Türk devleti tarafından tutuklanan, ardından serbest bırakılıp ev hapsine alınan papaz Andrew Brunson meselesiyle “gündeme gelen” ABD-Türkiye “krizi”, ABD başta olmak üzere krizin iki tarafının çeşitli yaptırım ve söylemleriyle ilerliyor.
ABD’nin, TC İçişleri Bakanı ve Adalet Bakanı’nın ABD’deki mal varlıklarını dondurması ve vatandaşlarının bu kişilerle iş ve işlem yapmasının yasaklanması yaptırımı, ilk etapta ülke ve dünya gündeminde bu krizin esas tartışılır yanı oldu.
Yine bu krizle birlikte, uzun süredir Türkiye’de yaşanan ekonomik krizin TL’nin kaybettiği değerle birlikte hem iç hem de dış kamuoyunda önemli bir gündem haline gelmesi meselenin tartışılan yanlarında biri haline geldi. Tüm değişikliklere, müdahalelere rağmen ekonomik krizin etkisi her geçen gün daha fazla artmakta olduğunu söyleyebiliriz.
Baştan belirtmek gerekir ki TC ve ABD arasındaki “kriz”in safça bir dalaştan ibaret olmadığı gerçekliği kendini göstermektedir. Öyle ki meseleyi böylesi bir krize getiren süreç; Ortadoğu, Rojava, Türkiye’de gerçekleşen seçimler ve buna bağlı oluşan kabineden memnuniyetsizlik, Zerrab olayı, Halkbank operasyonları gibi kriz öncesi gelişmelerle birlikte kendini çok önceden var etmeye başlamıştı. Ki emperyalist bir güç olan ABD ile yarı-sömürge ve payına emperyalist ülkelerin uşaklık rolü düşen TC gibi bir devletin yaşadığı kriz ya da sorunu emperyalistler arası bir “dalaş” olarak değerlendirmek, bu iki devletin niteliğinin gözden kaçırılması ya da karartılması anlamına da gelecektir. Yine baştan kriz taraflarının yaklaşımlarını minimalize ederek özetlemek gerekirse; Türk devleti, ekonomik ve politik krizinin yarattığı kaosun etkisiyle içte kitleleri dizginleme çabasını sürdürürken, bununla beraber dünya kamuoyuna da hamaset siyasetiyle kendince bir güç olduğu mesajını vermek istemektedir. Bunun yanında uşağı olduğu ABD emperyalizmini Rusya gibi diğer emperyalist güçlerin kartıyla “tehdit” ederek “vazgeçilmez uşağın ben olmalıyım” demektedir. ABD ise emperyalist dalaş ve emperyalist devletler arasındaki çelişkilerin etkisiyle, hakim halde olduğu Ortadoğu’da etki gücünün gerileme yaşamaya başlaması temelinde, TC’ye biçtiği rolde yaşadığı sıkıntıları TC’nin “uşaklık” rolüne ağır bir hatırlatma yaparak rayına sokma çabasındandır.
Burada dikkat edilmesi gereken noktalarından bir tanesi ABD’nin, Türkiye’nin “iç işlerine” direkt müdahale anlamında sayılabilecek bir yaptırımda bulunmasıdır. Bu yaptırımdan İçişleri Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı’nın nasibini alması, yasama ve yürütmeye yönelik yapılan nokta atışları olarak değerlendirilebilir. Genel manada emperyalist devletlerin Türkiye gibi yarı-feodal yarı-sömürge ülkelerin iç işlerine görünürde direkt müdahil olmama pratiği, yer yer bu müdahalelerin dünya kamuoyunun dikkatleri üzerine çekse dahi bürokratikçe bu devletlerin “bağımsız” ve iç işlerine karışma hakkı olunmadığı vurgusuyla geçiştirilmesi alışılagelmiş bir durum olmuştur.
PARAVANIN ARDINDA OLAN PAPAZ MI?
Bu soruya daha geniş yanıt vermeden kulağımızı The Independent’in meşhur Ortadoğu muhabirine verelim: “Erdoğan’ın gerçek suçları Rusya’dan S-400 füze sistemi satın alması, ABD’nin Kürt müttefiği YPG’ye verdiği desteğe karşı çıkması ve İslamcı savaşçıların silah, cephanelik, füze yüklü şekilde Türkiye üzerinden Suriye’ye akmasına izin vermesidir” diyor Robert Fisk. Elbette Tayyip Erdoğan’ın “suçlarının” emperyalist efendilerince yeterli düzeyde görüldüğü aşikardır. Tersinden Tayyip Erdoğan da yaptıklarının “suç” olduğunun bilincindedir. Mesele hakim sınıfların bu suçları hamaset siyaseti ve kitlelere propaganda yanı güçlü bir şekilde emperyalistler arası dalaşta daha büyük pay kapma sevdasıdır. Türk hakim sınıfları için efendilerinin böldüğü pastadan pay kapma sevdası öyle büyüktür ki propaganda edilen şekilde bir “ayrışma” yaşandığında, mitinglerde şiir okumayı seven şair ruhlu (!) Tayyip Erdoğan’ın “Ayrılık da Sevdadandır” diye şiir okuması işten bile değildir!
ABD’nin derdi Türkiye ile sınırlı değildir. Esas anlamıyla emperyalistler arası keskinleşen çelişkilerin dışa vurumu neticesinde biçilen roller, dağıtılan kartlar, alınan mevziler ve tutumlar emperyalistlerin hem kendi aralarındaki çelişkilere hem de onların sömürge, yarı-sömürge ülkelerle olan ilişkilerine rengini vermektedir. Ortadoğu’da ABD’nin hakimiyet etki ve gücünün azalmasında önemli sorumlularından biri olarak tuttuğu Rusya, ABD için önemli bir faktördür. Kuzey Akımı – II projesi kapsamında Rusya-Almanya yakınlaşması, ABD’nin her fırsatta bu yakınlaşmanın tehlikeli hatta bir ifadesinde “Almanya’nın esirliği” olduğunu vurgulaması, bu durumun NATO üyesi AB ülkelerini de etkileyeceğini dile getirmesi de bunu göstermektedir.
HATT-I MÜDAFAA YOKTUR, TARZ-I HAMASET VARDIR!
Klişe bir söylemle “büyük resim”in ayan beyan ortada olduğu bir durumda ABD-Türkiye arasında yaşanan soruna basit yaklaşmak kendimizin ve kitlelerin sisteme karşı mücadelede uyanık olmamasını beraberinde getirecektir. Keza yaşanan ekonomik “krizi” de bir papaz ya da salt ABD ile yaşanan kriz olarak algılamak da yanlış olacaktır. Hakim sınıfların uzun süredir yaşadığı ekonomik ve siyasi kriz hemen her alanda dallanıp budaklanmış vaziyettedir. Erdoğan kliği, bu krizi aşma ve kitlelerin öfkesini sindirme anlamında uzun süredir çeşitli politikaları hayata geçirmektedir. Fakat esasta ne ekonomik ne de siyasi krizini “çözüme” kavuşturabilmiştir.
Kitleler üzerinde yapılan hamaset siyaseti, Erdoğan/AKP kliği hükümeti sürecinde daha gözle görülür olmuştur. “Osmanlı mirası” etkisiyle dile getirilen ve öncekilerinden pek de yeni sayılmayacak söylem ve hareketler, mevcut hükümetin işleri “idare etmesinde” temel dayanaklarından biri olmuştur. Elbette bu söylediğimiz yine onların deyimiyle “iç siyaset” alanında böyledir. Dışa bağımlı olan bir devletin, niteliğinden kaynaklı güçlü olanın yanında (boyunduruğunda) olmak istemesi kendi içinde anlaşılır ve doğaldır. Gel gelelim ki bu doğallık kitlelerin istem ve taleplerinin bir sonucu değil, yarı-sömürge ve faşist bir devletin iktidarını sürdürmesi için temel şekillenişidir.
Yaşananlar meselesinde bir diğer vurgulanması gereken nokta ise TC’nin “kurumsal” ilişkiler ya da “dış politika” bağlamında gösterdiği beceriksizliktir. İçeride naralar atan bir devlet, dışarda ise süt dökmüş ama dört ayak üzerinde yürümeyi bile doğru dürüst başaramayan bir kedi gibi olmaktadır. Krizin iki tarafının da kendi cephelerinde kitlelere yönelik hesaplarla hareket ettiğini vurgulamak gerekir. Bir elde gazete diğerinde sigara, mahalle kahvehanesinde kimsenin ciddiye almadığı nutuklar çekenlerin üstüne giydiği hamaset işlemeli ceket, TC’nin üstünde sırıtıyor. ABD, Rusya, Çin, AB ve sayısı daha fazla olan emperyalist devletler ve uşaklarının kendi dar sınıf çıkarları uğruna giriştikleri dalaşta TC’nin bu kahramanlık nidalarının boşluğa gideceği açık durumdadır. En fazla kitleleri kısa bir süre daha “idare etse de” fakat bu da uzun sürmeyecektir. Öyle ki “ekmek kavgası”nda aslanın ağzında değil midesinde olan ekmeği almak için kitlelere ne kahramanlık nidaları ne de “bunlar gelişmemizi istemeyen ülkelerin oyunu” demeçleri işe yaramayacaktır.