24 Haziran seçimleri sonrası döviz kurundaki çalkantı, enflasyon oranlarındaki artış, bir çok şirketin konkardato (iflas anlaşması) ilan etmesi, yine bir çok şirketin borç yapılandırma girişimleri ve faiz oranlarındaki artışlara yönelik gelişmeleri, burjuva iktisatçılar “kırılganlık”, “risk”, “türbülans” vs olarak tanımlarken, Tayyip Erdoğan ise var olan şovenist dalganın konforuna bir kez daha yaslanarak, “kökü dışarda kriz” olarak tanımlamayı tercih ediyor. Meseleyi burjuva iktisatçılar, emperyalist ekonomi kurumları ve Erdoğan nasıl tanımlarsa tanımlasın ortada duran bir gerçek var ki “parası pul olmuş”, faiz oranları arttıkça döviz kurunun arttığı, Merkez Bankası ve Ekonomi Bakanı’nı tarafından açıklanan tüm “tedbirler”e rağmen bir türlü durulmayan ekonomik parametreler, tırmanan enflasyon, eriyen ücretler, kapanan şirketler, artan işsizlik söz konusudur. Ortada bir ekonomik kriz söz konusudur. Ancak bu ekonomik krizin derinliği, bağımlı olunan emperyalist zincirde yaratacağı etki, resasyon (durgunluk) denen aşamaya resmen ne zaman geçeceği, stagflasyonun (durgunluk ve enflasyonun birlikte gerçekleşmesi) kapının eşiğinde olması durumu ile mali ve üretimden kaynaklı dört başı mamur kriz koşullarının oluşmasına ne zaman evrileceği esas tartışma noktalarıdır.
Yaşanan krizin nedenini en doğru şekilde aslında Tayyip Erdoğan ortaya koydu: “Kökü dışarda olan bir kriz.” Bu bir uşağın ifade etme biçimidir. Bu ifadeleri MLM literatüre çevirirsek, emperyalist-kapitalist sisteme göbekten bağımlı yarı-sömürge, yarı-feodal yapının yaşadığı bir kriz olarak ifade edebiliriz. Emperyalizme bağımlılıktan kaynaklanan “kökleri dışarda olan” bir kriz olduğu doğrudur. Ancak bardağın diğer boş bırakılmaya çalışılan tarafında bakarsak, tüm ekonomik ve siyasi ilişkilerini ve çıkarlarını emperyalist sermayenin gücüne bağlayan ve bu noktada kendini var edebilen komprador burjuvazi ve büyük toprak ağaları sınıfının tarihsel ittifakı ve onun hizmetlisi olan faşist diktatörlük gerçeği çıkmaktadır. Bu anlamda Tayyip Erdoğan bu krize, emperyalistlerle kurduğu derin ekonomik ve siyasi bağımlılık ilişkileri, kurulu sistemin daha güçlü zincirlerle emperyalist tekellere bağlanmasını sağlayan girişimleri, üretime değil sıcak paraya dayalı rantiyeci mali sistemi büyük bir istekle inşa etmesi, özelleştirme adı altında tüm kamu mallarının peşkeş çekilmesi ve müteahhitliğe dayalı ekonomik sistemiyle en güçlü desteği oluşturmuştur. Şimdi oluşan krizin tüm faturasını, “dış güçlerin krizi” diyerek oluşmuş şovenist dalgayı kullanıp emekçilere kolayca yıkma hesabı yapmaktadır.
Elbette kriz meselesi basit bir fatura kesme meselesi değildir. Özellikle politik krizin ve egemen sınıflar arasındaki çatışmanın olabildiğince keskinleştiği koşullarda böylesi bir ekonomik kriz, yönetme sorununu daha fazla derinleştirmektedir. Bu durum AKP-Tayyip kliğinin, biriktirdiği öfke ve tepkiyle birlikte düşünüldüğünde, bu ekonomik krizin sistem için yaratacağı riskler, toplumsal gelişim ve kabarmayı etkileme düzeyi “normal bir krizden” daha fazla olacaktır. Egemen sınıflar, bu anlamda bir yandan ekonomik kriz koşullarını hafifletecek tedbirler almaya çalışırken, diğer yandan politik hazırlıklarını da bu durumu gözeterek gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
Ekonomik tedbirlerin, gelişen ve daha da sertleşerek gelişecek olan krize çare olması bir yana pansuman olma olasılığı bile gözükmemektedir. Zira borçlanmaya dayalı, üretime dayanmayan bir ekonomik sistemin faiz-döviz kuru kıskacında şekillenen bir yapıya teslim olduğu gerçekliği söz konusudur. Emperyalist sisteme bu bağımlılık ilişkisi, emperyalist sermayenin yüksek kar kıskacında ve özellikle sermayenin kupon kesen karakterinden kaynaklı akışkanlığı içinde büyük ve baş edilemez krizlerle boğuşması kaçınılmazdır. Sermayenin ve kapitalizmin kendi yapısal sorunları ve döngülü krizden kaçınamayan yapısı ile birlikte bağımlı ekonomik sistemlerin en büyük darbeyi ve en ağır yaraları alması ise bir kader niteliğindedir. Şuanda gerçekleşen ise tam da budur. Faiz-döviz kıskacına sıkıştırılmış, sıcak paraya bağımlı ekonomi tutunacak can simidi arayışındadır.
Maliye Bakanı damat Berat Albayrak peş peşe “burası önemli” sunumlu açıklamalar yaparken, son olarak orta vadeli denilen Yeni Ekonomik Plan (YEP) açıklaması ile 3 yıllık bir süreç planlaması açıklamıştır. Ondan önce Merkez Bankası’nın bağımsızlığı ve gerekli müdahaleleri yapması gerektiği yönlü özellikle AB emperyalistlerinin “dostça” uyarılarının dikkate alındığını ise yine Berat Albayrak yapılan faiz artırımı sonrası beyan etmiştir. Zira Tayyip Erdoğan’ın “faiz hassasiyetinin” ise ekonomik kriz karşısında ve emperyalizme bağımlılık ilişkileri içinde kıymeti harbiyesinin olmadığı görülmüştür.
Merkez Bankası’nın döviz kurunun yükselmesi karşısında “Tek adam”, “kadiri mutlak”, “başkan” Erdoğan’ın kamuoyuna açık hassasiyetine rağmen faizi Eylül ayında %24’e çıkarması kuşkusuz dövizle borçlanmış ve borç döngüsünü çevirmesi imkansız hale getiren kompradorlara atılan bir can simididir. Bunun yanında yüksek faiz, bankaların ve finans sektörünün yaşadığı nakit akış içinde bir çare olarak gerekli görülmüştür. Bunun yanında bizzat Tayyip Erdoğan ihaleye sunulan projelerin iptal edildiğini açıklayarak, yatırıma aktarılacak para olmadığını ilan etmiş oldu. Bu tedbirler açıklanırken etten enerjiye, pırlantadan tekstile, inşaattan ayakkabı imalatına kadar uzanan birçok köklü ya da yeni şirket iflas anlaşmaları verdiklerini ilan ettiler. Faiz artırımının döviz kurundaki hareketliliğe çare olmaması, küçük ve orta boy işletmelerden başlayarak hızla ve yaygın bir iflasın tüm koşullarını olgunlaştırdığını belirtmekte fayda var. Yine bu müdahalenin enflasyonun yükselmesine ve işsizliğe de dolaysız bir etkisi vardır.
Ekonomi için en önemli sorun ise borçlanmadır. Özellikle borcu borçla çeviren ekonomik sistemin dolar üzerinden borçlanması, özel sektör ve kamunun bir yıl içinde 230 milyar dolar borcu çevirmesi zorunluluğu, var olan krizde boğaza geçirilmiş urgan olmaktadır. Bu durum siyasal planda emperyalistlerle mücadele içinde görünen Tayyip Erdoğan’ın ne denli bağımlı, bağlı ve uşak bir pozisyonda olduğunu ispatlayan bir gerçektir. Hiç kuşkusuz bu tablo, borç için kapısını çalacakları emperyalist tekeller -mali oligarşinin- karşısında daha da zayıflamış ve bağımlılığı derinleşmiş bir faşist diktatörlük çıkaracaktır. “Milli mücadele”, “anti-emperyalizm ve anti-Amerikancılık” gibi gerçeklerle uyuşmayan propaganda, bu vesileyle daha güçlü bağımlılık, daha sağlam bir yarı-sömürgelik ilişkisi ile, “uyuşturucu nitelikli” bir retorik olarak kalacaktır.
Bu gelişmelerin her biri, hiç kuşkusuz emekçi halk kitlelerine dolaysız olarak yoksullaşma, gelir dağılımdaki adaletsizliğin derinleşmesi, işsizlik, daha azgın sömürü olarak dönecektir. Faşist diktatörlüğün politik saldırganlığına ekonomik saldırganlıkta daha güçlü bir yönelimle eşlik edecektir. Bu süreçte, işçi sınıfı ve emekçilerin daha fazla hareketleneceğini öngörmek ise hayalcilik olmayacaktır. Hali hazırda birçok iş yerinde işçi sınıfı direniştedir. Son olarak havaalanı işçilerinin çalışma ve yaşam koşullarına verdiği tepki ve yarattığı etki ekonomik krizin ilk belirtilerinin yaşandığı koşullar içinde oldukça anlamlıdır. Faşist diktatörlük ise bu durumlara karşı gardını çoktan almıştır. Baskı, sindirme, şiddet hali hazırda devrededir ve faşizmin sopası daha da büyüyecektir. İşçi sınıfı, emekçilerin ise politik krize eşlik eden yeni ekonomik saldırı karşısında örgütlenmeye, birlikte güç oluşturmaya ve ille de öncü ve önder gücün kurmaylığına daha fazla ihtiyacı olacaktır. Bu süreç sınıf mücadelesinin gelişmesine büyük olanaklar sunmaktadır. Buna yönelik net ve açık bir devrimci çizgi, kararlı bir duruş hayati derecede önemlidir. Aksi takdirde kendiliğinden hareketin parçası olan ama öncüsü olamayan, siyasal iktidar perspektifine odaklanamayan dağınıklık ve örgütsüzlük giderilemeyecektir.