Suriye’de son iki haftada yaşananlar bu ülkedeki iktidar mücadelesinin özelliklerini sunmakla ilgiye değerdir. Başlangıçta otokratik ve faşist Esad iktidarına karşı Suriye halkının özgürlük ve devrim mücadelesi biçiminde gelişen hareket kısa sürede başta IŞİD olmak üzere dışarıdan müdahalelerle sürece müdahale eden grupların kontrolüne geçmiş ve tüm Suriye zamanla bölgedeki ve uluslararası gerici devletlerin çıkarlarına göre şekillenen bir iç kargaşaya sürüklenmişti. Son dönemki hareketlilik bu kargaşanın, yerini yeni bir “düzene” bırakmak üzere geride kaldığını düşündürtmektedir. Elbette bu kesin bir saptama değildir. Geçici bir hükümetin oluşturulması ve bu görevi yerine getirecek güçlerin kimler olacağı konusunda genel bir uzlaşıya varıldığı anlaşılmaktadır. Bu sürecin başlangıcında Türk tarafının rolü konusunda ciddi ve sürekli bir deformasyon yapılsa da gelişmeler bambaşka gerçekleri ortaya sermiştir. Bütün bu sürecin, gerici bölge devletleriyle beraber esas olarak İngiliz ve ABD emperyalizmi tarafından planlandığı anlaşılmaktadır. Buna Rusya’nın ve İran’ın da onay verdiğini belirtmek gerekiyor. Bu onaylama bölgedeki gerici dengenin korunmasına ve sürdürülmesine dayanır. Elbette özellikle İran için mevzi kaybından söz edilebilir, ne var ki bu bölgedeki dengede İran’ın rolünün ortadan kalktığına işaret etmez. Aksine tüm gericiliğin İran faşizmine ihtiyacı devam etmektedir ve İran bilindik rolüyle henüz sahnededir.
İş Birlikçiler Hizmete Devam Ediyor
Daha önce de belirttiğimiz gibi Orta Doğu’daki hemen tüm devletler özellikle İngiltere ve ABD ile güçlü bir iş birliğine sahiptir. Filistin ulusal direnişinin parçası olan güçlerin esası ve Lübnan’da Hizbullah anti Siyonist bir çizgide olmalarından ötürü kısmen anti emperyalist bir tutuma sahiptirler. Bugüne değin İsrail’in korunması ve sağlam bir Yahudi topluluğu halinde varlığını sürdürmesi için İngiltere ve ABD büyük bir çaba harcadı. En son Abraham Anlaşmaları ile atılan adım bu çabanın pekiştirilmesi anlamına geliyordu. 7 Ekim Aksa Tufanı ile Filistin Direnişi bunu engelledi ve söz konusu amacın önünde büyük bir engel olarak kendini tüm görkemiyle ortaya koydu. Geçen bir yıldan sonra Filistin Direnişi büyük darbeler aldı, devamında Lübnan’da Hizbullah da ağır yaralar aldı. Bu darbeler emperyalizmden görece bağımsız hareket eden ulusalcı güçlerin zayıflaması anlamına geliyor. Bugün emperyalizm bölgede daha etkin bir egemenlik kurmuş durumda, atacağı adımlar önünde onu durduracak düzeyde bir engel kalmadığı söylenebilir. Yeniden Abraham Anlaşmaları için zemin hazırlanmış durumda. Bu da İsrail’in bölgedeki gücünün pekiştirilmesi anlamına gelecek. Orta Doğu’da bilindik gerici denge yeniden oluşturulmakta ve anlaşılan İran’ın rolü bu süreçte başka güçlere doğru yayılacak. Bu da emperyalizm için daha yönetilebilir bir bölge anlamına gelir. Bu sonuç emperyalizmin öteden beri uyguladığı anlayışın tekrarlanmasıdır. Yönetmekte zorlandığı her durumda kargaşa yaratıp yeni ama bir kez daha kargaşaya düşmek üzere gene iş birlikçi karakterde bir yapı inşa etmek. Onun barışa ve halklar arası uzlaşmaya dayalı bir sistem kurması olanaksızdır. Sömürüye ve talana duyduğu ihtiyaç her alanda; ama özellikle de yarı sömürgelerde yönetmek için zorbalığa başvurmak zorunda kalır. Suriye’de Esad yönetimindeki rejimin devrilmesi zorbalığa dayanan bir sistemin yıkılmasıdır. Bununla birlikte Esad rejiminin yıkılmasını getiren sürecin yönetimi açıkça görülmektedir ki ABD ve İngiltere’den bağımsız bir hareketin sonucu olmamıştır. Bunların kontrolünde kurulacak yeni rejimin demokratik olamayacağı bugünden açıktır. Çünkü demokratik bir rejimin birincil özelliği emperyalizmden bağımsız, halkın inisiyatifine dayanmasıdır. Söz konusu faşist rejimi deviren güçlerin böyle bir özellikte olmadıkları bugünden bellidir. Suriye’de yaşananlar günümüzde ulusal sorunların hem önemine işaret etmektedir hem de kapsamlı bir manipülasyon aracı olabileceğine. Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ulusal bir kimlikten çok dinî bir kimlikle hareket etmektedir. Son operasyonla birlikte bu örgütün çizgisinin çoğulcu bir kimliğe evrildiğini görülüyor. Bu, HTŞ’nin dışa bağlı karakterini somutlaştıran bir durumdur. Suriye’de devlet, emperyalizmin desteği olmadığında ayakta kalma yeteneği gösterememiştir. Neredeyse tüm yarı sömürgelerdeki devletlerin gerçekliği budur. Elbette bu yeteneksizlik her birinde aynı düzeyde değildir ve Suriye’deki sürecin özgünlükleri söz konusudur. Suriye’de devlet güçlerinin çok kısa bir sürede dağılması yukarıda belirttiğimiz gibi emperyalizmin desteğine dayanan bir operasyona maruz kalmasındandır. Devlet yeni rejimin oluşmasında emperyalizmle iş birliğine devam ettiği için de yıkım çok kısa sürede gerçekleşmiştir. Bu sürecin parçası olan hemen tüm unsurlar Esad rejimi olarak tanımlanan devlet yapılanmasının esas olarak korunmasından, yeni sürece göre iyileştirilmesinden de söz etmektedir. Suriye Başbakanı da yeni rejimin inşası için iş birliğine açık olduklarını açıkladı. Bu operasyonların sağlanmış bir anlaşmanın ya da mutabakatın ürünü olarak gerçekleştiği ortadadır. Devlete bağlı askerî güçler neredeyse tek kurşun atmadan mevzileri terk ettiler. Bu da yeni rejimin oluşturulması sürecinde eskilerin rol almaya devam edeceğini, artık “eski” denecek yapının temel ilişkilerinin korunacağına dair bir veri olarak görülmelidir.
“Eski” devletin temel ilişkilerinin üzerine inşa edileceği belli olan yeni rejimin adına muhalif denen çok sayıda farklı grubun 2011’den beri devam eden “iktidar mücadelelerinin” bir ürünü olarak değerlendirilmelidir. Bu gruplar bugüne değin sadece merkezî hükümete karşı değil birbirlerine karşı da mücadele ettiler. 27 Kasım’dan itibaren devam eden operasyonda ise belirgin olarak HTŞ’nin denetimi söz konusu, SMO da onun kontrolünde süren operasyonda rol aldı. Dışarıdan ve yüzeysel bakıldığında ciddi bir kafa karışıklığı yaratması doğal bir keşmekeşlikten söz edilebilir. Bununla birlikte bu operasyonun bazı gerici bölge devletlerinin ve emperyalizmin planı doğrultusunda gerçekleştiği temel alındığında durumu anlamak gayet mümkün olacaktır.
Saldırganlığı Önleme Operasyonu
27 Kasım’da HTŞ’nin başını çektiği muhalifler grubu Suriye ordusunun İdlib’in doğusundaki tahkimatlarına saldırı başlattığında sürecin bu denli hızlı seyredeceği beklenmiyordu. Askerî Operasyonlar Komutanlığı (AOK) adı verilen bir komuta merkezi kuruldu ve ABD’nin bilindik “önleyici saldırı doktrini”nden ilham aldığı açık biçimde operasyonun adı “Saldırganlığı Önleme Operasyonu” oldu.
HTŞ’nin liderliğini yapan Colani IŞİD tarafından Şam cephesini oluşturmak üzere Suriye’de görevlendirilen bir Suriyeli. Suriye’de BAAS Partisinde Merkez Komitesi üyeliği yapmış, uzun süre dışişleri bakanlığında kalmış (1984-2006) ve en son başkan yardımcılığı görevini yürütmüş (2006-2014) Faruk el Şara’nın yeğeni olan Colani, ailesinin “Arap milliyetçiliğine” dayanan siyasî kimliğinden ayrı olarak siyasî İslamiyet’i seçmiş, gerçek adı Ahmed Hüseyin olan bir Şara. Colani adı ise Golan bölgesinden gelmekte. Aile Suriye’nin, Golan Tepeleri’ne yakın Dera bölgesinden, Golan Tepelerindeki evlerini ise 1967 yılında terk etmek zorunda bırakılmış. HTŞ liderinin siyasete ve devlet teşkilatına yabancı olmadığını gösteren bu kimliği İngiltere ve ABD’nin bu yeniden yapılandırma sürecine hazırlıklı olduğunun bir başka verisi olarak değerlendirilmelidir. Colani uzlaşmacı, aklıselim, uygar ve özellikle vurgulanan çoğulcu üslubuyla da önüne konan görevi yerine getirecek bir lider imajı vermiş durumda. Son dönemde HTŞ liderinin bu imajı taşıdığını gösteren röportajlara, açıklamalara ve tanıtımlara sıklıkla tanık olduk. Başına 10 milyon dolar ödül konmuş eski El Kaide üyesinin şimdi “yeni Suriye”nin lideri olarak gösterilmesi emperyalizmin ve tüm gericiliğin temel karakterini ele vermektedir. Ebu Muhammed Colani liderliğindeki HTŞ’nin stratejisi başından itibaren Esad rejimini yıkmaktı. Bu bakımdan ABD, İngiltere ve İsrail ile uyumlu bir hedefe sahipti. SMO için ise durum aynı berraklıkta değildi. HTŞ’den farklı olarak SMO’yu oluşturan gruplar sınırlı hedeflere sahip oldular. HTŞ bugün daha bütünlüklü, disiplinli bir ordu olarak hareket etmekte, kontrolünü ele geçirdiği yerlerde bir düzen kurmakta, IŞİD dönemindeki “vahşetin” önünü almakta. Kuşkusuz bu “değişimin” de yeni Suriye’de emperyalizmden alınan icazetle ilgisi vardır. HTŞ’nin bünyesinde Talha, Ali ve Zubeyr adında tugaylar ve Ceyş Muhacirun ve Ensar El İslam, Ensar El Tevhid ve Türkistan İslam Partisi gibi HTŞ’ye bağlı hareket eden gruplar bulunmaktadır. Bunların dışında yabancı unsurlardan kurulan küçük birimler halinde Xhemati Alban, Muhojir Tactical ve Yurtugh Tactical gibi gruplar da HTŞ’ye bağlı hareket ettiler. SMO ve diğerleri içinde Şam Cephesi, Müşterek Kuvvetler, 50. Tümen, Ahrar Şarkiye, Ahrar Şam’ın Doğu Kanadı ve Şukur Eş Şam Feylak eş Şam, Ceyş el-Nasr, Ceyş el-Ahrar ve Ceyş el-İzzeh gibi adları Türkiye’de sıklıkla duyulan gruplar var.
Bu kadar çeşitli grubun yer aldığı HTŞ’nin, özellikle de SMO’nun bundan sonraki süreçte, üstelik devlet yönetmekte uyumlu ve muktedir bir seyir izlemesi ne kadar mümkün olabilecek? Bu çok tartışmalı bir soru gibi görünse de yanıt verilmesi o kadar zor bir soru değil. Bu grupların bileşeni de ele alındığında, ayrıca mevcut şartlarda olanakların sınırlılığı da düşünüldüğünde Suriye’yi yine karmaşa ve keşmekeş beklemektedir. Esad’ın başaramadığı yönetimi Colani’nin başarması için geçerli bir sebep yok. Aksine “yabancı güçlerin” yoğunluğu ve artan otoriteleri nedeniyle Colani’nin liderliğinde devlet daha çok sorunla ve dolayısıyla başarısızlıkla anılacaktır. Bu konuda bir noktaya daha dikkat çekmek gerekiyor. Esad’ın ülkeyi terk etmesi Suriye devletinin ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Hatta Esad “savaşılmayacak” talimatıyla devlet güçlerinin korunması yönünde bir taktik uygulayarak devlet yapısının devamlılığı sağlamış ve yeni yönetimde devletin “eski” güçlerinin kullanılmasına da fırsat sağlamıştır. Bu da derin çelişkiler için başka bir güçlü zemindir. Önümüzdeki dönemde Suriye’nin birliği için sağlıklı koşulların olmadığı açık. Dolayısıyla yönetmenin daha da zor olduğu bir Suriye gerçekliği söz konusu. Denebilir ki “özerk” ya da “federatif” idarelerle bu sorun kısmen aşılabilirdir. Örneğin Esad Kürt ulusunun ve kimi Sünni aşiretlerin özerklik istemine ısrarla karşı koymuş, bu yöndeki gelişmeyi devletin birliği bakımından sakıncalı görüp “taviz” vermekten imtina etmiş olduğu halde aynı tutumu Colani liderliğindeki yeni yönetim sergilemeyecektir. Özerk ve hatta federatif idarelere olanak vererek “yönetilebilir” bir Suriye yaratabilecektir. Bu bir ölçüde mantıklı bir yorumdur. Buna rağmen özerklik ya da federatif bir birlik için gelişmiş bir devlet ve ulusal haklar anlayışının olması gerektiğini unutmayalım. Bölgedeki genel gericilik bu ikisinden de esas olarak mahrumdur. Colani’nin ve HTŞ’nin de geçmişi bu bakımdan pek de sağlıklı olmadıklarının bin bir verisini sunmaktadır.
Yeni Suriye Eskisinden de Beter
Suriye’de Esad rejiminin sona ermesini sağlayan esas gücün HTŞ ve müttefikleri olduğu ortadadır. PYD başından beri amacının özerklik olduğunu, merkezî devlet sistemiyle özerklik bağı kurmak amacında olduğunu savunduğu için bugüne değin “rejimi devirmek” yönünde hareket etmedi. Bugün de aynı doğrultuda hareket etmektedir. Dün Esad rejimi ile “özerklik” zemininde anlaşma yolunda ilerlemeye gayret ettiler. Bugün de aynı gayreti “yeni” yönetimle sürdürecekleri anlaşılıyor. TC destekli oldukları açık olan “Suriye Millî Ordusu” (SMO) ise hem Esad rejiminin yıkılmasında HTŞ’nin bir müttefiki olarak hareket etti hem de TC’nin de çıkarlarıyla bağlaşık olmak üzere PYD’nin kontrolündeki kimi bölgelerde saldırgan bir tutum içinde oldu. Esad rejimi yıkıldıktan itibaren SMO’nun HTŞ’den farklı olan bu tutumu “yeni rejimin” niteliği hakkındaki tartışmaların bir parçası olacak gibidir. Elbette bunda SMO’nun ne derecede bütünlüklü davranabileceği, TC’nin ABD, İngiltere ve İsrail’i ikna etme kapasitesi belirleyici olacaktır. Halihazırda özellikle Kuzey ve Doğu Suriye’deki PYD otoritesinin emperyalist odaklar ve İsrail tarafından korunmakta olduğu görülüyor. Özellikle ABD’nin bu konuda geri adım atması beklenemez. Bütün kesimler üzerinde söz ve otorite sahibi olarak “özerk yönetime” tanıdığı inisiyatifi diğerlerine de kabul ettirmek yönünde davranacağını söyleyebiliriz. Ayrıca bu alanda PYD’nin çok daha hazırlıklı bir güce sahip olduğu da bir sır değil. ABD’nin askerî açıdan sağladığı olanaklar hem ABD’nin “vazgeçilmez” bir güçle ilişki kurduğunun bilincinde olduğunu gösterir hem de PYD’nin bölgede etkin bir rol oynamaya muktedir olduğunu. Tüm bu koşullar ve gelişmeler bize nasıl bir sorumluluk taşıdığımızı ve nasıl bir politik tutum almamız gerektiğini gösterir? Yanıtlanması gereken soruların belirleyici olanı bu olsa gerek. Bir tarafta yıkılması zorunlu ve kesinlikle olumlu olan bir faşist yönetim diğer tarafta onun yerine ikame edilmekte olan aşırı gerici ve iş birlikçi bir yeni yönetim varken devrimci tutum ne olmalıdır. Açıktır ki biz en son Beşar Esad’da somutlaşan faşist BAAS yönetimini savunmak pozisyonunda olamayız. Bu yönetim eğer emperyalist müdahalelere karşı açık ve net bir tutum içinde olsaydı kısmen olumlanabilirdi. Ne var ki geçen 13 yıl boyunca ne bu müdahalelere karşı açık bir tavır geliştirebildi ne de halkın tam da böyle bir tavra açık tavrını öne çıkarak bir politik hat izleyebildi. O emperyalist müdahalelere karşı gene emperyalistlerle ve gerici devletlerle iş birliği yaparak kendisi için tavizler koparma peşine düştü. PYD’nin Kürt ulusal çıkarlarını da teminat altına almaya dönük anlaşma çabalarını da tam da bu sebeple ve tabii ki yönetimi paylaşmamak adına reddetti. Suriye’nin Arap halkıyla da birleşmek yönünde bir çaba harcamadı. Daha çok Rusya ile; ama aynı zamanda bölgenin gerici devletleriyle iş birliği sağlamak üzere yoğun bir gayret içinde oldu. Rusya ve İran’ın sağladığı “direnme olanaklarını” kendi çıkarlarını korumak ve sağlamlaştırmak üzere kullanmayı tercih etti. Bu özellik tüm gericilerin, özellikle de faşist yönetimlerin kibirden doğan kaçınılmaz özelliğidir. Efendilerinin kendilerine muhtaç olduğu yanılgısından doğan bu gerici ve yoz anlayış dün Saddam, Kaddafi kişiliklerinde bugün Esad kişiliğinde görülmüştür. Önümüzdeki yıllar daha onlarcasına rastlayacağımızı göstermektedir. Bu türden yönetimlerin ve kişiliklerin halklar ve devrim lehine taşıyabilecekleri hiçbir özellik olmadığını en zor koşullarda dahi sergiledikleri tutumlardan görmüş olduk. BAAS rejimi için olumlu addedilebilecek bir özellik olarak İsrail’e karşı tutumu konu edilebilir. Anti Siyonist bir çizgide olduğu düşüncesini veren bu tutumun kaynağının bölgedeki dengenin korunması olduğunu vurgulamamız gerekir. Benzeri bir vurguyu yakın zamanda İran için de yapmıştık. İran gibi Suriye de bölgedeki dengenin bir tarafı olarak bu tutuma sahiptir. Bu bakımdan halkın çıkarlarından ileri gelen ve halkların kardeşliğini içeren bir tutumdan çok uzak, aksine emperyalizmle iş birliğine dayanan bir İsrail karşıtlığı söz konusu olmuştur. En son İsrail’in de doğrudan dahil olduğu operasyona karşı aynı devletin nasıl teslimiyetçi yaklaştığını, arkasında emperyalist ve gerici devlet destekleri olmadığında meydanı boşalttıklarını apaçık gördük. Dolayısıyla bu içerikteki bir tartışmada bölgedeki gerici dengeyi ve bu dengenin taraflarını esasta aynı değerlendirmek gerekir. Birini diğerine yeğ tutmak çok özel şartlar haricinde yanlış olacaktır.
Halkların Özgüveni Büyümeli
Bu sürece daha genel olarak bir açıdan da bakmak gerekir. Bilindiği gibi sürecin başlangıcı Aksa Tufanıdır. Aksa Tufanı ile Filistin direniş güçleri ve görece ulusal bir dava yürüten Hizbullah anti emperyalist ve anti Siyonist bir siyasî çizgi sergilediler. Emperyalizmin ve Siyonizm’in, bölge halklarına dayatmak üzere yukarıda sözünü ettiğimiz gerici dengenin pekişmesini sağlayacak Abraham Anlaşmalarını gündeme aldığı bir dönemde bu siyasî çizgi planları bozdu. Direniş belirgin biçimde öne çıktı ve gericiliğe dehşet saçtı. O günden bugüne tüm gericilik bu direnişi bastırmak ve yaydığı isyan coşkusunu sindirmeyi amaçlamıştır. Belki pratikte o kadar değil; ama propaganda yoluyla bu yönde ilerleme sağladıkları açıktır. İsrail Lübnan’da esas olarak başarısız da olsa Suriye’deki rolü nedeniyle güçlü bir imaj çizmiş durumda.
Suriye’deki yeni süreci Filistin’e yönelik “insansızlaştırma ve direnişi yok etme” saldırılarından ayrı düşünmeden ele almalı ve değerlendirmeliyiz. Süreç ulusal iradelerin parçalanması ve geriletilmesi, emperyalist hegemonyanın pekiştirilmesi biçiminde işletilmektedir. Bu politikaya karşı bağımsızlık mücadelelerine ışık tutmak ve yönelmek temel yaklaşımımız olmalıdır. Bu mücadeleyi gördüğümüz yerde desteklemeli ve yine bu türden mücadelelerin gelişmesi için gayret etmeliyiz. Kendi ulusal çıkarlarına uygun politikalar izleyen hareketler için de esas olarak olumlu bir tutum içinde olmalı, bu hareketlerle, nihayetinde bağımsız olamayacaklarını bilerek ilişkilenmek gerektiğini de unutmamalıyız. Halkların özgüvenini yıkan propagandalara ve gelişmelere karşı halkın gücünü vurgulayan ve çıkarlarını açıklayan çalışmalara ve politikalara yönelmek özel bir önem kazanmış durumdadır. Aksa Tufanı bu bakımdan dikkate değer bir gelişmedir. O günden bugüne aynı içerikte birçok gelişme yaşanmıştır. Israrla bunlara yönelmeli ve kendimizi bunlarla eğitmeliyiz. Gerçek korkuların kaynağı halka güvenmemektir. Emperyalizmin gücünün kaynağı da bu güvensizliktir. Suriye bu gerçeğin bir tür aynasıdır.