
2014 yılında Antalya’da mevsimlik tarım işçisi olan Kobaneli mültecilere dönük başlatılan faşist saldırı ve linç girişimi bizzat dönemin Antalya Valisi Muammer Türker’in “Tebligatlar yapılıyor buradan çıkmaları noktasında ama bizim üreticilerimizden de çok ciddi talepler geliyor. Yani ucuz işgücü, dürüst namuslu çalışan insanlar falan diye. Biz açıkçası böyle infiale yol açacak, hatta bizim de Türkiye’nin genel makro politikalarına, Suriyelilerle ilgili politikalarına ters düşecek bir uygulama içerisine fiiliyatta çok girmek istemiyoruz. Yeter ki düzgün dursunlar, işlerini yapsınlar. Yani dilencilik gibi, çeşitli asayişi ilgilendiren olaylara karışmasınlar. Biz elimizden geldiği kadar onlarla da birlikte yaşamanın yollarını arıyoruz ama prensip olarak Suriyelilerin Antalya’da kalıcı olmaması planlanıyor. Antalya’nın özelliğinden dolayı, sadece Antalya’ya sağlanmış bir imtiyaz bu” demecini basına vermesiyle 80 kişi olduğu ifade edilen Kobaneli mevsimlik tarım işçileri kitlesel bir güruh tarafından ırkçı ve faşist sloganlar ve tekbirler eşliğinde linç girişimine maruz kalmış, çadırları ve baraka evleri yerle bir edilerek Antalya’dan sürgün edilmişlerdi. O günden bu yana Manavgat’ta yaşanan ırkçı saldırı, Bursa’nın Mudanya ilçesinde ırkçılığın bir başka örneği olarak parklarda kalmak zorunda kalan Suriyeli Kadın ve çocukların linç girişimiyle sürgün edilmesi, Maraş ve Gaziantep’te Suriyeli sığınmacılara yönelik yapılan ırkçı saldırıların ardından Hatay’ın İskenderun, Antakya, Harbiye ve Samandağ ilçelerinde de benzer saldırıların hazırlanması, Akçakale’de Suriyelilerin kaldığı çadır kentte çıkan yangında ise 7 yaşındaki Sudra El-Hammut’un ölmesini ve iki ablasının yaralanmasını protesto eden 600 Suriyeli sığınmacının da sınır dışı edilmesi bilinen ve basına yansıyan saldırılar arasındadır. Suriyelilere yönelik saldırılar ekonomik, sosyal, siyasal yaşamda artık rutin, günlük ve sıradan bir vaka niteliğindedir.
Diğer bir noktada ise Suriyeliler ile ilgili en çok gündeme getirilen konuların başında kadınlara ve çocuklara yönelik taciz vakaları duruyor. Türkiye toplumunda son yıllarda yaşanan Özgecan Arslan gibi örneklerin ne denli büyük travmalar yarattığını hatırlatmak gerekir. Türkiye’de gericilik kendi başına toplumsal olarak kadınlara yönelik eşitsizliği, şiddeti, tacizi ve tecavüz vakalarını doğurmaktadır. Elimizde belli bir ülke kimliği üzerinden taciz ve tecavüz verileri bulunmadığına göre Suriyeliler olsa da olmasa da bu toplum kadınlara yönelik eşitsizliği, şiddeti, tacizi ve tecavüz vakalarını kendinde barındırmaktadır. Diğer taraftan Pozantı Cezaevi, Ensar Vakfı örneklerinde olduğu gibi erkek-kız ayırt etmeksizin çocuklar bu taciz vakalarıyla sıkça karşılaşmaktadır. Peki bu vakaların ne kadarında olayın failleri hak ettikleri cezaları almaktadır? Veya kadınları taciz, tecavüz ve katıksız şiddetten bu sistemin koruma durumu var mı? Bu eşyanın tabiatına aykırı bir şeydir. AKP/RTE iktidarının nihai olarak topluma ektiği “İslami gericilik” anlayışı sokakta mini etekli, şortlu kadınlara yönelik saldırılarla tezahür etmektedir. Sakarya’da Suriyeli 9 aylık hamile bir anneye tecavüz ederek, 11 aylık oğluyla öldürülmelerinin suçlusunun kim olduğu hafızalarımızda durmalıdır! Fakat artık ister Iraklı, ister Afgan ister başka bir ülkeden göçmenlerin adının karıştığı her vakanın sorumluluğu “Suriyeli” kimliğine yüklenir hale geldi. Bu gelecekte sadece taciz ve tecavüz vakalarıyla sınırlı kalmayacaktır. Toplumda var olan her türlü kirli iş, suç ne varsa yakında “kahrolası Suriyeliler, ülkemize geldiler bu hale geldik!” söylemiyle karşılanırsa şaşırmamak gerek.
Burjuva – feodal propagandanın etkisi altında kalan yığınlarca Türkiyeli işçi ve emekçi sefalet içerisindeki yaşamlarının asıl sorumluları yerine Suriyeli yoksulları suçlar hale getirildi.
İzmir’in Bornova ilçesinde bulunan Ayakkabıcılar Sitesi’nde yaklaşık 200 işçi, “Patronlar Ucuz İşgücünü Sever”, “Kölece Çalışmaya, Kölece Yaşama Hayır”, “Kundura İşçisi Köle Değildir” pankartları taşıyarak, “Suriyeli İşçi İstemiyoruz” sloganı ile tepki göstermesi sınıf bilincinden ve örgütlülükten yoksun işçilerin ırkçı ve şovenist politikalarla nasıl bir bilinç bulanıklığı yaşadığının göstergesi olmuştu. İşçi ve emekçilerin bu denli burjuva – feodal politikaların altında ırkçılık yapmaya sürüklenmesi, düşmanı başka bir ulusun emekçileri, göçmen işçileri, mültecileri olarak görmesi düzeltilmesi gereken acil görevlerden başka hiçbir şeye işaret olamaz!
İşçi sınıfı ya kendi burjuvazisinin yanında saf tutarak bölünüp-parçalanacak, sömürü ve sefalete mahkum edilecek ya da ırkçılığa ve faşist saldırganlığa karşı sınıf kardeşleriyle birlikte, enternasyonalist bir bilinçle donanarak işçi sınıfının çıkarları için devrimci demokratik örgütlenmelerini yaratarak tüm ezilenleri de kurtuluşa götürecek bir savaşımın içerisine akacak! Akmalıdır. Bunu örgütlemek ise komünistlerin görevidir.