28 Kasım’da cihatçı HTŞ ve SMO görece bir denge içinde olan Suriye’de İdlip’ten Halep’e doğru bir operasyon başlattı. İsrail ve Hizbullah arasındaki ateşkesle başlayan bu hamle, 7 Aralık’ta Şam’da nihayetlendi. 200 bin kişilik Suriye ordusu, arkasındaki Rus ve İran desteğine rağmen maksimum 40-50 bin kişilik düzenli ordu nizamında hareket eden cihatçılara “yenildi.” Aynı anda Ürdün tarafında ABD kontrolündeki SMO, Dürzü güçler ve diğer grupların kalkışması başladı. Yaklaşık 10 günlük bu “savaşın” seyrine baktığımızda sonucun henüz başlamadan belli olduğu izlenimi doğmaktadır. Zira saldırının başlamasından Rusya, İran ve Türkiye’nin bileşeni de olduğu Astana bileşenlerinin 7 Aralık’taki Doha toplantısına kadar Halep, Hama HTŞ ve SMO’ya adeta teslim edilmişti ve güçler Humus’ta beklemeye koyulmuştu. Doha görüşmelerinde ise uzlaşma koduyla devir teslim kararı şekillendi. Beşar Esad Başbakanı’nı barışçıl teslimiyet ile görevlendirerek Moskova’ya gitti. HTŞ de Geçici Hükümet görevi devralana kadar rejimin başbakanına tabi olunacağını ve devlet kurumlarının çalışmasına engel olunmayacağı kararını aldı. Nihayet 9 Aralık’ta resmen Suriye Arap Cumhuriyeti’nin lağvedildiği ve bayrağın değiştirildiği ilan edildi, yeni Geçici Hükümet ise bizzat HTŞ lideri Golani nezaretinde İdlip hükümeti başbakanına devredildi. Böylece Suriye’de değişim savaşsız bir şekilde gerçekleşmiş oldu.
HTŞ önderliğinde gerçekleşen bu hamlenin koordinasyonunda Türkiye’nin bulunduğu belirtilmelidir. Türkiye bu değişimin ihalesini ABD adına almış ve süreci yürütmüştür. Önce Esad’ı ikna etme süreci, sonra 2011’deki isyanın bir numaralı destekçisi, 2016’dan bugüne de İran ve Rusya ile birlikte dengeleri tutan aktör durumundadır. Son dönem, yani 2017 Astana süreci yenilen cihatçı grupların İdlip’te kalması ve silahsızlandırılmasını içeren bir süreçti. 7 yıllık bu süreç Astana Anlaşmalarının gerektirdiği silahsızlanma bir yana, buradaki grupları eğitme ve donatma yanında yaklaşık 4 milyonluk bir nüfusu yönetme yeteneği edindiren bir süreç işletilmiştir. ABD ve İngiliz emperyalizminin bölgesel planlamaları burada bir dizi çelişki, çatışma, ilerleme ve gerilemeye rağmen canlı tutulmuştur. 7 Ekim’de Aksa Tufanı ile birlikte tüm bölgedeki dengeleri etkileyen ve süreci tayin eden Siyonist İsrail saldırganlığı başlamıştır. Gazze’de Filistin davasını mezara gömme, Lübnan’da Hizbullahı dağıtma hedefleri açık hale gelmiştir. İsrail tüm bölgeye yayılacak bir savaşın sacayaklarını kurarken İran’ın kollarını kesmeyi ve “şer ekseni” olarak nitelediği Suriye, Irak, Yemen, Lübnan’ı çökertmeyi hedefe koymuştu. Bir yıl boyunca Filistin’de ve Lübnan’da “direniş ekseninin” önderlerini içeren katliamlarla direnişi berhava etmeye odaklanmıştır. Bu süreçte İsrail ve İran göstermelik kalsa da ilk defa doğrudan birbirlerine saldırılar düzenleyerek sürecin ciddiyetine dair işaretler verdiler. İsrail, ölüm kusan savaş makinasına rağmen Lübnan’da Hizbullah’a diz çökertememiş ve 27 Kasım’da ateşkese başvurmak zorunda kalmıştır. Netanyahu ateşkesi açıklarken Suriye’yi, İdlip’teki hazırlıkların tamamlandığının bilgisine sahip olarak hedef gösteriyordu.
IŞİD’den El-Nusra’ya ve oradan HTŞ’ye dönüşen ve Türkiye dahil tüm Batı emperyalistlerinin ve uşaklarının “terör örgütü” olarak tanımladığı güçle Suriye’nin belirlenmiş sonu 28 Kasım’daki ilk adımla başladı. 10 günlük süreçte bu “terör örgütü” ve lideri Colani tüm “Batı medeniyetine” yeni ve kabul edilebilir imajla sunuldu.
Tüm sürecin ABD-İngiltere başta olmak üzere NATO liderliğiyle Aksa Tufanından sonra başlayan İsrail saldırganlığının bir ürünü olduğu açıktır. Bunun ihalesi önemli ölçüde faşist TC’dedir. Bu sayfalarda Tayyip Erdoğan’ın Filistin davasıyla ilişkilenme ve İsrail karşıtlığının ana eksenini özelde Suriye ve daha bütünlüklü olarak ise İran’ı kuşatmanın oluşturduğunu belirttik. Yeni Demokrasi’nin 172. sayısında şu tespitler yapılmıştı: “Siyonizm ABD ve İngiliz emperyalizminin bölgesel planlaması ve savaş kışkırtıcılığının temel gücü durumundadır. Kuşkusuz o bölgesel planlama ve hesaplarda tek dayanak değildir. Filistin direnişi ve onu yok etme saldırısı tüm bölgeyi kuşatan gelişmeleri tetiklemektedir. İsrail saldırganlığı bilhassa Lübnan, Suriye ve İran’ı içine alacak şekilde dengeleri etkilemektedir. TC, (…) tüm bu gelişmelerde en etkin rolü kapma, bölgesel düzenlemede ana unsurlardan biri olma çabasındadır. TC İsrail saldırganlığının etkilerini en az zararla atlatan, buradan daha güçlü bir rol elde ederek çıkmayı hesaplayan yaklaşıma sahiptir. ” Devamla “İsrail’in üstlendiği cellat rolüne karşı aynı oyunda şimdilik papaz rolü oynamaktadır. Oyun sahası ve güç devşirme alanı 2006-2015 arasında olduğu gibi Suriye’dir. İlk adımını ise ‘barışçıl’ söylemle inşa etmektedir. … Ancak bölgede bir askerî olarak konumlanmış, sicili savaş kışkırtıcılığıyla açık hale gelmiş olması bu rolü sınırlamaktadır. TC bu açıdan Suriye kuşatmasını ya barış ya da savaş seçeneği içinde aktif hale getirme planı yapmaktadır.”
SAVAŞMADAN REJİMİ DEVİRMEK VE NEDENLERİ
Faşist TC uzun bir süreç boyunca Esad ile görüşme talebini dillendirerek Filistin’deki soykırımı da politik bir kaldıraca dönüştürüp “barış güvercini” rolünü oynadı. Buradan bir sonuç elde edilemediği noktada hızla emperyalizmin bölgede “koçbaşı” olma misyonuna döndü. Astana ve Soçi anlaşmalarına rağmen savaş kartını ortaya sürdü.
Burada üzerinde asıl durulması gereken nokta Rusya ve İran’ın Esad’ın devrilmesine neden boyun eğdikleridir. İran’ın ağır darbeler aldığı, Rusya’nın Ukrayna’da fazlasıyla güç yitirdiği ve 2014-2015’deki gibi destek verecek güçte olmadıkları iddiaları ağırlıkta. Yine Suriye’nin Sezar yaptırımlarıyla ekonomik olarak çöktüğü, ordunun savaş yorgunu olduğu, yozlaştığı ve toplumsal desteğini yitirdiği de söylenmektedir. Bunların doğruluk payını teslim etmek gerekir. Ancak sadece HTŞ ve SMO ile yapılacak bir savaşta Suriye, Rusya ve İran’ın tüm bu şartlara rağmen üstün olduğu bir gerçektir. Ki sadece Esad güçlerinin bu düzeyde bir saldırganlıkla uzun süre baş edebildiği deneyimlerle sabit. Üstelik 2011’den farklı olarak bu defa bölge ülkelerinin önemli kısmı Esad’la ortak hareket etme yaklaşımındaydı.
Bu işin içinde bir “al gülüm, ver gülüm” meselesi olduğu da bir başka yorumdur.
Bu sebeplerin hiçbiri Suriye’nin teslim edilmesini açıklamaz. Bu tabloda “Masada ne konuşulduğunun” ortaya konulması gerekmektedir. Faşist TC’nin Suriye ordusundan bir direnç geldiğinde ya da Rusya ve İran’ın müdahalesi durumunda bizzat kendisinin savaşa gireceğine dair bir tutum sergilediği düşünülebilir. TC’nin NATO desteği arkasında olarak bu hamleyi göze aldığı ileri sürülebilir. Bu ne bir “al-ver” ilişkisidir ne de Rusya ve İran’ın Esad’ı yalnız bırakmasıdır. Bu tabloda ABD-İngiliz emperyalizmi ve NATO’nun bir yıl boyunca tüm bölgede bir kamuoyu oluşturması ve savaşa hazır bir iradenin TC’de tecelli etmesi söz konusudur. NATO ile savaşa bu noktada girmeye hazır olmayanların varlığı bu sonucun doğmasını getirmiştir. Savaş tehdidiyle Suriye’de BAAS rejimi düşürülmüştür. Rusya ve İran ise kontrollü bir şekilde geri çekilmeye mahkûm kalmıştır.
Emperyalizme Daha Güçlü Sadakat!
Suriye’de uzlaşmayla devrilen rejim sonrası ise sonsuz bir karmaşadır. ABD ve İngiliz emperyalizminin Orta Doğu planı uşaklarla çelişkiler içeren özelliklere sahiptir. TC henüz kedinin kendini aynada aslan görmesi gibi bir davranış sergilemekte. Bu, faşizmin beka sorunu olarak tanımladığı meselelerde daha dirençli hale gelmesi için bir nedendir. Kürt meselesi bu sorunun ana halkasıdır. Bölgede tüm haritaların değişmeye başladığı, güç dengelerinin sarsıldığı durumda TC her şeyin istediği gibi gitmesini isteyen bir tutumda.
Bu tutumun bir ayağını Bahçeli eliyle gündeme gelen Kürt meselesi oluşturmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi Bahçeli “duru gök yüzünün aslında çok bulutlu” olduğuna işaret etmişti. Atılan adım içerde Kürt sorununu halletmeyi değil bölgesel gelişmelerde bu sorunun baş ağrıtmayan bir düzeye çekilmesini içermektedir. TC bu noktada temkinli ve Kürt kazanımlarını düşmanlığını sürdürmektedir. Doha’da yapılan toplantı sonrası Hakan Fidan Suriye’nin geleceğinde Kürtler de olacak mı sorusuna “PKK terör örgütüdür, uzantısı olan hiçbir örgüt masada olamaz” diye yanıt verdi. “Terör umacası”nı bir dayanak olarak ortaya koyarken rezil bir ikiyüzlülük sergilemekten hiç geri durmadı. Ki bunları söylerken sahada Kürt kazanımlarını biçme operasyonları Til Rıfat ve Minbic’te başlamıştı. 10 günde Şam’a inen TC, 10 gün boyunca kuşatma altında olan Minbic’i düşüremedi. Kürtleri buradan süpürmeye çalışırken şovenist kampanya eşliğinde katliam yaptılar, yapıyorlar. Rojava tehdit altındayken Bahçeli “İmralı ve DEM Parti noktalarının irtibatının sağlanması” çağrısında gösterdiği kararlılığı bütçe görüşmelerinde DEM Parti Eş Başkanı Tuncer Bakırhan’ın konuşması sonrası alkışlayarak bir kez daha gösterdi. Faşizm iki ayrı noktadan Kürtleri kuşatma, teslim alma, köleleştirme ve kendine mahkûm kılma hedefindedir.
Faşist TC oyun kuramasa da tabi olduğu emperyalist oyunlarda rol üstlenen bir devlet. Fakat varoluşsal reflekslerinden dolayı rollerini yerine getiremeyen, oyunu geciktiren güvensiz bir aktör. Her meseleyi “at pazarlığına” çeviren yapısı, emperyalist çelişkilerde azami fayda sağlamaya çalışan başarısız girişimleriyle yol almaya çalışan bir uşak. Suriye hamlesinde elde ettiği olanakları da benzer bir biçimde kullanma potansiyeline sahip. Özellikle Astana ve Soçi anlaşmalarına rağmen Rusya’yı sıkıştıran hamlesi faşizmin emperyalist çelişkilerden faydalanma kabiliyetini daraltmıştır. Rusya büyük bir emperyalist güç olarak TC’nin Suriye’deki rolünü unutmayacaktır.
Suriye dönülmez bir şekilde kaos ve bitmeyen bir savaş sahası, savaş ağalarının cirit attığı, bir dizi cihatçı örgütün bulunduğu bir coğrafya durumundadır. Emperyalist devletlerin temel çalışma alanlarından biridir. Geçiş Hükümeti henüz görevi devralmamışken cihatçı gruplarda memnuniyetsizlik boy göstermektedir. Bunun yanında tasfiye edilmeyen BAAS kadrolarının oynayacağı roller söz konusudur. Bu bize şunun bilgisini vermektedir: Suriye’de çatışma, mücadele ve savaş inşa edilemeyen ve tutunamayan Suriye’nin bir gerçeği olacaktır. Siyasî birliğin koşulu için olanaklar alt seviyede. Siyasî bir perspektif oluşmamıştır. Utanmaz emperyalistlerin ve bölge devletlerinin “Suriye’nin birliği ve toprak bütünlüğü” söylemi sadece bir kandırmacadır. Suriye artık bir pastadır ve bu pastanın paylaşımı kanlı ve sert olacaktır. Geçici hükümetin Müslüman Kardeşler ve selefi karması yapısı şimdiden Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün, BAE gibi ülkeleri tedirgin etmekte ve onları saldırgan konuma itmektedir. Irak, İran ve Rusya içinse düşmanca bir konumlanma söz konusudur.
Siyonist İsrail’in Lübnan’ı Kuşatma ve İran’a Yönelme Olanağı
Suriye’de rejimin düşmesi ile birlikte ortaya çıkan fırsatı ilk olarak Siyonist İsrail değerlendirdi. İsrail “Suriye yeni bir savaş cephesidir” diyerek oluşan boşluktan “büyük” yararlanma girişimini başlattı. Gelişmelerin seyrine hâkimiyetle ve ABD’nin yönlendirmesi ile oyun planını kurduğu görülmektedir. Golan Tepelerini hızla işgal etmekle işe koyulmuştur. “Galip olanların” zafer sarhoşluğu sürerken 8-9 Aralık boyunca İsrail savaş uçakları Suriye’nin tüm askerî havalimanlarını, mühimmat depolarını, limanlarını, silah üretim tesislerini, bilim araştırma merkezlerini bombalamıştır. Şam’dan Tartus’a, Lazkiye’den Dera’ya, Tartus’tan Hama’ya, Humus’tan Qamışlı ve Haseki’ye kadar Suriye’nin tüm konvansiyonel askerî güçlerini yok etmiştir. Bununla yetinmemiş işgal harekâtını, hiçbir dirençle karşılaşmadan Şam sınırına kadar getirmiştir. Adeta Lübnan, Suriye sınırları içinde kuşatılmıştır. İsrail’in bu hamlesi TC’nin emperyalist destekle başlattığı savaş kışkırtıcılığının tırmandırılmasıdır.
ABD ve İngiliz emperyalizminin Suriye’de bir tek uşakla (TC) hareket etmeyeceği açıktır. Bu hem TC’nin kurulan oyunda mızıkçılık ya da beceriksizlik yapmasına tedbirdir hem de kendilerinin mutlak hâkim ve yönlendirici olabilmeleri için çok yönlü bir plandır.
Suriye’de artık tek işgalci ve hami Türkiye değildir. İsrail çok sevdiği ve asla vazgeçmeyeceği savaş kışkırtıcılığı ve işgalcilikte TC ile partner ve ortaktır!
Bu gelişmelerin ışığında yeni Suriye’de merkezî bir devlet inşa edilemeyeceği açıktır. Tüm askerî güç imha olmuştur, savaş ağalığı ve güç mücadeleleri büyüyecek ve parçalanmışlık derinleşecektir. Türk hâkim sınıfları da tam anlamıyla bir batağın içine büyük bir heves ve iştahla girmiştir. Faşist TC uluslararası alanda daha büyük düşmanlıklar edinmiştir ve bunun derinleşeceği öngörülmelidir. Rusya ve İran’ın yanında artık kendini risk altında hisseden tüm devletlerin gözünde sürecin koçbaşı Türkiye’dir. Türkiye’nin güneyinde daha karmaşık yapısıyla ve güç mücadeleleri içinde “Yeni Bir Suriye” vardır. Bu tabloda Filistin ve Lübnan’ı daha yoğun saldırılar beklemektedir. Bölgede halklar arası düşmanlık daha fazla derinleşecek, halklar kan ve gözyaşına mahkûm edilecektir. Haritaların yeniden çizilmesine güçlü bir ivme verilmiş, bölgesel savaş için zemin güçlendirilmiştir.
Suriye’deki gelişme gerek Kürt meselesini gerek göçmen sorununu gerekse de savaş iklimini doğrudan etkileyecek niteliktedir. Ülkenin tüm siyasî ve toplumsal süreci daha yoğun bir karmaşaya sürüklenecektir. Ekonomik krizle boğuşan halk yığınları savaş tehdidi ve etkileri altında daha fazla boğulacak ve kuşatılacaktır. Çelişkilerin derinleştiği ve büyüdüğü ve bunun sınıf mücadelesini daha da keskinleştireceği bir sürece girmiş bulunuyoruz. Kitlelerin örgütsüzlüğü ve dağınıklığı onların egemenlerin siyasetinin yönlendirici etkisine daha açık olmasını getireceği görülüyor ve yaşanıyor. Komünistler tüm çalışmalarını, emperyalist saldırganlık ve savaş kışkırtıcılığını teşhir ederek yoğunlaştırmalıdır. Faşizm savaş kışkırtıcılığında bölgede başrol durumundadır. Tüm toplum da bu oyunun dolgusu haline gelsin diye şovenizm pompalanmaktadır. En başta Kürt düşmanlığından beslenen ve Kürt ulusal kazanımlarına yönelen şoven dalgaya karşı mücadeleyi büyütmeli ve kitleleri devrim için savaşmaya yönlendirmeliyiz.