Kitleleri “olağan” yöntemlerle yönetmenin zorluklarını “demokratik sınırlar” içerisinde kalarak çözemeyen, çözemeyeceğini bilen egemenler, gün be gün derinleşen ekonomik-siyasal krizi aşmak adına hakim olduğu zor aracında çözümsüzlüğün çözümü olan biçimsel ve yönetsel değişikliklere gitmişlerdir. Krizlerle yol alan emperyalist-kapitalist sistemin küresel çapta büyüme, derinleşme eğilimi gösteren krizin boyutunun büyüklüğünün ülkemize yansımasını en yalın haliyle yasallık kazandırılan KHK’lerdeki yasalarda görmemiz mümkündür. Egemenler çürümüşlüğün, çözümsüzlüğünün nedeni olan sistemin kitlelerce sorgulanmasının önüne geçmek, onların kitlesel tepkilerinin önüne geçmek için baskılara, yasaklara eşlik eden manipülatif demokrasi, özgürlükler yalanının en rahat söylendiği aracı; seçimleri devreye sokmuştur.
Seçimler bu çabayı şimdilik perdelemiş atılacak adımlara meşruluk gömleğini giydirmiştir.
Bunun yanı sıra egemenler geniş halk yığınlarının desteği olmadan, onun bir kesimine dayanmadan bugün OHAL’le hayat bulan faşist saldırılarını uygulayabilme şansı olmadığını bilmektedirler. Egemenler ihtiyaç duyduğu bu “desteği” seçimler aracılığıyla sağlamışlardır. Burada da reformist anlayışlar siyasal körlük örneği göstererek kitlelere seçimlere katılım çağrısı yapmış, iktidarın meşruiyet arayışına dolaylı olarak hizmet etmişlerdir.
Emperyalizmin yarı-sömürgesi olan, faşizmin sürekli ve kurumsal olduğu ülkemizde egemen sınıfların baskı aracı devletin, onun kurumsal gerçeğinin bugün Başkanlık sistemiyle formüle edilmesi onun amaç ve hedefleri açısından, sömürenler ve sömürülenler açısından niteliksel olarak neyi değiştirmiştir? Dün Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın, bugün ise Başkan olanın elinde toplanan “yetkilerle” bir diktatörlük tanımı ülke gerçeğinin, egemen burjuvazinin ve onun faşist devlet aygıtının niteliğinin ne dün ne de bugün anlaşılmadığını gösterir. Birey ve Başkanlık özgülünde çizilen bu çalakalem faşizm tablosu, faşizm gerçeğini gizleyen, kitlelerin bilincini bulandıran bir örtü niteliğindedir. Oysa ülkemizde daha önceki kurumsal işleyişler de faşizmin bir parçasıydı ve parlamento bu faşizmi maskelemekle yükümlüydü. İktidar sahipleri için aslolan devlet aygıtının daha hızlı ve etkili kullanılması, hakim sınıfların istem ve ihtiyaçlarının daha rahat ve hızla yerine getirilmesidir.
Tüm yarı-sömürge ülkeler gibi T.C. devleti de dünyada yaşanan siyasal, ekonomik, toplumsal değişimlerden bağışık değildir. Birden fazla emperyalist ülkeye ekonomik bağımlılığı nedeniyle emperyalist-kapitalist sistemin derinleşen yapısal kriz(ler)inden de etkilenmemesi mümkün değildir. Bugün Türkiye’nin yaşadığı kriz, parçası olduğu sistemin kriziyle bağlantılı ve iç içedir. Ekonomik, yönetsel, siyasal krizin aşılması için tercih edilen tüm yol-yöntemler ve sözde önlemler de emperyalizmin onayına uygundur.
Ne sıkıyönetim ilanları ne de yasalaştırılarak kalıcılaştırılan OHAL ile krizin kısa süre de aşılması mümkün gözükmemektedir. Çünkü emperyalist kapitalist sistemde, krizlerin faturası, bağımlılık ilişkileri nedeniyle ekonomileri zaten kırılgan olan yarı-sömürgelere çıkarılmaktadır. Doğallığında kriz bu gibi ülkelerde çok daha uzun ve kalıcı tahribatlara neden olmaktadır.
Geçen iki yılda OHAL’in görünür gerekçesi darbe girişimi olsa da o günden bugüne OHAL’in kalıcılaştırılmasının genel nedeni dünyada ve ülkemizde yaşanan ancak dillendirilmeyen ekonomik-siyasi krizdir. Kuşkusuz klik çıkarlarıyla örtüşen içe dönük muhalif odakları susturmak, bastırmak, kadrolaşmak gibi istemler de göz ardı edilmemelidir. OHAL’in en önemli nedeni ise çok yönlü krizin muhtemel sonuçlarına hazırlıklı olmak ve buna bağlı olarak devrimci, demokratik, yurtsever hareket ve örgütlenmeleri baskı altında tutmaktır. OHAL’i sözde “resmen” kaldırıp bakanlara,valilere, kaymakamlara OHAL ilan etme gibi olağanüstü yetkiler verilmesinin amacı muhtemel sonuçlara dair devleti ve kurumlarını hazırlamaktır.
Darbe girişimi, egemenlerin sözcülerinin söylemiyle bulunmaz “lütuf” olmuş, hazırlıklara bu “lütuf” gerekçelendirilerek başlanmıştır. Aksi halde işçilerin %65 inin asgari ücretle çalıştığı, 20 milyon emekçinin açlık sınırının altında yaşadığı ülkemizde 154 bin işçiyi ilgilendiren grevler gerekçesiz yasaklanamaz, 130 bin kamu görevlisi ihraç edilemez, 120 bini açığa alınamaz, 166 gazete-dergi-tv-radyoya el konulamaz, kayyumlar atanamaz, şirketlerin mal varlığına, sermayelerine el konulamazdı.
Gerekçelerinin hiçbirinin içte ve dışarıda inandırıcılığının zemini olmazdı.
Egemen sınıf sözcülerinin “çok ciddi bir çözüm kaynağı” diye adlandırdıkları OHAL tedbirleri ekonomide olumsuz gidişatı durdurmaya, düzeltmeye yetmemiştir. Toplam dış borç 16 yıl önce 171 milyar lirayken 12 kat yükselerek bugün 2 trilyon lirayı bulmuştur. Sadece özel sektörün dış borcu 240 milyar dolardır. Cari açık 29.4 milyar dolardan 55.4 milyar dolara tırmanmış, enflasyon (TÜFE) 7.74’ten yüzde 11.06’lara çıkmıştır. “Milli gelir” bir yılda 11.6 milyar dolar azalarak 851.1 milyar dolara gerilemiş, kapanan şirket sayısı 2011’den bu yana en büyük yükselişi kaydederek 2016’ya göre yüzde 33 artmıştır. Ülkeye giren “sıcak” para geçen yıla göre yüzde 97.7 oranında azalarak düşmüş, 2002’de iç borçların toplamı 214 milyar lira iken 2018’in ilk üç ayı itibariyle bu rakam 13 kat artarak 2.8 trilyon liraya çıkmıştır. Emekçilerin bireysel borcu ise 70 kat artarak 7 milyar liradan 525 milyar liraya fırlamıştır. Tüm bu istatistiki bilgilere eğitim, sağlık, üretim vb. alanlardaki güncel istatistiki bilgileri de eklersek OHAL’in “çok ciddi bir ek çözüm kaynağı” olmasına rağmen yine de mevcut kriz gerçeğine istenilen ölçüde çözüm olamadığı görülmektedir.
Bunlara bir de T. Kürdistanı, Suriye Kürdistanı, Irak Kürdistanı ve genel olarak bölgede yaşanan siyasi-askeri çatışmaları, buradan oluşan basıncı eklediğimizde egemen sınıfların süreklileşen OHAL’e ihtiyaçlarını daha iyi anlarız. Egemen sınıflar önümüzdeki süreçte dünya ve bölgedeki gelişmelerin etkisini daha yoğun bir biçimde yaşarken daha yoğun bir biçimde sınıfsal ve ulusal temelli hak taleplerinin ve mücadelelerin de hedefi olacaktır. Böyle bir sürecin “olağan” hallerle yönetilemeyeceği açıktır.
Nazi Almanyası’nın “Gece ve Sis Kararnamesi”nin* günümüz versiyonlarını andırırcasına çıkarılan yasalar ve yoğunlaşan saldırıların tek başına faşizme karşı mücadeleyi engelleyebilmesi mümkün değildir. Devrimci ve komünistler ciddi hatalar yapmadıkları sürece faşizmin başarılı olma şansı yoktur. Ülkemizde ne yazık ki AKP ile sınırlı olmayan faşizm karşısında hem devrimciler hem de yurtsever hareket uzun süre ciddi yanılgılar sergilemiş, bugüne taşınan faşist yönetime karşı ciddi avantajları kaçırmışlardır. Fakat güçlü görünen faşizm ve onun iktidardaki temsilcileri aslında güçsüzdür ve süreklileşen OHAL ve Başkanlık sistemi tam da bu güçsüzlüğe çare olarak ortaya çıkmıştır. İktidarın gücü asıl olarak muhaliflerinin güçsüzlüğünde; ideolojik bulanıklık ve örgütsüzlüğünde gizlidir.
Kuruluşundan hemen sonra 1925’te başlayan ve o günden bugüne toplam 16 yılı bulan sıkıyönetimler ve OHAL’ler faşist yönetimin dönem dönem daha da derinleşen çelişkilerinin ürünüdür. Böylesi dönemlerde yoğunlaşan saldırılar işçi sınıfının, halkın, devrimci ve komünistlerin, yurtsever hareketin mücadeleleriyle püskürtülmüştür. Bugün Başkanlık sistemi ve süreklileşen OHAL yetkileriyle “geçici” olan “kalıcılaştırılsa” da son sözü her zaman olduğu gibi direnenler söyleyecektir.
*Hitler’in 7 Aralık 1941’de siyasi eylemcilere ve II. Dünya Savaşı’ndaki direnişe “yardım edenlere” hapsedilme ya da öldürülmelerini hedefleyen bir talimattı.