HABER MERKEZİ- Yaşamının 34 yılını hapishanede geçiren tutsak Partizan Hasan Gülbahar ile tutsaklık sürecini ve toplumsal muhalefetin bir parçası olan hapishaneler cephesinin sorunları üzerine konuştuk.
Gülbahar’ın 34 yıllık tutsaklığı Türkiye’de hapishaneler ve “hukuk” sisteminin de fotoğrafı aslında. Gülbahar hapishane süreci boyunca onlarca katliama, direnişe ve saldırıya tanıklık etti. Türkiye’de “ceza” sisteminin özünün değişmeden sürdürüldüğünü dile getiren Gülbahar yine bugün yaşanan tecrit ve baskı koşullarına dikkat çekerek tutsaklarla dayanışma çağrısını dile getirdi.
Gülbahar nasıl bu denli dirençli ve umutlu olduğu sorumuza “düşlerime ve kavgama sahip çıkarak” yanıtını verdi.
YENİ DEMOKRASİ- Merhaba, geniş kamuoyu sizi en uzun süre tutuklu kalan siyasi tutsaklardan birisi, “Türkiye’nin Mandelası” olarak tanıyor. Bir de sizin ağzınızdan öğrenmek istiyoruz, Hasan Gülbahar kimdir?
HASAN GÜLBAHAR- Lise yıllarında Kaypakkaya’nın düşünceleri ile tanışıp devrimci mücadeleye girmiş, onun düşünceleri ile bu mücadele içerisinde var olmuş, 1970 yıllarında hem çalışıp hem okuyan, 12 Eylül 1980 AFC’sinden 4 ay sonra 19 yaşında tutsaklıkla tanışan liseli bir genç ve sonraki hayatının 34 yılı içeride geçmiş bir devrimciyim.
YENİ DEMOKRASİ- Hangi davadan tutsaklık yaşadınız? Bu konuda da sanırız kamuoyunda bir bilgi karışıklığı söz konusu.
HASAN GÜLBAHAR- Ben 12 Eylül’den 4 ay sonra bir operasyonla gözaltına alındım. O dönem TKP/ML-TİKKO-TMLGB davasından soruşturma söz konusu oldu. Sonraki süreçte bu örgüt davası üzerinden şekillendi. Tüm bu yargılamalar bu örgüte ait siyasal eylemliliklere dair oldu.
YENİ DEMOKRASİ- Biliyoruz bu soru biraz zor olacak ama 34 yılın ardından gelen tahliye sonrası neler hissediyorsunuz?
HASAN GÜLBAHAR- Aslında neler hissediyorsun sorusuna gelince nasıl cevap vereceğime dair biraz tereddüt yaşıyorum. Bir taraftan uzun tutukluluk içerisinde olmak, sevdiklerimden, yoldaşlarımdan uzak bırakılmışlığın getirdiği ciddi bir özlem duygusu söz konusu. Yaşamda eksik bıraktıklarını hep tamamlama isteği. İçerde uzun kalan insanların sanırsam en önemli yanlarından bir tanesi günlük yaşamın, karmaşanın içerisinde çok sıradan gördüğü şeylerin birer hasret konusu olması. Düşüncesini bunlara yoğunlaştırdığı bir hayat aslında tutsaklık hayatı. Bu yanıyla yaşamın detaylarına daha fazla dikkat çeken bir özellik de kazandırıyor tutsaklık hayatı. Elbette devrimciler açısından en önemli ayırt edici özelliği o duvarların, tel örgülerin dışına taşan, dışarıyla beraber yaşayan bir pozisyon içerisinde olması. Burada Nazım’ın o dizeleriyle söylemek gerekirse; “İçerde gülü, bahçeyi düşünmek fena, dağları, deryaları düşünmek iyi.” Dışarıyı olduğu gibi yaşayan insan pozisyonunda olmak demek devrimci tutsak olmak demektir. Tutsaklık demek her şeyden önce özlem demek. Yaşamın içerisinde olma özlemi değil aynı zamanda duvarların ötesinde olmak, özgürlük duygusunu öyle de bir fiil yaşayabilmek. Aslında duvarlar ve engeller insanın düşünmesinin, hissetmesinin, dışarıdaki yaşamın içerisine katılmanın önünde engel değil ama bizzat içinde olmakla duygularda bunu yaşamak arasında bir farklılığı yok saymamak gerekiyor. Şu an için çıkan insan açısından sanırsam o farklılığında ortadan kalkmasının getirdiği özel bir duygu var, sadece sevinçle açıklanacak bir şey değil, sadece mutlulukla açıklanacak bir şey değil, ya da sadece heyecanla tanımlanacak bir şey değil. Bunların hepsini içeren bir farklılık. Tutsaklık yaşamım içerisinde bana en farklı gelen nokta, dışarıya çıktığınızda o kalabalıklara karıştığınızda, çok uzun bir dönem içeride kalmış olsanız da, bir şeyi yarım bırakmışsınız ‘ben şuraya kadar gidiyorum, geleceğim’ demişsiniz ve dönmüşsünüz, oradan devam ediyorsunuz duygusu var. Benim için en ilginç duygu bu. Bazen sorarlardı ne hissediyorsun? Bir yere gitmiş gelmişlik duygusu oluşuyor insanda, benim şuan ki duygum da o. Bazen geçen yılların uzunluğuna bakıp ne kadar uzun olmuş diye düşünüyorsun. Bir taraftan da o yılları çok kısa bir zaman dilimi gibi hissediyorum. İnsan dışarıda kaldıkça tutsaklık dönemlerine dönük, o dört duvar arasında olmasına dönük, dışarıdaki yaşama karıştıkça ona dair farklı anlamlar ve duygular yaşanabileceğini düşünüyorum. Bunun yanı sıra içeride olmandan kaynaklı üzerinde bir yük taşıyan insanların özgürlüğünle birlikte o yükten kurtuluyor olması da ayrıca sevindirici. Dışarıya çıktığın an sadece kendi anılarını değil o anılarını yaşamın içerisinde var eden insanların içeride olması bizim yüreğimizde, aklımızda bir yük olmayı sürdürüyor. Bir yanıyla birbirimize devrettiğimiz yükler.
YENİ DEMOKRASİ- Türkiye’nin en uzun süre hapiste kalan siyasi tutsaklarından birisiniz. Uzun tutukluluğunuzu ve hukuki sürecinizi biraz anlatır mısınız?
HASAN GÜLBAHAR- Bu kadar uzun tutsaklığın sürmesinin nedeni 12 Eylül hukukunun hala Türkiye hukuk sistemi içerisindeki varlığıdır. Ben 12 Eylül tutsağıyım. Bu meselenin temelinde bu yatıyor. İlk yargılanmalarım askeri mahkemelerde oldu, cunta hukukunda yargılandım. O dönem 3 ay işkenceli sorgularda kaldım. İki kentteki siyasi şubelerde gözaltında kaldım. Gözaltılar istenilen sürelere kadar uzatılabiliyordu, yargılamalar da bu eksende oluyordu. O dönem siyasi tutsaklar normal mahkemelerin yerine askeri mahkemelerde yargılanıyordu. Hiç kimse bu cunta hukukunun normal bir hukuk sistemi uyguladığını söyleyemez. Zaten AİHM de bu kararların hukuki bir geçerliliğinin olmadığı konusunda kararlar vermişti. Bu kadar uzun tutuklu kalmamın bir diğer nedeni de cuntadan sonra iktidara gelen “sivil” hükümetlerin bu cunta hukukunu ortadan kaldıracak hiçbir adım atmaması, tam tersine varlıklarını o hukuk sistemi üzerinde işletmeleri bu durumda önemli rol oynadı. Askeri mahkemelerin yerini DGM’ler almıştı- ama anlayış olarak değil elbette. Bu darbe hukuku hiç kalkmadı. 1991’de çıkartılan TMK tutsaklığı-infaz koşullarını- daha da ağırlaştıran rol oynadı. DGM’nin cunta hukukunun devamı olduğunu gösteren simgeselliğin de ötesine geçen bir durum da DGM heyetlerinde askeri hakimlerin olmasıydı. Bu da devletin kendine muhalif olanlara karşı nasıl bir bakış açısına sahip olduğu ya da oluşan hukukun fire vermeden sürdürülmesini bir yanıyla garanti altına alan da bir hukuk sistemiydi aslında. Ne DGM’ler, ne Askeri Mahkemeler, ne Özel Yetkili Mahkemeler, ne de şimdi adını aldığı Ağır Ceza Mahkemeleri-istinaf mahkemelerinin işlevi hiçbir zaman değişmedi. Sisteme muhalif, düzene muhalif, devrimci, ilerici, demokrat her kesimden ve her düzeyden olan insanların hedef alındığı bir yanıyla da bu kesimlere karşı önemli bir silah olarak, hukuk kullanıldı, bugün de kullanılmaya devam ediliyor. Aslında benim uzun tutsaklığımın en önemli nedenleri arasında hala kendini koruyarak devam ettirmesi gibi. Sistem nezdinde işin bu tarafında bunlar varken diğer yanda da cunta hukukuyla ve cunta sistemiyle, toplumsal muhalefetin güçlü bir şekilde mahkumiyet oluşturamamasının doğurduğu bir sonuçtur bu hukuk sistemi. Bu durum sistemi meşrulaştırmıştır.
YENİ DEMOKRASİ- Siz aynı zamanda Türkiye’nin 34 yıllık hapishane sistemini de birebir yaşadınız? Neler değişti veya değişmedi? Bu konuda neler ifade etmek istersiniz?
HASAN GÜLBAHAR- Benim tutsaklık sürecim Türkiye’deki hapishane sisteminin bir tanığı niteliğinde oldu. Cunta hukuku ve hapishane sisteminden sonraki süreçlerdeki cunta hukuku ve hapishane sisteminin arasında bir paralellik söz konusu.
Biz o dönemde askeri hapishanelerde kaldık, bunların yerini sonrasında devrimci, demokrat ilerici güçlerin kaldığı E tipi hapishaneler aldı. Daha sonra M tipleri denilen daha küçük koğuşların olduğu bir sistem geldi. 1930’lardan 1990’lara kadar koğuş sistemi olarak geçti. 1991 sonbaharında Eskişehir tabutluğunun açılmasıyla TMK’da yer alan siyasilerin tek kişilik hücrelerde kalması yönlü bir işleyiş ve tüzük oluşturuldu. Bunun nedenlerine de gelirsek; 1980’lerin sonuna doğru Kürt Ulusal Hareketi’nin silahlı mücadelesinin yükselişi, işçi sınıfının bahar eylemlikleri, 1996 1 Mayıs’ında zirve yapan devrimci hareketin kitleselleşmesi söz konusuydu. Hapishanelerde de devlet koğuş sistemi yerine tek kişilik koğuşlarla bireyleri izole etme saldırısını hayata geçirildi. Bunun devamında da 19 Aralık Hapishaneler katliamı ile de F tipine geçildi.
Bugün de devlet F tipi saldırısından istediği, arzu ettiği sonuçları çıkaramamış olacak ki tipsiz denilen Yüksek Güvenlikli Hapishaneleri inşa ediyor. Hücre sisteminin yanı sıra dayanışmayı, paylaşmayı, örgütlülüğü ve komün yaşamını dağıtmak açısından da bu uygulama olarak kafes biçiminde hapishaneler inşa edildi. Gördüğüm en önemli değişikliklerden birisi de hapishane yönetimlerini merkezi olarak Adalet Bakanlığı’nın yapması ve pilot hapishaneler seçilerek 12 Eylül’de dayatılan ayakta sayım, iletişimin daraltılması gibi uygulamalara gitmesi oldu. Bu da taleplerin ve mücadelenin yönünün bizzat siyasi iktidar olduğunu bize gösteriyor. Saldırının merkezi olduğu bir durumda mücadelenin de aynı şekilde merkezileşmesi, aile ve tutsak örgütlenmelerinin buna göre şekillenmesi gerekiyor.
Hapishaneler sistemindeki her değişiklik hem fiziki hem de hukuki değişiklikleri içeriyor. Mekanlar yeniden düzenleniyor. Örneğin koğuşlar yerine 1-3 kişilik hücreler inşa ediliyor. Bunlar fiziki değişiklikler. Yargılamalar yine buna göre yapılıyor. TMK’ın sınır tanımaz ceza yasaları sonucu mahkumiyetler onlarca yıllara varan bir boyuta ulaştı. 2004’te çıkan yasayla bu sistem kaldırılarak ceza süreleri azaltıldıysa da ceza infaz süreçleri ağırlaştırılarak kendince bir dengeyi de oluşturdu. Zaten bunu bir olumluluk olarak değerlendirmek mümkün değil.
Toparlarsak kalabalık koğuş sisteminin getirdiği ortak yaşam, paylaşım ve komün yaşamı, dışarıdaki toplumsal gelişmelere verilen refleksleri ortadan kaldıracak bir mekan düzenlemesine gidildi ve F tipleri de bunun karşılığı oldu açıkçası. Tabi bunlara geçiş öyle kolay olmadı, devrimci tutsaklar 96’da Ölüm Orucu Direnişi ile 19 Aralık Direnişi, Ulucanlar Direnişi ile bu saldırıya karşı durdular.
Türkiye’de hapishaneler devrimci tutsaklar açısından toplumsal muhalefetin bir parçası durumunda oldu hep. Sadece kendi sorunlarıyla değil toplumsal gelişmelerin ve sorunların ciddi siyasal olayların yaşandığı koşullarda da içerisi bazen işaret fişeğini çakan pozisyonda da oldu. Bu anlamıyla toplumsal muhalefetin direngen bir adresi oldu. Esas F tipi saldırısına gidilmesinin izolasyon, yalnızlaştırma ve tecritin uygulanmasının da nedeni budur. Hapishaneler topluma bir göz dağı deyim uygunsa düşünce anlamında terbiye edilmesinin de bir aracı kılındı. Sistem kendisinin karşısında örgütlü bir güç olarak durulması düşüncesini güçlendirecek veya onun varlığına destek olacak hiç bir alanı kendi sınırları içerisinde yaşam hakkı tanımadığını gösterdi yaşanan katliamlarla… Her zaman için siyasal iktidarları korkutan şey örgütlülüktür. Gerek içerde gerekse de dışarda. Tecrit içerde bu mantıkla uygulandı ve dışarıya da onun üzerinden toplumun terbiye edilmesinin aracı haline getirildi.
YENİ DEMOKRASİ– Hapishanelerde bugün ne gibi sorunlar var? Bildiğimiz kadarıyla OHAL ile birlikte devrimci tutsakların birçok kazanılmış hakları tırpanlandı. Baskı ve hak gaspları yoğunlaşarak devam etti. Bize bugün yaşanan süreci biraz anlatır mısınız?
HASAN GÜLBAHAR- Tabii hapishaneler sorunu bugün de devam ediyor. Dışarıdaki insanlar açısından da bilinmez bir şey olmadığını düşünüyorum. Bu kadar yoğun tutuklamaların olduğu, hukuki kaygıların bir kenara bırakıldığı, temel insan haklarının bir kenara bırakıldığı bu koşullarda hapishane nüfusunun artmasının da şaşırılacak bir şey olmadığını düşünüyorum. Şubat 2016’dan bu yana kaldığım ve son olarak tahliye olduğum, Tekirdağ 2 No’lu F Tipi Hapishanesi de özel uygulamalarla gündeme gelen bir hapishaneydi. Şöyle basit bir örnekle bile bu durumu dile getirebilirim; aynı alan içinde iki tane T Tipi, iki tane de F Tipi hapishane mevcut. Fakat her hapishanede ayrı kanunlar işliyor. Örneğin 1 No’lu F Tipi’nde hakların uygulanma meselesinde çok fazla sorun yaşanmazken 2 No’lu F Tipi Hapishanesinde yasanın biz tutsaklara tanıdığı gerek kitap-yayın alma hakkı, gerek sohbet-spor-kütüphane gibi sosyal alanlara çıkma hakkı, gerek hastane-revir gibi en temel insan hakkı olan sağlık hakkının kullanılmasında dahi sorun yaşamaktaydık. Burada insan hayatıyla ilgili muazzam bir keyfiyet söz konusudur. Örneğin zorlukla revire çıkıp, zorlukla hastaneye sevk edilebilsek bile, bu seferde hastaneye gidiş-gelişlerde tek kişilik tabut gibi ring aracı ile karşı karşıya bırakıyorlardı bizi. İçerde 24 saat birbirinden tamamen tecrit edilmiş tutsakların birbirini görme imkanı, konuşma imkanı bulamasınlar diye tek kişilik ringleri uygulamaya soktular. Devrimci tutsaklar bu uygulamayı kabul etmiyorlar elbette. Her saldırıda olduğu gibi bu saldırıda da direniş haklarını kullanıyorlar. Yine yıllardır bir sorun olarak karşımızda duran kelepçeli muayene gerçekliği de var. Dönem dönem karşımıza çıkan bu gayrı-insani dayatmaya karşı devrimci tutsaklar muayene olamama tavrını takınmaktadır.
Dışarı ile iletişim araçlarımızdan en önemlisi mektuptur. Fakat gönderdiğimiz mektuplar yerlerine ulaşmıyordu, ya da karalanmış- çizilmiş olarak ulaşıyordu. Aynı hapishane içerisindeki arkadaşlarımıza gönderdiğimiz mektuplar bir ayda ellerine ulaşıyor. Düşünün ki seslenseniz sesinizin ulaşacağı yere, mektup bir ayda ulaşıyor.
Yine son dönemlerde havalandırma üstlerini tel örgülerle kapatarak tutsakları kafes altına almaya çalıştılar. Devrimci tutsakların iradesi ve direnişi sayesinde şimdilik siyasi tutsaklar bu uygulamanın dışında tutuldu. Lakin adli mahkumlar ve cemaat tutukluları bu tel kafes uygulamasına maruz kaldılar. Elbette kim olursa olsun bu insani olmayan ve hiç bir mantığa oturtulamayan uygulamayı kabul etmek mümkün değildir. Günü birlik ihtiyaçlar ve dayanışma imkanının tamamen sıfırlanması demek olan bu tel kafes uygulaması, insanları bireycileştirme, atomize etmenin bir gereği olarak görülüyor. F tiplerinin ilk ortaya çıkış sebebi de buydu aslında. İnsanları örgütlü-komün yaşamından soyutlayarak bireycileştirmek ve böylece devrimci iradeyi teslim almaktı niyetleri. Bugünkü bu yönlü saldırılar amaçlarına ulaşamadıklarının da tespiti-itirafı niteliğindedir.
Hapishane idaresi ile sorunlarımızın çözümü adına attığımız tüm adımlar karşılık bulmadı, tam bir muhatapsızlık-kayıtsızlık süreci uyguladılar. Bugün de orada bu sorunlar hala devam etmektedir. Bu sorunlar basit sorunlar değildir. Örneğin haftada 10 saate kadar uygulanması gereken sohbet hakkının keyfi sebeplerle gasp edilmesi demek, günün 24 saati 3 kişilik bir hücrede geçen- ki bunun yıllar yılı bulduğunu düşünün-bir tutsak açısından ne kadar önemli olduğunu kavramak pek de zor olamasa gerek. Sosyal ilişki ve paylaşım ortamını ortadan kaldıran bu uygulamalar sadece hak gaspı değil, aynı zamanda bir saldırıdır.
Hapishanelerdeki en can yakıcı ve kuşkusuz en acil çözüm bekleyen sorunların başında hasta tutsaklar gelmektedir. Bine varan hasta tutsaklar listesinden bahsetmekteyiz. Bin, rakam olarak bir şey ifade etmeyebilir. Fakat farz edin ki bin kişilik bir kalabalık, bin hasta tutsağın resimlerini taşıyor. Bir alanda topladığınız o kitlenin nasıl bir yekün olduğunu o zaman daha net görünecektir. 78 yaşındaki Sise Bingöl’ün sağlık durumu her geçen gün kötüye gidiyor, zaten Werniche Korsakoff hastası olan Kemal Özalmalı’nın açlık grevinin 72. gününde bilincinin kapalı olduğu gerekçesiyle hastaneye kaldırıldı. Ergin Aktaş’ın iki kolu da yok, bu sebeple kendi ihtiyaçlarını göremeyecek durumda. Lakin insanlık dışı bir cezalandırmayla ağırlaştırılmış müebbet cezası verilerek tek kişilik hücrede tek başına tutuluyor. İlk aklıma gelen isimler bu oldu ama birçok tutsak var ki kendi ihtiyaçlarını kendileri görecek durumda değiller. Hastalıkları buna engel oluyor. İlk işimiz o dost ve yoldaşlarımızı dört duvar arasından çıkarmak olmalıdır.
Ağırlaştırılmış müebbet hükümlülerinin durumu da vahim bir noktadadır. Ölünceye kadar hapishanede kalma gibi kabul edilemez bir cezalandırma mantığı, bir hukuk anlayışı söz konusudur. Bu yetmezmiş gibi hapishane koşulları onlar için çok daha zorlaştırılıyor. Günde bir saat havalandırma hakkının olduğu bir yaşam alanı sunuluyor. Bu koşulların değiştirilmesi sadece içerdekilerin direnmesi, tavır koyması ile gerçekleşemez. Bugün dışarıdakiler daha fazla tutsaklarla dayanışma içerisinde olmalıdır. Çünkü bu herkesin ve her kesimin sorunudur. Unutmayalım ki dayanışma yaşatır.
Son olarak, biliyorsunuz ki hapishanelerde bugün açlık grevleri yapılmaktadır. İmralı’daki tecrit, tecrit içerisindeki bir tecrittir. Devlet, Abdullah Öcalan’a dönük özel bir savaş hukuku işletiyor. Bu sebeple ne ailesi ne de avukatları kendisiyle iletişim kurabiliyor. Bu tecrite karşı ses çıkaran, eylemlilik içerisinde olan, bedenini açlığa yatıran tüm dostları da sizin aracılığınızla selamlıyorum.
YENİ DEMOKRASİ- 34 yılın sonunda karşımızda dirençli, umutlu ve her daim güler yüzlü bir Hasan Gülbahar görüyoruz. Bunun “sırrı” nedir?
HASAN GÜLBAHAR – İnsanın yaşama bakışı neyse, yaşamı kavrayışı neyse, nasıl bir hayat felsefesine sahipse, geleceğe dönük nasıl düşler görüyorsa aslında yaşama da onlar üzerinden sarılıyordur. İnsanı kendisiyle barışık kılan en önemli unsur bunlardır diye düşünüyorum. Umut, basit bir iyimserlik değildir aslında. Bir yazar dostumuzun çok güzel bir ifadesiyle söyleyecek olursam; umut da politiktir! Dolayısıyla basit, karşılığı olmayan, bir amacı gerçekleştirmeyi içerisinde barındırmayan bir duygu-düşünce ancak iyimserlikle ifade edilir. Umut dediğimiz şey ise iyimserlik değil, gerçeğin ta kendisidir. Biz umutluysak eğer, mutlaka yapmaya çalıştığımız-hayat vermeye çalıştığımız bir düşün de sahibiyiz demektir. Erich Fromm’un sevdiğim bir sözü vardır; “Umut insanın özlemlerine, istemlerine, hayallerine karşılık düşen şeydir ama inançla beslenmediği müddetçe anlamsızlaşır.” Buna bir halka daha eklemek gerekir bence. O da; gelecek inancı, bir diğer ifade ile direnme gücü! Umut, İnanç ve direnme gücü. Bu üçü olduğunda insanların geleceğe dair yapmak istedikleri noktasında karşısına çıkan sorunlara yenilmeyeceğini düşünüyorum. Hapishanede hem beden olarak hem de duygu-düşünce olarak iyi kalmanın en önemli sırrı; insanın düşlerine sahip çıkmasıdır, kavgasına sahip çıkmasıdır! Bu sebeple içeride olan dost ve yoldaşlarımız gülümsemeyi hiç eksik etmeyen, yaşamla bağları güçlü ve o dar koşullarda- olanaklarda kendi benlikleriyle var olabilmeyi sağlayabilen insanlardır.
YENİ DEMOKRASİ- Son olarak ne söylemek istersiniz ?
HASAN GÜLBAHAR – Hep düşleriniz olsun… Sevinç, mutluluk, güzellik, yaşamın anlamı dediğimiz şey bundan ibarettir.
YENİ DEMOKRASİ- Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ediyoruz.
HASAN GÜLBAHAR- Ben teşekkür ediyor, çalışmalarınızda başarılar diliyorum. Yolunuz tükenmesin!