Hûn bûn behna bîhare
Hûn bûn agire serhîldane
Hûn bûn strane tolhîldane!
Mayıs ayı! İsyanın, direnişin ve gidişlerin adı. Toprağa tohumların atıldığı, ormanların yeşil örtüsünü giydiği, en koyu, en açık tonlarının buluştuğu ay. Zozanların sarıçiçeklerle bezendiği, kartalların doruklara konduğu, derelerin gürül gürül aktığı ay.
Düşmanı can evinden vuran, zulüm demirinin parçalandığı ve kavga ateşinin harlandığı şanlı Gulan ayı. İbrahimler’in, Denizler’in, Mahirler’in, Sinanlar’ın; zindanlarda, meydanlarda, dağ başlarında seslerinin yankılandığı ay. Ve siz komünist önderin ardılları. Halkımın dağ kokulu yoldaşları. Baharın ilk tohumları…
Neydi baharı güzelleştiren, neydi baharda doğan güneşi kızıllaştıran? Ne tek başına yeşile bürünen ormanlardı, ne coşkun akan nehirler ne de renk renk açan kır çiçekleri. Kış, vedalaşırken tabiatla yeni renkler yeni sesler armağan ediyordu her mevsim olduğu gibi yeryüzüne. Armağan olmayan tek şey mücadeleydi. Umut yine dümendeydi kavga yine öyle. Her bahar olduğu gibi yine yeşilimtırak renkler, cıvıl cıvıl kuş sesleri, doludizgin esen rüzgârlar, envai renk çiçekler merhaba diyordu dağlara. Bu alışık olunan bir durumdu. Beklenen bilinendi ama yine de heyecanla beklemek âdet olmuştu.
Doğanın süreci böyle işlerken ülkedeki durum daha farklı ve zorlu bir süreçti ezilenler açısından. TC ve AKP çetesinin halka yönelik saldırıları sonbahardan bu yana durmadan devam ediyordu. Başta T. Kürdistanı’nda yapılan katliamlar, gözaltılar-tutuklamalar baskı ve sindirme politikaları hız kesmeden devam ettirilmiş, sistem bunun karşılığında da halkın destansı direnişleriyle cevabını almıştı. Faşizm tüm olanaklarını kullanarak bahar ayına girmeden istediği sonucu elde etmek istemiş fakat başarılı olamamıştı. Bahar halkımız için her zaman umudu, kurtuluşu müjdeleyen mevsim iken düşman için korku ve başarısızlığın simgesi olagelmiştir. Bu yüzden daha azgınca saldırmış her fırsatta eline aldığı mikrofonla kendi acizliğini korkaklığını gizlemeye çalışmıştı. Ama nafileydi yaptığı, her taraftan çürümüştü oturduğu koltuk. Mesele sadece halkın karşısında aldığı yenilgi de değildi, ekonomik, politik, siyasal vb. olarak yaşadığı kriz efendilerinin çarkına çomak soktuğu gibi TC ve AKP’nin de çarkına çomak sokuyordu. Böyle süreçlerde de faşist devletlerin yaptıkları/yapacakları şey kuşkusuz faşist uygulamalardan baskılardan katliamlardan başka bir şey değildi. Bu sistem kanla besleniyordu ve kaynağı da halktı. Sözde çözüm-barış denilen oyalama kandırma süreci bittikten sonra asıl niyetinin barış olmadığını kendi çıkarları çerçevesinde yol haritası çizdiğini tüm dünyaya göstermiş oldu. Ve bu süreç bir kez daha sistemin masasından halka özgürlük, hak, eşitlik çıkmayacağını tarifliyordu. Özgürlüğün, eşitliğin, adaletin ve emeğin kurtuluşunun ancak zor aygıtlarının kullanılarak tarumar edileceği tüm yakıcılığıyla kanıtlandı.
Devletin kış boyunca sürdürdüğü savaş süreci yerini bahar sürecine bırakırken kırsal alana yönelik operasyonlara da başlanmıştı. Şehirlerde ve gerilla alanlarında aldığı sarsıcı darbelerin intikamını baharda almak istiyordu devlet. Ama unuttukları bir şey vardı ki o da baharın isyan mevsimi olduğu. Bedel ödetilen, bedel ödenilen aydır Gulan. Kurtuluşu için halkın, toprağa düşenlerin ayıdır Gulan. Bu yüzden güzeldir bahar bu yüzden güneşi kızıldır baharın…
6 Mayıs’ta iki dağ kokulu yoldaşımız güneşi kızıllaştırdı. Aydınlattılar o geceyi kutup yıldızımız olup.
ŞAHANLAR ÇOKTAN KANATLANMIŞ…
6 Mayıs, bir köy evinden çıkıyoruz. Ay, bulutların arasında bir görünüp bir kayboluyor. Yol boyunca birbirleriyle inatlaşır gibi devam ediyor bu durum, sarp bir yere tırmanmaya çalışıyoruz. Bu yolculuk yaklaşık gece bire kadar sürüyor. Kalacağımız yere vardığımızda oyunu karanlık yüklü bulutların kazandığını görüyoruz. Başka bir ilçede yoldaşlarımızın yaşanan operasyondan habersiz uyumaya hazırlanıyoruz. Gecenin sabaha yaklaştığı saatlerde yağmurun şiddetiyle uyanıyoruz. Karanlık ve kurşun gibi yağan yağmurun altında yağmurluklarımızı açıp tekrar uyumaya çalışıyoruz. Karanlık yüklü bulutların yoldaşlarımızı alıp götürdüklerinden habersiz… Ertesi gün saat 15:00 haberlerinde düşmanın radyosunda Dersim’de iki gerillanın şehit düştüğünü öğreniyoruz.
Sonrasında iki günlük bir zaman dilimi, hangi örgütün olduğunu öğrenmeye çalışıyoruz. Cihaz saatinde yoldaşların PKK’li arkadaşlarla konuşmalarını dinliyoruz. Başka bir örgüt olduğunu söylüyor hevaller. İnsanı rahatsız eden, çaresiz bırakan anlardan bir tanesidir, şehit düşen gerillaların kimler olduğunu netleştirmek. Bir yanda şehit düşenlerin yoldaşlarımızdan mı olduğu sorusu, diğer yandan iki gerillanın şehit düşmesi… Bu ikilem arasında gidip gelmek…
O gün köye giriyoruz. Birbirimize belli etmesek de gözlerimizden okunuyor bu kaygı. Köye girdikten sonra köylüleri baharda ilk defa görmenin sevinciyle o kaygıyı öteliyoruz. O zaman zarfında yaşam bir yerlerde son bulurken bir yerlerde inatla devam ediyor. Bunu görüyor, duyuyor ve hissediyoruz. Mücadele, boğulmak isteniyor en azgın biçimlerde ama direniyor halkımız ve savaşçılarımız. Bulunduğumuz yerdeki anaya “televizyon var mı?” diye soruyoruz. Aksilik bu ya bozuk olduğunu söylüyor. Sonra başka bir eve giriyoruz. Yaşlı bir ana, amca bir de oğulları var. Bizleri sımsıkı kucaklıyorlar. Yaşlı bedenlerde umut dolu gözlerle karşılamaları bizi duygulandırıyor. Bu arada televizyonun açık olduğunu görüyoruz. Ve istem dışı haberlere gidiyor gözlerimiz. Sonra sorumlu yoldaş Dersim’de alınan kayıplardan bahsediyor ev halkına. Sonra alt yazıda şu haberi okuyoruz. “Tunceli kırsalında iki terörist etkisiz hale getirildi” Bu haberle soğuk bir rüzgar içimize esiyor. Beklemek, netleştirememek, içimizi kemirdikçe kemiriyor. Ama bu durum işimizi, görevimizi etkilememesine izin vermiyor, ev halkıyla sohbet ediyor ve onları tanımaya çalışıyoruz. Sonra vedalaşıp çıkıyoruz oradan. Ertesi gün başka bir köye gitmeyi planlıyoruz. Hava o gün yağmurlu ve soğuk. Yağmur hırsını alamamış gibi hiç durmadan yağıyor. Her yoldaş, yağmurluğunun altında bir an önce köye gidip haber almanın derdiyle zamanın geçmesini bekliyor. Çoktan kanatlanmış şahanların gidişinden habersiz. Yola çıkıyoruz. Hayatın bu birkaç günlük oyununun son perdesinden habersiz mesafeli yürüyoruz ıssız orman patikalarında. Yaklaşık bir saat sonra ışıkların aydınlattığı köy yolunda buluyoruz kendimizi. Yağmur dinmiş, yıldızlar ve ay, tüm berraklığıyla gökyüzünde asılı duruyor. Temiz havayı ciğerlerimize çekerek ilerliyoruz köy yolunda. Badem kokuları, bir müddet eşlik ediyor bizlere. Gireceğimiz eve yaklaştığımızda badem kokularının ve ılık rüzgârın yerini yüzümüze tüm gücüyle çarpan sert rüzgar alıyor. Ve insanın genzini yakan, nefesini kesen otların ağır kokusuyla ilerlemeye çalışıyoruz. O an bahar, ölümü haber veriyor gibi. Yürüyoruz, kapının önüne varınca köpekler havlamaya başlıyor. Kapının önündeki genç hemen karşılamaya geliyor bizi. O arada ev sahibinin evde olmadığını öğreniyoruz. Diğer aile bireyleriyle oturup sohbete başlıyoruz. Son perdenin yaklaştığını hissediyorum. Ama hiçbir belirti göremiyorum. Ne televizyonda ne de ev halkının konuşmalarında. Ben bunları düşünürken, yaşlı ananın sohbetiyle ancak o atmosferden sıyrılabiliyorum. Anlattıklarıyla “zamanı var” der gibi kendi yaşamına dair anlatmaya başlıyor. Kendi acılarına, mutluluklarına götürüyor bizleri. Bazen gençliğimize, kadın olmamıza “acıyarak” konuyu bize getiriyor. Bunları söylerken haklılığımızı da gördüğünü, bildiklerini hissettiriyor. Ve zaman rüzgarının savurduğu hayat, yapraklarını son kez topluyordu. Sorumlu yoldaşın gençle konuşmasıyla başlıyor son perde… Herkes susmuş, bekliyoruz; günlerdir aldığımız haberin son bilgilerini. Gencin sözcükleri hiç kaçırmadan dinleniyor. O birkaç dakikalık an, öyle uzun, öyle çetin geliyor ki bekleyenler için. Şehitlerden birinin Mazgirtli olduğunu söylediği an, kendimi yalnız hissettim. Herkes susmuştu. “Kim?” diye düşünürken yanımdaki yoldaşa “o alanda Mazgirtli yoldaş var mı?” diye sorarken buldum kendimi. Yoldaş, “Sinan yoldaş var” deyince aklıma Rıza yoldaş geldi. Kim olduğunu anladığım halde o soruyu neden sormuştum ki… Bazen zaman durur ya hani, o an bizim için zaman durmuştu.
Vakit gelmişti. Köyden ayrılıp, daha net bilgiler alabileceğimiz bir alana geçtik o gece. Yaklaşık üç saatlik yol yürüdük. Haber netti. Aradan iki gün geçmişti netleşme sürecine kadar. Ve o günler ağır ağır ilerlemişti. Böyle aldık yoldaşlarımızın şehadet haberini.
Mayıs bir kez daha kana bulanmıştı. Yosun kokuları değil kan kokuyordu bahar. O gün yani 6 Mayıs akşamı, yoldaşlarla sohbet ederken Sinan yoldaştan söz etmiştik. O gün doğum günüydü. Ve o gün gökyüzünde yerini almıştı Rıza yoldaşla birlikte.
GÖZLERİ, GECELERİ AYDINLATAN YILDIZLARDIR HALA…
*berxê dayika mîn, dênge çiyayan (anamın kuzusu, dağların sesi)
Sinan yoldaş, genç yaşta mücadeleye atılmış, devrimcileşme sürecini kendinden başlatarak çevresini de bu değişimin içerisine dahil etmiş, sistemin kaide ve kurallarını yıkarak sınıf mücadelesinin emektar bir işçisi olmuştur. Bu süreç içerisinde sürekli yenilenerek yaşama daha farklı bakmaya çözümlemeye başlamış daha coşkulu daha kararlı yürümüş şehrin sokaklarını. Çünkü değişim her an dayatıyor kendini. Mücadelenin kaçınılmazlığını seriyor sere serpe önüne insanın. Kaçmak çözüm değil, ya da kader değip geçmek… Sinan yoldaş tercihini mücadeleden yan yapmıştı. Hayatımızı yönlendiren, sömüren, ötekileştiren, katleden bu faşist devlete tüm netliğiyle karşı koymuş ve sistemin bireyde yaratmaya çalıştığı düşünce, kültür vb. tüm yozlaşmalara, sorgulamadan yaşamayı reddederek devrimcileşmeyi seçmişti. Tarih 2011’i gösterdiğinde yüreğinde tükenmeyen inancıyla, umuduyla, şehit yoldaşlardan kalan mevzilerde yerini almak için dağlara yönelmişti koşar adım. Şehirde başlayan konuşmalarını bundan böyle gerilla olarak köylerde halkımıza yapacaktı.
İlk örgütlendiğim zamanlar sıkça duyduğum bir isimdi Sinan yoldaş. Ve ister istemez merak etmeye başlamıştım. Gerillaya katıldığımda en çok merak ettiğim yoldaşlardan biriydi. Sanki gördüğüm an, tanıyacakmışım gibi hissediyordum. Ama yanılmıştım. Bulunduğum alanın faaliyetçilerinden biriydi o yıl. Gerilla yaşamımın ilk günleriydi ve bulunduğumuz alana sürekli yoldaşlar gelip gidiyordu. Sinan ve Aşkın yoldaşlar da faaliyet yürüttükleri yerden bir gün çıkıp geldiler. Yanımdaki yoldaş, “işte Sinan ve Aşkın yoldaşlar geldiler” deyince karşımda biri zayıf esmer, birinin de kilolu ve yaşı ilerlemiş iki gerilla görünce şaşırdım. Ve hayalimdeki ve gerçekteki yoldaşın hiç de benzer yanlarının olmadığını gördüm.
Sinan yoldaş, mütevazı bir yoldaştı. Onun pratiğinde, konuşmalarında, gördüğüm en belirgin özelliklerinden biriydi. Gerilla deyince insanın aklında hem kişilik anlamında hem de dış görünüş anlamında iki düşünce oluşur. Dış görünüş anlamında pek oturmasa da kişilik anlamında Sinan yoldaş, çalışkan ve fedakar bir gerillaydı. Hem bir komutan olarak hem de yoldaş olarak aldığı görevlerde örnek alınacak bir yoldaştı. Sinan yoldaş da birlikte faaliyet yürütemediğim yoldaşlar arasındadır. Sadece sonbahar ve ilkbahar süreçlerinde kısa süreli ortak faaliyet yürütebildik. Bu ortak faaliyetlerden biriydi 2014 Sonbaharı.
Müzik grubu çalışmalarına yoldaşlarla birlikte o da gelir, dinleyici olarak katılırdı. Ses konusunda çok iyi olmasa da türkü gecelerinde hep bir türkü istenirdi. Söylemek istemese de çoğu zaman ısrarlara dayanamayıp Mahsuni Şerif’in şu güzel türküsünü söylerdi.
“Bizim elin yiğitleri bol olur
Çalar davulları halay kurulur
Ölüm bizim için tozlu yol olur
Dumanlı dumanlı oy bizim eller”
Yüreği, halk sevgisiyle doluydu. Bu yüzden ölüm onun için “tozlu yol”oldu. Ve yiğitlerini yolculayan Dersim’i duman sardı, onların gittikleri gün… Duman, yastır Dersim halkı için. Ama Dersim halkı biliyordu ki, bağrından daha nice yiğitler çıkacak ve o dumanı dağıtacaktı.
Örgütte her yoldaş, belli özellikleriyle tanınır. Birbirinden ayrı alanlarda faaliyet yürütürken her yoldaş, o özellikleriyle hatırlanır. Özlem, bir nebze böyle giderilir gerillada. Sinan yoldaş da “siyahi komiser” ve “espri canavarı” olarak anılırdı. Ten renginden kaynaklı takılan bir isimdi bu. Diğer lakabı ise espri yapamayan ama yapabildiğini iddia eden bir grup yoldaşın arasında bulunduğundan kaynaklı söylenen bir şeydi. Bu özelliklerini tanıdığımda şaşırmıştım. Çünkü aldığı görevlerde, yoldaşlarla ilişkilerinde ölçülüydü, ciddiydi. Öyleydi ama aynı zamanda ortamına göre ciddi de olabiliyordu, şakacı da… Bu özelliğinden kaynaklı birçok yoldaşla rahat ilişki kurabiliyordu. Bakış yoldaş bir gün Sinan yoldaşla gittiği bir görevden döndükten sonra şunları söylüyordu: “Ya, bu Sinan yoldaşla niye daha önce faaliyet yürütmemiştim. Hiç göründüğü gibi değil.” Bakış yoldaş, her yoldaşı kolay kolay beğenmezdi eğer beğenmişse “illa ki olumsuz bir özelliğinden kaynaklıdır” der, gülerdik. Sinan yoldaşın Bakış yoldaşın çocuksu yanlarına hitap etmesi, yani çocukla çocuk olabilmesi, gerektiğinde de çok “ağır” olabilmesiydi. Yani Bakış yoldaşın ilgisini çeken feodal yönleriydi.
(devam edecek)
Dersim’den Bir Partizan