“Akarsular kadar berraksın oysa
adımların kayalıklar kadar görkemli senin”
N. Behram
O İnegöl’de alınteri dökerek hak ettiği para ödenmeden işten atıldığı fabrikayı topladığı karton parçalarıyla yakma girişiminde bulunan öfkeli modern bir Ludist…
O Can Yücel’in dizelerinde ki “şarabi eşkıya”…
O bizim cüretkar tebessümümüz…
Tüm yaşıtları gibi, bilim ve aklı dışlayan egemen inanç ve anlayışların körleştiren kıskacında çürümeye terkedilmiş, insana ve insani değerlere dair ne varsa kirletilip yabancılaştırılan, umutsuzluğun, yılgınlığın eriyip tüketerek suskunlaştırdığı geleceksizleştirilmiş bir kuşağın, günbegün daha da yoksullaştırılan halk kitlelerinin, henüz çocuk yaşında emeğini satarak yaşama tutunan evladı, evladımız o…
17 yaşındaki, adı medyaya K. D. olarak geçen çocuk işçiden söz ediyoruz. O’nu bizim için özel kılan şey, sadece yoksul bir emekçi olması değil elbette; onu özel kılan yaşadığı sorunun çözümünü bugün fazlasıyla yaygınlaşan ulvi güçlere havale edip medet umuşu ya da bedenine fiziksel olarak yönelişi de değil, onu özel kılan bunların yerine daha önce benzerine rastlamadığımız soruna neden olan sermaye sahibinin kutsalına ateşle yönelmesidir. Tekil bir örnek olsa da bugün tekil olan bu örneğin yarın artan yoksulluğa paralel daha şiddetli, benzer kitlesel eylemlerin öncülü olma olasılığıdır ki bu hiç de uzak bir olasılık değildir.
Söz konusu ‘bilinçsiz’ öfkeyi yansıtmadaki amaç, ne eylemin sahibini kahramanlaştırmak ne de eylem biçimine abartılı misyonlar yüklemektir. Amacımız işçi sınıfı cephesinde mücadelesini verdiğimiz, yanında olduğumuz, desteklediğimiz her haklı ve meşru çıkışı, her adımı, her olguyu, her olayı, her eylemi olduğu gibi, bu görmezden gelinen, yok sayılan 17 yaşındaki K. D.’nin cüretkar eylemini duyurarak, lâyık olduğu yere, tarihe not düşmektir.
Yaşanan haksızlıklara tepki vermeden seyirci olmamız nasıl mümkün değilse komünist-devrimci bir örgütün önderliğinden ve yönlendiriciliğinden, kitle desteğinden yoksun, ekonomik-siyasal baskıların ve yoksulluğun tetiklediği bireysel de olsa bu tepki ve eyleme seyirci olup yok saymamız da aynı şekilde mümkün değildir. Nihayetinde bizler sömürülen, ezilen, yok sayılan, katledilen her türden inanç ve milliyetten sınıfın ve emekçilerin sesiyiz ve siyasi varlığımız bu mücadeleye aittir.
Görevimiz gerçeğin bilincinden yoksun kin ve öfkeye bilinç taşımak, bu kin ve öfkenin ellerinde taşıdığı ateşi kitleselleştirerek büyütmek; ülkemizi emekçiler için yaşanılması güç bir cehenneme çeviren tüm adaletsizliklerin, haksızlıkların, insanlığa karşı işlenen tüm suçların sorumlularının sistem ve sahipleri olduğunu kavratarak kini, öfkeyi yaygınlaştırıp derinleştirmek, örgütleyip devrimcileştirmektir.
T. Kornaris, Fırtına Çocukları adlı romanında “Tarihsel nehir yanlış dizilmiş taşları yerinden söküp atacaktır” diyor. Nihai hedefimiz adları, anıları, idealleri andımız, mücadele nedenimiz olan yaşayan ve yaşattıklarımızla damlası olduğumuz pırıl pırıl duruluktaki ırmağımızı, yatağını arayan amaçsızca kendiliğinden akan halk pınarlarıyla buluşturup kaynaştırarak sel yaratmak, egemenlerin yanlış dizdiği taşları yerinden söküp atarak “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” yazan okyanus sonsuzluğunda bir yaşamı ülke topraklarımızda hakim kılmaktır.
“Ölmüş gibi görünürse de halk,
döner gelir elbet bir gün nisan ayı,
kavuşur baharına toprak,
kızgın eller dağıtır atar ağır havayı.
Ölümün içinden yeşerir yaşamak.”
Pablo Neruda
Tarihsel misyonu gereği bugünü yarına taşımaya soyunmuş “bilinçsiz süreçlerin bilinçli yürütücüsü” devrimci komünistler dönemin koşullarından kaynaklanan nesnel koşullar ve dezavantajları ne olursa olsun, ölümün içinden yaşamı yeşertmek adına kendilerine her gün ve yeniden aynı ciddiyetle şu soruyu mutlaka sormalıdır: Ne yapmalıyız?
KP’nin yokluğunda onun kolektif disiplin ve yönlendiriciliğinden yoksun, ‘somut’un ‘an’ın eyleme zorladığı kitlelerin salt sınıf sezgileriyle yol bulmaları ya da yol açmaları zordur. Bu zorun zor olmaktan çıkması ancak yaşamın umutla, umudun ateşle, milyonların yarınla kucaklaşmasıyla mümkündür.
“Bazı umutlar başka zamanlara aittir.”
M.Mungan
Bizler zamanla başkalaşan değil, zamanı başkalaştıracak umutların sahibiyiz. Tam da bu nedenden her birimiz mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek, onlarla tarihsel hesaplaşmamızı bir an önce görmek için mücadele eden örgütçüleriz.
Ve çoğu yoldaşımız ve bizler işlerimizin çokluğundan, zorluklarından söz ederiz. Kuşkusuz zorluğu doğrudur ama aynı işlerin günbegün çoğalmasının en azından subjektif nedenleri üzerine kafa yormayız. Oysa çokluğun esas nedeni zamanında yapmamız gereken fakat yapmadığımız ya da az yaptığımız, ertelediğimiz “kolay” işlerin çoğalıp birikmesidir. Bir İspanyol atasözünü durumdan vazife çıkarmak, öğretici ve tamamlayıcı olması için buraya not düşüyoruz: “Yarın hayatının en dolu günüdür.”
15 yaşında polise taş attıkları için 13.5 yıl hapis cezasıyla cezalandırarak özgürlüklere; halay çeken üniversite öğrencilerini “ideolojik halay” çekmek gibi ucube gerekçeyle okullarından uzaklaştırarak okuma hakkına; Berkin başta olmak üzere çocuklarımızı sokaklarda, 17 yaşında darağacında Erenimizi katleden, yaşama hakkına kastederek iktidarlarını var eden sermayenin zenginliklerini, sermayelerini bilinçli ya da bilinçsiz sınıf kiniyle ateşe vermek meşrudur.
Emeğimize, canımıza kast eden iktidara ve sözcülerine daha önce Çarlık Rusya’nın generali Zaleski’nin sözlerini mutlaka onlara tekrarlatacağız “kim inanır bir hademe ya da bekçinin, birdenbire bir baş yargıç; bir hastane bakıcısının, bir hastane müdürü; bir berberin, bir devlet memuru; bir onbaşının, bir baş kumandan; bir gündelik işçinin, bir belediye başkanı; bir çilingirin, bir fabrika müdürü olacağına?”
Kuşkusuz bunun gerçek olacağına biz kadar sermaye sahipleri de inanıyorlar. Tüm çabaları da halkımızın bu gerçeğe inanmasına engel olmak içindir. Bundan korktukları için halkın evlatlarına saldırıyorlar. 17 yaşındaki işçinin yakma cüretinin, yeniyi inşa etme, yeninin öznesi olma bilinçli cüretine dönüşebileceğini biliyorlar. Bundandır korkuları ve ve bundandır bizim umudumuz…
Bir Yeni Demokrasi Okuru