Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın talep ettiği evlilik belgesi için Washington’daki Suudi Büyükelçiliği tarafından İstanbul Başkonsolosluğu’na yönlendirilmesi üzerine 2 Ekim’de gittiği İstanbul’daki konsolosluktan normal yollarla çıkmamasına dair çok şey yazıldı. Burjuva medya sahibinin sesi olarak bilgi kirliliği yaratarak olayı ve sebeplerini manipüle ederken, yaşanan olayda hala gizemini korumakta. Konuya dair ABD, Türkiye ve Suudi üçgeninden yapılan açıklamalar kamuoyunu tatmin etmenin uzağında. Efendi konumunda bulunan ABD salvolar yapmanın dışında ciddi bir adım atmış değil. Ortada Erdoğan’ın kucağına atılmış bir bomba var. Ancak Erdoğan temkinli ve cümlelerini şeçerek konuşmaya özen gösteriyor. Bu durum bu vaakadan pay koparmanın ve nemalanmanın işaretlerini vermekte.
Bugüne kadar AKP/Erdoğan iktidarı Suudi rejimine dair ciddi hiç bir eleştiri yürütmedi. Suudi rejiminin Mısır’da Müslüman Kardeşleri deviren Sisi’yi desteklemesi, İsrail’in Filistin’de yaptığı katliamlara sunduğu destek ve Yemen’de gerçekleştirilen kitlesel katliamlar hiçbir zaman eleştirilmedi adeta görmezden gelinerek göz ardı edildi. T.C ilişkilerini Suudilerle sürekli olumlu tutmaya özen gösterdi. Bu durumun en belirgin ifadelerinden biri üç yıl önce ölen Kral Abdullah için Türkiye’de üç günlük yas ilan edilmesi olmuştu. İlişkiler bu kadar yakın ve derindi. Ancak son birkaç yıldır özellikle Prens Salman’ın iktidarı almasından sonra ilişkilerde bir gerilme olduğunu görmek gerekmektedir. Suudi rejimi Ortadoğu’da kendine ciddi bir hareket alanı açmak istemekte ve buna karşı engel olarak gördüğü ülkeleri tasfiye etmeyi amaçlamaktadır. Bu ülkelerin başında İran gelmektedir. Ancak AKP’nin İran’la geliştirdiği ilişkiler, Müslüman Kardeşler’e yakınlığı, Katar’a ilişkin tutumu ve verdiği destek Suudilerle yaşanan gerilimin ana kaynaklarını oluşturmaktadır. Bu anlamda Kaşıkçı cinayetinde seçilen mekanın neden Türkiye ve cinayetin konsolosluk binasında gerçekleştirildiği meselesi bu tablo üzerinden incelendiğinde Türkiye’ye verilmek istenen mesaj daha net okunabilmektedir. Bunun bir yönü şüphesiz ki Türkiye’nin İran ve Katar’la olan ilişkilerini gözden geçirmesi amaçlanmıştır. Yani açık bir ifadeyle İran ve Katar’dan uzak durulması istenmektedir. Yine diğer bir boyutu Müslüman Kardeşler’e Türkiye’nin kucak açması meselesidir. Müslüman Kardeşler Türkiye’yi adeta bir üs bölgesi gibi kullanmaktadırlar. Beş bin kişilik bir İhvan üyesinin Türkiye’de yaşadığından bahsediliyor. Cemal Kaşıkçı Prens Salman’ın Müslüman Kardeşler politikasını ve Yemen’de yürüttüğü haksız savaşı eleştiriyordu. Yine Kaşıkçı’nın müslüman kardeşleri toparlama ve toplantılarına katıldığı belirtilmektedir. Bu durum Kaşıkçı’yı Suudi devletinin hedefi haline getirmişe benziyor. Verilen mesaj resmin bütününe bakıldığında Müslüman Kardeşler elemanlarının Türkiye’de de güvenli olmadıkları konusunda açık bir mesajı da içermektedir.
Nitekim bu Suudi Arabistan’ın gerçekleştirdiği ilk olayda değildir. 2015 de kraliyet ailesini eleştiren prens Turki bin Bahder el Suud Fransa’ya iltica başvurusunda bulunduktan sonra ortadan kaybolmuştu. Prens Selman Lübnan Başbakanı Saad Hariri’yi Riyad’a çağırarak 17 gün gözaltında tutmuştu. Elbette Suudi Arabistan bu pervasızlığı batılı emperyalistlerin desteği olmadan yapamazdı. Suudi Arabistan ABD’nin Ortadoğu’daki ileri karakollarından biridir. İlişkilerin tarihi geçmişe dayanmaktadır. Trump göreve başladıktan sonra Suudilerle 110 milyar doları silah ticaretini kapsamak üzere 350 milyar dolarlık ticaret anlaşması imzalandı. ABD, İran’a yönelik uygulanacak ambargo sonrası petrol arzında yaşanacak iki milyar varil azalmayı Suudi Arabistan’ın kapatmasını istemişti. Trump Suudi rejiminden bu açığı kapatarak petrol fiyatlarının belli bir düzeyde tutulmasını istemişti. Her ne kadar 23 Eylül’ de OPEC petrol üretimini 3,8 milyar tonla sınırlandırma kararı çıkarsa da, Suudi Arabistan’ın efendisine boyun eğmekten başka çaresi olmayacaktır. Yaşanan tüm gelişmeler bu çıkar ilişkilerinin içerisinde okunduğunda bir anlam ifade edecektir. ABD, Ortadoğu’da yaptığı kirli pazarlıkların bir sonucu olarak Kaşıkçı’yı gözden çıkarmış ve bu durumda Suudi rejiminden büyük tavizler koparacaktır. Ortadoğu’da yürütülen emperyalist politikaların önümüzdeki dönemde kızışarak devam edeceği aşikardır. Kartlar bu duruma göre karılmakta ve stratejiler belirlenmektedir. Bu bağlamda İran’ın kuşatılması projesi özellikle Trump’ın iktidara gelmesinden sonra Suudi Arabistan ziyareti sonrasında bu politika tam olarak netliğe kavuşturdu. Riyad’la yapılan milyarlarca dolarlık silah anlaşmasıyla bu durum taçlandırıldı. “Arap Nato’su” projesi İran’ı güneyden kuşatma, İran’ın (dolayısıyla Rusya’nın etki alanının) Körfez güneyine inmesini önleyecek Mısır-Suudi Arabistan-Körfez emirlikleri ittifakı. Katar’ı kontrolde tutma hamlesi olarak Katar’ın İran’a yanaşması veya irtibatta olması durumunda ABD ve Suudi Arabistan tarafından nefes dahi alamayacak duruma getirileceği mesajı. Dünyanın en büyük doğalgaz ve petrol rezervlerine sahip Katar İran’la hareket etmesi durumunda Ortadoğu’nun dengeleri sarsılacaktır. Bu anlamda Suudiler Katar’ın İran karşıtı koalisyonun dışına çıkmasına tahammül etmemektedir. Katar’ın tecrit edilmesinin bir boyutu da Suudi Arabistan ve Mısır’ın Müslüman Kardeşler politikası. Katar ve Türkiye’nin desteklediği Müslüman Kardeşler Suudi Arabistan ve Mısır’ın terör listesinde. İhvan’ın himaye edilmesi bu ülkeler için bir güvenlik meselesi. Her iki ülkede bu hareketi kendisi açısından tehlike olarak görmekte ve mücadele etmektedir.
Konumuza dönecek olursak; 1960’larda İslam dünyasındaki devrimci ve komünist düşüncelerin yayılma ve Mısır’da Cemal Abdülnasır’ın estirdiği pan-Arabizm rüzgârını kesmek için Suudi Arabistan, Rabıta’yı kurarak Selefiliği ihraç etmeye başladı. Bu yeterli olmayınca pan-İslamizm kartı öne sürüldü ve bu süreçte İhvan’a iş düştü. Bu planın baş destekçisi Kral Faysal, Abdülnasır’dan kaçan İhvan’a kapılarını açtı. Örgütün “eğitimli” kadroları Suudilerin hem içerde hem dışarda ihtiyacını görüyordu. Bu sayede İhvan üyeleri Suudi Sarayı’na da girmiş oldu. 1979’dan itibaren Sovyetlere karşı Afganistan’a eğitilerek gönderilen dinci gruplar hem selefilerden ama aynı zamanda ihvancılardan oluşuyordu. Cemal Kaşıkçı ABD öncülüğünde oluşturulan yeşil kuşak projesi bünyesinde desteklenen Usame Bin Ladin ve hareketinin sempatizanıydı. Bu yıllarda Afganistan’daki cihatçı kamplarına giren Kaşıkçı, ABD başta olmak üzere Batı medyası tarafından “özgürlük savaşçıları” etiketiyle itibar kazandırılan İslamcı militanlarla röportajlar gerçekleştirdi. Suudi Arabistan istihbarat örgütünün başındaki isim Prens Turki bin Faysal (Kral Faysal’ın kardeşi) tarafından yönlendirilen Kaşıkçı’nın bu çabaları elbette ABD ve batılı emperyalistler tarafından destek gördü. Ancak süreç içerisinde Kaşıkçı’nın siyasi kimliğinde yıllar içinde değişim yaşandı. Başta selefi islamcı zihniyete yakın olan Kaşıkçı, 2000’li yıllarla birlikte bu düşüncelerinden çark ederek Müslüman Kardeşler’in (İhvan) fikirlerini benimsedi. Kaşıkçı bu yıllarda önce Londra sonra da Washington’da büyükelçilik görevini yürüten Türki bin Faysal’ın danışmanıydı. Kendisi için kırılma süreci ise 2013’te yaşandı. Kaşıkçı 3 Temmuz 2013’te Mısır’da Mursi’nin devrilmesine karşı tutum aldı. Kaşıkçı 28 Ağustos’ta Washington Post’a yazdığı yazıda ABD’nin Müslüman Kardeşler politikasını eleştirerek şöyle diyordu: ABD’nin mevcut Trump yönetiminde daha görülen Müslüman Kardeşler nefreti, tüm Arap dünyasındaki çıkmazın esas nedenidir. Müslüman Kardeşler’in ortadan kaldırılması, demokrasinin ortadan kaldırılması ve Arapların otoriter ve yozlaşmış rejimler altında yaşamaya devam etmesinin garantisinden başka bir şey değildir diye yazıyordu. Kaşıkçı elbette Suudi rejimine ciddi bir muhalif değildi, uzun yıllar Suudi Arabistan devletine çalıştı ve bir çok kirli ilişkiyi bilen birisiydi. Bu durum onu Suudi rejiminin hedef tahtasına koymaya yeterli oldu.
Bu cinayetin Türkiye’de işlenmesiyle verilen mesajların yanısıra, AKP bunu bir fırsata çevirmek isteyecektir. Ciddi bir kriz içerisinde bulunan ve her geçen gün derinleşen krizin etkisiyle adeta köşeye sıkışmış olan Türk hakim sınıfları bu cinayetten nemalanmaya çalışacaktır. Türkiye’ye önemli oranda Körfez sermayesi akmaktadır. Bu sermaye AKP ve Türk devleti için yaşamsal önemdedir. Körfez’de yaşanan gerilim ve çatışma Türk komprador burjuvazisini tedirgin etmektedir. Özellikle Katar’a uygulanan izolasyon Türk devletinin hareket sahasını daraltmaktadır. Kaşıkçı cinayetinde Suudilerle anlaşma yoluna gidilerek Türkiye’ye sıcak para akışı veya düşük faizli kredi alımına gidilecektir. Bu durumda gerek egemenlerin gerekse AKP ve Erdoğan hükümetinin elini rahatlatacaktır. Ortadoğu’da yaşanan savaş ve pazar paylaşımı emperyalist sistemin en yoz ve pespaye ve insanlık dışı uygulamalarıyla sürmektedir. Ortadoğu’da her gün yüzlerce insan katledilmekte yerlerinden edilmekte sefalete itilmektedir. Bir avuç emperyalist haydut ve onların uşaklarının çıkarları için hergün onlarca insan ölmekte. Bu konuda sistem kendi yavrularını dahi yemekten geri durmamaktadır. Cemal Kaşıkçı bu dalaşta emperyalistlerin Ortadoğu kökenli figüranlarından biriydi. ABD ile iyi ilişkiler içinde, Katar emirinin özel ilgisine mazhar, AKP ve Tayip Erdoğan ile yakın ilişkiler içinde ve aynı zamanda Suudi krallığında yaşanan iktidar dalaşında taraf durumunda bulunuyordu. Bu anlamda sadece bir gazeteciden bahsedilemez, bu şahıs tüm bu kirli ilişkilerin merkezinde bulunan biriydi. Cinayet de bu politikaların bir sonucu olarak gerçekleştirilmiştir. Bu durumda emperyalistlerin ilişkilerine zarar vermeyeceği ve kısa bir süre sonra unutulacağı bir gerçektir. ABD’nin bu cinayetten haberinin olmaması imkansızdır. Burada bu cinayet üzerinden Suudilerle yeni anlaşmaların yapılmasının yolları açılmış olacaktır. ABD ve Trump bunu kendi hesaplarına kullanmanın planlarını yapacaklarıdır. Derin bir ekonomik krizin yaşandığı Türkiye’de, Suudi Arabistan’a uygulayacağı yaptırımlar ikili ilişkilere hiçbir zarar vemeyecek şekilde tutacağı öngörülebilir. AKP iktidarı efendisi ABD’nin tutumuna göre hareket edecegi aşikardır.
Kaşıkçı cinayeti aslında emperyalistlerin ve faşist devletlerin sürekli başvurdukları yöntemlerden biridir. Sistem kendisine muhalif olanları katletme, kaybetme, işkence ile öldürme politikasını sürekli gütmektedir. Bu durum yeni bir şey değildir ve önümüzdeki dönem toplumsal huzursuzluğun artmasıyla birlikte artarak devam edecektir. Burjuva sistemden kaynaklı artan toplumsal huzursuzluk ve kapitalist emperyalist sistemin krizinden kaynaklı keskinleşen sınıf mücadelesi egemenlerin saldırılarının dozajını da artırmasını beraberinde getirecektir. Bu duruma karşı, tek tek ülkelerin işçi ve emekçilerinin örgütlenerek emperyalizmi ve onun tüm uzantılarını çöpe atmalarından geçmektedir.
*Bu yazı 25 Ekim tarihli Yeni Demokrasi gazetesinin 21. sayısında yayımlanmıştır.