Dillerinden özgürlük, eşitlik ve demokrasi kavramlarını düşürmeyen, yalnızca sahiplerinin çıkarlarını gözeten, Lenin yoldaşın söylemiyle kuzu postuna bürünmüş, özgürlüklerin, emeğin düşmanı, yalancı ve iki yüzlü, beyinsiz ve kör yandaş yazarlar kendilerine sunulan tüm araç ve olanakları kullanarak her tür yalan ve iftiralarla emeğe ve emekçilere düşmanlıklarına devam ediyorlar.
Onların bu pervasızlıklarının en önemli nedenlerinden biri, sınıf gerçeklerinden ve bilincinden uzak, devletin varlığını kendi varlığıyla eşitleyen, devlete iktidara yönelik eylemleri olumsuzlayan ezilen yığınların suskunluğudur.
Sistem bu suskunluğu tüm ilişkileri, sahip oldukları tüm ideolojik araçlarla çıkarlarına göre şekillendirerek, çıkarlarını ve değerlerini suskunların tamamının çıkar ve değerleriymiş gibi sunarak özcesi sınıf çelişkilerini gizleyerek sağlamaktadırlar.
İktidarı elinde bulunduran egemenlerin egemenliklerini kalıcılaştırmak, sınıfına ait felsefelerini, kültürlerini yaymak, zenginliklerini ve konumlarını güçlendirmek, sürdürmek, ekonomik, toplumsal ve siyasal ayrıcalıklarını, çıkarlarını korumak, gündemlerini halka inandırmak için en etkili ideolojik araçlardan birini; yazılı ve sözlü medyayı kullanır, kullanmaktadır.
Sistemin ekonomik, politik ve kültürel düzeylerde kendisini yeniden üretebilmesi için medyaya biçtiği rollerden bir diğeri de Hitler’in medyaya biçtiği rolle birebir aynıdır “düşünme faaliyetini engelleyen görsel-işitsel dil, eleştirel düşünüş ve sorguyu engelleyen ‘baş aşağı’ edilmiş gerçeklerin halka inandırılması.”
Yeri gelmişken burada bir kez daha devlet ve sermaye gerçeğini, bu gerçeğin öncesini unutarak ya da yok sayarak yaşanan tüm olumsuzlukları mevcut iktidar ile açıklayan çevrelere bugün ‘hükümet’ eden, ‘iktidarda’ olan kim, hangi parti olursa olsun anımsatmak isteriz; “Devletin egemenlik biçimleri değişebilir: sermaye iktidarını, sahip olduğu bir biçimde şu yolda, bir başka biçimde bu yolda ortaya koyar ama esas olarak… İktidar sermayenin ellerindedir.” (Lenin) Partiler ve isimler değişse de genel anlamıyla ideolojik yaklaşım ve egemen düzen her koşulda aynı kalmaktadır. Aynı şey ülkemizde özellikle AKP’nin direksiyonda olduğu süreç boyunca çokça tanık olduğumuz medya sektöründeki mülkiyet değişimi içinde geçerlidir. Burada da değişen isimler olsa da medya sahipleri ile sermayenin çıkarları her biçimde uyumlu bir şekilde devam etmekte, nitelik ve misyonda hiçbir değişim olmamakta, medya her zaman devletin iktidarının (çıkarlarının) yanında yer almaktadırlar. Bu ilişki sadece bugüne özgü de değildir.
Yıllar öncesine ait olmasına rağmen oldukça bildik ve hiçbir şekilde yadırgamayacağımız birkaç örnek vermek gerekirse: “Bu gazete (Türkçe yayınlanan ilk gazete Takvim-i Vekayi) kutsal şeriata ve devlet düzenine dokunmama şartıyla, benim iktidarıma çok yardımcı olacaktır.” (II. Mahmud)
“Cumhuriyet rejiminin gazetecilerin her türlü desteğini istemeye hakkı olduğunu hatırlatır” (Cumhuriyet’in ilanından sonra İstiklal Mahkemesi’nde görülmüş Gazeteciler Davasından)
“Tüm Türkiye tek vücut olup, Gazinin adaylarına oy veriyor”, “Gazimizin partisine oy verdik” (1927 Vakit ve Cumhuriyet) manşetleri ile bugünün farklı gazetelerinin ortak manşetlerle çıkmaları.
Devamla; 1937’de Dersim Katliamı devam ederken dönemin İçişleri Bakam Şükrü Kaya’nın gazetelere gönderdiği beş maddelik genelge ile haberlerin nasıl yapılması gerektiğini tarif etmesi, Şeyh Said Ayaklanması, Roboski Katliamı, Gezi İsyanı’nın ilk günlerde gazetelerde yer bulamaması gibi farklı tarihlerde yaşanan siyasal, toplumsal olaylara yaklaşım benzerliği.
Devlet en önemli meseleler gündeme geldiğinde ilk işlerinden birisi olarak medya patronları ve genel yayın yönetmenleriyle uzun saatler boyunca “resmi” toplantılar yapar. Devletin politikasının kamuoyuna benimsetilmesinde medyanın rolü üzerinde ekranlarda hamaset nutukları atılır. En nihayetinde çok önemli politik sorunlarda “çatlak sese” müsaade edilmeyeceği bu şekilde kamuoyuna ilan edilir. Medya da görevini en layıkıyla yerine getirir kuşkusuz.
Medyanın sermaye ve iktidar çevreleriyle ilişkisinin ve gazeteciliğin ülkemizde ki anlamını gösteren son bir örnekle bu paragrafı sonlandıralım: 1920-1957 yılları arasında çoğunluğu gazete sahipleri ve yazarların oluşturduğu 75 gazeteci, son seçimlerde de 14’ü AKP saflarında toplam 24 “gazeteci” milletvekili seçilmesi.
Böylesi bir medya gerçeğinin tarafsız/yansız ya da nesnel habercilik yapan bir kurum olarak nitelendirmesi bilimsel olarak nasıl mümkün değilse, içinde bulunduğu toplumsal ilişkilerin dışında ve onlardan bağımsız “soyut”, “evrensel” doğrular atfedilmesi ya da beklenilmesi de aynı şekilde mümkün değildir. 3.Havaalanı işçileri özgülünde işçilerin haklı, ekonomik-insani taleplerine alçakça saldırmaları, tahammülsüzlükleri bu boyutuyla biz cephesinde de anlaşılırdır, beklenendir.
Bir başka şeyse, her birinin “kendilerine has makamlarda anır”dığı “Erdoğan istesin 12 yıllık yuvamı yıkarım” sözüyle kariyer yapmış eski Fettullahçı şimdinin Erdoğancısı Mehtap Yılmaz, “kişi kendinden bilir işi” atasözün anımsatırcasına yaşamını emeğini satarak kazanan isçilerin kendisi gibi parayla satın alınarak eylem yaptığını düşünen Hıncal Uluç, “sudan sebeplerle ayaklandılar” diyen kamuoyunda “alo Fatih” olarakta tanınan Fatih Altaylı, “Bu Kürtler iki de bir medya medya diyorlar, hatta Medya Savunma Birlikleri’nden söz ediyorlar ama gazetecilikten hiç anlamıyorlar” diyen burjuvazinin bilgi, birikim deryası Engin Ardıç, MİT’ten devşirme Cem Küçük, Kabataş yalancısı Elif Çakır gibi adlarını saymakla bitiremeceğimiz benzer yüzlerce “ol kapının itleri” özel gündemimizin esası hiçbir zaman olamaz.
“Bazıları, bazı şeylerin bazı yerlerde yayınlanmasını istemez. İşte o şeylere haber diyoruz.” (J.Keane Siyaset Bilimi Profesörü)
“Beyefendi rahatsız olmasın gazeteciliği” yapanlar doğaldır ki işçi ölümlerine değil, işçi eylemlerine karşı tavırlar alır; tam da bu yüzden bunlar ne havaalanının yapımına başlandığından bu yana 3,5 yılda yaşanan iş cinayetleri sonucu hayatını kaybeden 37 isçiyi, ne Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’ne göre 2017 yılında Türkiye’nin bir önceki yıla göre iki basamak daha gerileyerek 180 ülke arasında 157. oluşunu, ne geçen 15 yılda on bine yakın gazetecinin işinden edilip 500’ün üzerinde gazetecinin tutuklanmasını, ne OHAL sürecinde kapatılan 158 medya kuruluşu ile 209 gazetecinin tutuklanmasını gündemlerine alamaz, taşıyamazlar.
Bunlar, 19 Aralık 2000’de olduğu gibi “hayata dönüş” operasyonları sırasında “sahte oruç, kanlı iftar” başlığını atarak yaşanan katliamı kutsayan ya da dönemin Sabah gazetesinde Tayfun Hopalı imzasıyla “Kurtarılmış bölge Küçükarmutlu” başlığıyla haber yaparak mahalleye düzenlenen ve 4 devrimcinin ölümüyle sonuçlanan polis operasyonuna psikolojik zemin hazırlayan, yaşanan katliamların suç ortaklarıdır. Bunlar MİT Kontrespiyonaj Dairesi, Emniyet Siber Suçlarla Mücadele Dairesi ve Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumları ile koordineli çalışan MİT’in ve polisin ‘operasyon medyası’nın çalışanıdırlar.
Sınıf mücadelesi keskin, burjuvazinin açmazları, zayıflıkları derin, korkuları büyüktür.
Sermaye ile emek arasındaki çatışmalar bugün sadece sistemi rahatsız eden sınırlı çatışmalardan ibarettir. Sermayenin ağır ideolojik, ekonomik ve siyasi saldırısı altında sınıfın esas güçsüzlüğü Mao yoldaşın söylemiyle güçsüz oluşundan değil, örgütsüz oluşundandır.
Bugün var olan “Dağınıklığına, örgütsüzlüğüne rağmen tüm ülkelerin burjuvazinin yalanlarının ve iftiralarını onların açık-gizli uşaklarını yenebilecek tek güç işçi sınıfıdır.” (V. İ. Lenin)
Sınıf mücadeleleri tarihi bizlere sınıfın gerçek sınıf düşmanlarını tanıması ve ona karşı kitlesel mücadeleyi öğrenmesinin, sermayeye karşı yürüttüğü ekonomik talepli mücadelelerinin giderek genel bir sınıf hareketi düzeyine yükseldiğini de göstermiştir.
Son sözümüzü söyleyelim; “Yarın başka olacak ve biz bunun için hazırlanmalıyız.” F. Engels.