Gerici toplumsal değer yargılarının ve alışkanlıkların, bire bir (dolaylı-dolaysız) insanda yarattığı tahribatın etkisini daha net ve açık görebilmek ve bilince çıkarabilmek için bu ilişki yumağının tarihsel ve güncel olarak beslediği kaynağa bakmak gerekir. Çünkü içimizdeki esarete kan taşıyan, nefes veren, alan açan ve etkin bir güç haline getiren bu gerici ilişki yumağı ve değerler bütünüdür. Bir başka ifadeyle binlerce yıllık bir ölümcül virüsü soluduğumuz her nefeste, attığımız her adımda içimizde taşıyoruz. Etki oranları kişiden kişiye farklı olsa da bu özellik, şu veya bu düzeyde kendisini dışa vurur. Bıkmadan usanmadan buna karşı süreklilik arz eden keskin ve amansız bir mücadeleyi elzem kılar. Değiştirmenin ve dönüştürmenin başat koşulu, bu hesaplaşmanın sonsuzluğunda daima yol alır. Bilimle ideolojinin güzergahında yeniyi, güzeli, aydınlığı baskın bir karaktere büründürerek ancak ve ancak pek adımlarla zorunluklar dünyasından özgürlükler dünyasına uzanabiliriz. Aksi yaklaşım, zıddına dönüşü ifade eder.
Özel mülkiyet ve sınıf olgusu, ilk ortaya çıktığı günden itibaren sert ve çetin savaşım içinde kendisine yol açtı. İleri dönük yapılan her hamlede ezilen ve sömürülenlerin ağır bedelleri pahasına bu yaşanmıştır. Tüm toplumsal ilerlemelere damgasına vuran bu özellik, sürece damgasını ve rengini vererek olgunlaşmıştır…
Ezen-sömüren sınıfların ortaya çıktığı tarihsel koşullardan bugüne; geçirdiği biçimsel ve niteliksel dönüşümler yoluyla kazandığı deneyimle (kölecilikten emperyalist kapitalist sisteme değin) kendisini daha da bir örgütlemiş ve yetkinleştirilmiş bir güç odağı olarak bilimi ve teknolojiyi sınıf çıkarları doğrultusunda kullanarak bugünlere taşıdı. Kapitalist ve emperyalist sisteme değin geçirdiği niceliksel ve niteliksel evrim, her ne kadar derinlik ihtiva etse de ezen, sömüren toplumsal sistemlerin özü hep aynı kaldı. Bu özsel ve niteliksel kopuşu sağlayacak yegane güç komünist perspektifli sınıf hareketidir.Bu hareket ve esaslı biçimde üretim ilişkilerini alt üst ederek ve sınıfsız toplum ülküsünü tüm toplumsal sürece aşılayarak, hakim sınıfa ait ne varsa, adım adım onları da ortadan kaldıracak olan zahmetli ve uzun erimli bir kültürel dönüşümü zorlayarak ilerler. Maddi ve manevi değerlere rengini ve tonunu bu kültür verir.
Tüketici ve gerici değerler silsilesi ve bunun vuku bulduğu toplumsal kültür ise tam tersi bir istikametle bir salgın olarak tüm insanlığı çepeçevre kuşatarak ve onun dişlileri arasına alarak un ufak eden, başat bir özelliğin adresi ve merkezi olmuştur. Bu bağlamda, yabancılaşmanın geldiği safha tüyler ürperten cinstendir. Gelinen aşamada yabancılaşma ve asalaklık, kapitalist emperyalist sistemle dipsiz bir kuyuya dönüşmüştür. Kişiyi ve toplumu, meta fetişizminin döngüsü ve anarşist rekabetin ereği içinde yeniden ve yeniden üreterek kendisine, emeğine ve doğaya yabancılaşmış unsurlar haline dönüştürdü. Öyle ki üretim ve üretim ilişkileri içinde yarattığı bütün maddi ve manevi değerler, bütününde insanlığı -her açıdan kendisine biat edebilmesi için durmak bilmeyen bir hırsla ve açgözlülükle- sürecin nesnesi yapar. Aslolan onun mülkiyet zemini üzerinde kurduğu egemenliktir. Gerisi onu hiç mi hiç ilgilendirmez. Bu “kutsal dava”da yürüyebilmek için sonsuz bir düşmanlıkla önüne çıkan her şeyi tüketir ve yok eder.
Burjuva toplumsal kültür, toplumsal algının, bilincin parametresini, emperyalist-kapitalist sistemle iç içe geçmiş tüm gerici kültür ekseninde işler ve içeriklendirir. Her türden araç ve yöntemi kullanarak kendisine uygun bir ortam sağlar.
Kişinin ve zümrenin toplumsal anlamda sınıfsal karakterini belirleyen olgu şüphesiz ki üretim karşısında duruşu ve konumlanışıdır. Bu konumlanış aynı zamanda birey ve grubun yaşamını, kültürünü ve bilincini oluşturmada önemli bir misyon da oynar. Diğer etkenlerle birleşince (sınıf mücadelesi ve bilimsel deneyler) bilinç ve davranış kalıbı, bir bütünü meydana getiren süreci olgunlaştırır. Bu anlamda, sosyal çevrenin tayin edici ve temel bir enstrümana ve öze haiz olduğunu açıkça görürüz.
Ezen-sömüren sınıflar, alt yapı ve üst yapı kurumlarını etkin biçimde kullanarak, geniş halk yığınlarını sistemin omurgası içinde zapturapt altına alır. Baskı, zor ve şiddet aygıtları, erk dünyasının bekçisi ve hamisidir. Bu araçlarla iç içe ve eş güdümlü olarak ideolojisini, kültürünü, siyasetini vb. üretir ve zorla topluma enjekte eder. Her şeye alınıp, satılabilir bir nesne ve meta gözüyle bakar. İsteğini ve ereğini, tüketimin doyumsuzluğu ve tekçiliğin zehri üzerine kurar. Ölümcül bir gölge gibi bütün insanlığı kuşatır. Kişiliğini parçalamak ve dumura uğratmak için sonsuz bir zevk ve hırsla bencilliğini derinleştirir.
Devasa bütçelerle insanlığı meta fetişizminin esiri haline getirir. Arz-talep ilişkisini kör hırsının dışında hiç mi hiç dikkate almaz. Anarşik rekabetin ruhu ve ilkesiyle kendisine hedef kitle seçtiği insanlara yönelir. Üretimin başat mayasını, insanlığı tüketim çılgınlığına özendirme üzerine iskeletlendirir. İhtiyaç olsun olmasın, yararlı olup olmadığına bakılmaksızın öngördüğü üretim mallarını işler ve o temelde de metayı pazara sunar. Dolaylı ve dolaysız emeği sonsuz bir iştahla emmenin-sömürmenin devrimini bu doyumsuzluk, tamahkârlık üzerine şekillendirir. Onun yarattığı dünyada emek de dahil “her şey alınıp-satılır” denklemine bağlıdır/odaklıdır. Tüm maddi ve manevi değerler, her zaman ona nefes veren, semirten, kan ve irin taşıyan birer olguya dönüşür. İşte bu zemin üzerinde üretim ve üretim ilişkileri; kendisini yeniden üreterek toplumun kılcal damarlarına değin hükmetmeye çalışır.
Devletin ve özel mülkiyetin “baki”liğini ilan etmenin uğraşı içinde bilinçlere ve yüreklere empoze ettiği tabuları, korkuları, değer yargılarıyla yabancılığın ve dipsiz bencilliğin “doğallığını” kanıksatır. Ne kadar gerici, kötü, çirkin, bencil ve yoz ilişki ağı varsa, bunları en amiyane biçimde yeni yeni kılıflar içine sokarak defolu ve marazlı olarak topluma pazarlar. Alıcıya çıkarılmış bu ilişki ağı, sinsice girdiği/sızdığı ortam ve alanlarda oraların doğallığını bozan, içeriksizleştiren ve kendisine benzeten bir bilince, algıya ve kültüre dönüşür. Albenisi yüksek bir rotaya dönen bu tüketim ve kof kültüre sahip olmak neredeyse her türden araca ve yönteme başvurmayı “doğal” ve “meşru” kabul eden insan tipolojisini yaratır. Verili sistemde insan ilişkilerine hükmeden yan, toplumda, bu hastalıklı ve kokan yandır. Toplumda yer alan birey ve sınıflar toplumu nitel ve özsel değişim ve dönüşüm evresinden geçirmediği sürece, gerici ve bağnaz toplumsal ilişkiye her zaman sınırsızlığında derinlik kazandırır. Asalaklığın, çürümüşlüğün ve bencilliğin darağacında insanlığa ve doğaya ölüm fermanını verir.
Bilim ve teknolojinin devasa ilerlemesiyle eş güdümlü olarak ele aldığı üretim sahasında sadece sınıf çıkarlarına odaklı olana izin vardır. İnsanlığın ve toplumun lehine bir şey yaratmaz. Onu asıl ilgilendiren, açtığı üretim sahaları ve bilimsel keşiflerde kendisine yüksek getiriler getirip getirmediğidir. Yüksek kârlar-getiriler sağlayan ve güvenliği garantiye alan üretime ve bilimsel keşiflere ağırlık verir. Oysa bugün bilimin ve teknolojinin eriştiği aşamaya bakıldığında bu düzeyle birçok hastalığı, çevre felaketini, açlığı ve yoksulluğu ortadan kaldıracak yeterliliğe ve yetkinliğe sahip olmasına rağmen egemenler kılını bile kıpırdatmıyor, izin vermiyor ve buna olanak tanımıyor. Bu devasa gelişmişliğin pınarında toplum lehine istemeyerek de olsa yaptığı hamleler sadece kocaman nehirde bir damla kadardır. Ki o damla da bilinçli bir damla olarak değil sömürü ve talan denizine akan ırmağın niyetinden bağımsız ve objektif manada oluşan bir gelişmedir. Olan biten tamı tamına böyledir.
Biz komünistler ve devrimcileri bu denli zorlu ve çetin süreç bekliyor. Sadece düşman görünen ve fiziki unsurlara karşı etraflıca mücadele etmek değil, onu da içine alan geniş bir yelpazede bir kavgayı kuşanmak gerekiyor. İçimize musallat olan düşmana karşı keskin, amansız ve ödünsüz bir cüreti kuşanır ve kendimizi MLM ideolojisi rehberliğinde daha fazla örgütleyip ileriye taşırsak işte o zaman görev ve sorumluluklarımızı layıkıyla yerine getirebiliriz. Önemli olan buna cesaret edip edemediğimizdir. Değişmenin ve dönüştürmenin anahtarı bizim elimizdedir. Hele hele aldığımız görev ve sorumlulukların fedakârlık olarak algılanması bir komünist ve devrimci açısından kabul edilemez bir şeydir. Komünist ve devrimciler tam bir adanmışlık içinde görev ve sorumluluklarını yüklenmeli ve ilerlemelidir. İçinde bulunduğumuz koşullar nasıl olursa olsun biz bir komünist ve devrimci yaşam kültürüyle güne ve ana sarılmalıyız. Devrimcilik, üretmenin ve paylaşmanın çıtasını zorlayan verili şeyleri parçalayan, yaratıcılığı konuşturan, kendisini, yoldaşlarını ve çevresini geliştiren bir düstura sahip olmayı gerektirir.
İhtiyaçlarımızı ele alırken de içinde bulunduğumuz koşullar hesaba katılmalıdır. İmkanlar değerlendirilirken aşırı tüketime kaçmadan mütevazı bir yaşamı feyz almalıyız. Gerilladaki bir yoldaşın, şehirdeki bir yoldaşın ve tutsak bir yoldaşın ihtiyaçları bir ve aynı değildir. Her alan kendi koşulları içerisinde ve imkanları ölçüsünde yaşam parametrelerini oluşturur. İhtiyaçlar için kullanılan harcamalar aşırıya kaçmadığı sürece zaaf değildir. Zorunlu ve doğal şeylerdir. Burada sorun bunları nasıl ve hangi biçimde ele aldığımızla ilgilidir. Önemli olan bunları bencilce mi yoksa kolektifin bir parçası olarak mı ele aldığımızdır. Yine kişiden kişiye ihtiyaç değişebilir. Mutlak eşitlikçi bir yaklaşım sorunlu ve kusurludur. Bireycilik, savurganlık, sekterizm, liberalizm vb. ideolojik zaaflar ne denli problemli ve kusurluysa, aşırı eşitlikçilik ve demokrasi anlayışı da o ölçüde zararlı ve yanlıştır. Özcesi sözümüz ve özümüz bir olmalıdır. Davranışlarımıza, mimiklerimize, duygu ve düşüncelerimize komünist ve devrimci kültür damga vurmalıdır.