Devlet Bahçeli ekim ayı başında Kürt ulusal sorunu bağlamlı söylemleri dile getirdiğinde faşist diktatörlük PKK’yi ülke içinde artık tasfiye ettiğini, gündemin dışına attığını iddia ediyordu. Bu açıdan Bahçeli’nin söylemleri “güvenlik, terörle mücadele” bağlamında “duru gök yüzünün” aslında “çok bulutlu” olduğunun dile getirilmesi olarak değerlendirilebilir.
Devlet Bahçeli ile birlikte Kürt sorunu ve PKK’nin tasfiyesi meselesi gündemin başat öğesi olarak yerini aldı. Bu sonucun özellikle bölgesel ölçekli gelişmelerden ileri geldiğini bir önceki sayıda değerlendirmiştik. Sürecin temel özelliğinin ise “yeni bir tasfiye” kampanyası olduğuna işaret etmiştik. Zira Kürt Ulusal Hareketi ve mücadelesi ülke sınırlarında taktik açıdan en zayıf dönemlerinden birini yaşıyor olsa da Suriye Kürdistanı’ndaki (Rojava) kazanımları, Irak Kürdistan’ında, tüm NATO desteği ve yoğunlaşmasına rağmen imhaya dönük savaşta Medya Alanlarının gösterdiği direnç ile en gürbüz dönemini yaşamaktadır. Bu açıdan ulusal hareket bölgesel ölçekte tuttuğu alandaki politik iktidar olanaklarıyla, askerî gücüyle ve kabiliyetleriyle ve Kürdistan’ın dört parçasındaki örgütlü varlığı ile etkin bir aktör konumdadır.
Devlet Bahçeli ile dile gelen Türk egemenlerinin yönelimi ve niyeti bu durumun kabulü olarak görülmelidir. Kabul gören bu gerçeklik aynı zamanda ortadan kaldırılması gereken bir tehdit olarak değerlendirilmektedir. Bahçeli’nin “ezilene barış bahşeden kişi” olarak 22 Ekim’de açık bir egemen kibriyle uzattığı elin Kürtler tarafından son bir şans olarak yorumlanması istendi ve “bahşedilen bu elin değerlendirilmesi” için sunulan şart başka gelişmelerin yaşanmasıyla genişledi ve bir ölçüde anlaşıldı. Bu şart iktidarın tasfiye hamlelerinin, üstelik iktidar tarafından belirlenmiş sınırlarla desteklenmesiydi. Bu şart tüm topluma da dayatılmakta.
31 Ekim’de CHP ve DEM Parti’nin “Kent Uzlaşısı” ile seçilen CHP’li Esenyurt Belediye başkanı Ahmet Özer tutuklandı ve yerine kayyım atandı. Yine 4 Kasım’da DEM Parti’nin kazandığı Mardin Büyükşehir Belediyesi, Batman Belediyesi ve Halfeti Belediyesi İçişleri Bakanlığı talimatıyla kayyımla yeniden gasbedildi. Aynı tarihlerde İmralı’da Abdullah Öcalan’a görüş yasağı konuldu. 5 Kasım’da Devlet Bahçeli, yaptığı çağrının arkasında olduğunu, Kürt sorunun olmadığını ancak “terör sorununun” kaldırılması görevinin devam ettiğini ifade etti. Mardin Büyükşehir Belediye başkanı Ahmet Türk’e kayyım atanmasını ve böylesi bir şahsiyetin CHP tarafından suistimal edilerek kullanılmasını eleştirdi. Kayyım atanmasına kimsenin anlayamadığı bir üslupta hem hayır hem evet dedi.
Yaşananlar çok yönlü gelişmelere işaret ediyor.
Birincisi, TC’nin Kürt kazanımlarına ve mücadelesine yönelik imha yöneliminin yaşadığı krizdir. Bu krizi boyutlandıran şey ise İsrail’in Filistin ile başlayan ve dengeleri korumak üzere İran’ı zayıflatma ve kuşatmaya dönen saldırıları ile şekillenen emperyalizmin bölgesel planlarıdır. TC bu krizde rol almayı içeren hamleler şekillendirmekte ve esas hesabı ise bölgeden toprak kazanarak çıkmaktır. Zira Kürt Ulusal Mücadelesine karşı yürüttüğü askerî seferberlik istediği sonuçları üretmemiş, gelişmeler çelişkileri politik olarak daha fazla yoğunlaştırmıştır. TC’nin, gücünü bölgeye yöneltecek daha fazla olanağa ihtiyaç duyduğu görülüyor.
İkincisi, kayyım hamlesi devlet için yumuşama sinyallerinin bir zayıflığa işaret etmediği mesajı içermektedir. Devlet bir yandan ulusal hareketin “uzlaşma” ile tasfiyesine yönelirken kayyım ile de eli sopalı gücünü destekleyecek şoven bir kamuoyu oluşturmaktadır. CHP-DEM Parti ittifak adayı Ahmet Özer ve Ahmet Türk ile yapılan tercih ise Kürt meselesinde en barışçıl-uzlaşmacı kesimlere dahi yaşam hakkı vermeyeceği mesajıdır.
Üçüncüsü, kayyım saldırısını CHP hattına doğru çekerek krizli yapının bütüne doğru yayılması tercih edilmiştir. Yerel seçimler sonrası güç değişimlerinde oluşan eğilim egemen klik olmanın avantajları kullanılarak mücadelede sertleşme seçeneğine yöneltilmiştir. Bu durum küçülen pastada bölüşüm mücadelesi ve krizli yapının bir semptomudur.
Dördüncüsü, AKP-MHP bloku içinde inişli çıkışlı süren krizlerin yeni bir çehresi ortaya çıkarken CHP içinde süren mücadelenin de daha açık hale gelmesi sağlanmıştır. Özellikle CHP içinde cumhurbaşkanlığına dair mücadele, Kürt meselesine yaklaşımdaki farklılıklar kayyım atamaları ile keskinleşmiştir.
Beşincisi, Devlet Bahçeli’nin Tayyip Erdoğan’ın ekonomik kriz, “terör” gibi sorunları çözmesi için anayasal değişiklikle birlikte cumhurbaşkanlığı yolunda önünün açılması talebi; yine CHP içinde Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’ın cumhurbaşkanlığı adaylığını ima eden beyanlarının peş peşe gelmesi ve bu temelde yürüyen tartışmalar bir “erken seçim” seçeneğini bir bütün sistemin tartıştığını ortaya koymuştur. Bu gelişmeler bu seçeneği olgunlaştırma ve bunun zeminini yoklama olarak okunmaya açıktır.
Faşist sistemin yaşadığı ekonomik kriz güçlü bir siyasî krize doğru hızla sürüklenmektedir. İttifaklar arasında ve ittifaklar içinde saçaklanmış bir siyasî krizin emareleri güçlü biçimlerde açığa çıkmaktadır. ABD Başkanlık Seçiminde görülen sertliğe onun uşağı olan TC içinde rastlamamak olası değildir. ABD Başkanlık seçimindeki değişimin düzeyi ve boyutu, bu değişimin ABD içinde alacağı gerginlik TC’nin klik mücadelesinde seyri etkileyecek faktör olacağı görülüyor. Bunun hangi seyirde ve eksende olacağı ise Trump’ın dış politikada izleyeceği rota ve bunun emperyalist tekeller arasında yaratacağı gerginlik ve mücadeleye paralel olacaktır.
Ortaya çıkan genel tablo ise faşist diktatörlüğün Kürt meselesine odaklı bir arayış içinde olduğudur. Bu eksende verili dengeleri bozan adımlar peş peşe gelmektedir. Devlet Bahçeli “Abdullah Öcalan ve DEM Parti ekseninde silah mı siyaset mi?” tartışmasına kapı aralarken Tayyip Erdoğan bu söylemlere dair yorumdan daha çok “Kürt kardeşlerimiz muhatabımız, terörle mücadele desturumuz” diyerek içerde ve dışarda saldırganlığın dozunu artırmaktan bahsetmektedir. Bu egemen ittifakın sözcülerinin “papaz” ve “cellat” rolüne dair bir görev dağılımı içinde mi hareket ettikleri yoksa ciddi bir mücadele içine mi girdikleri tartışmalıdır. Ancak Kürt meselesi eksenli yoğunlaşmanın temel paradigması “uzlaşma ve barış” söyleminin de kullanılarak topyekûn tasfiye edilmesi, silahlı direnişe dayalı biçimin ortadan kaldırılmasıdır. Bu çok boyutlu ve kapsamlı bir “tasfiye” planıdır.
Tasfiyeye dayalı siyasetin, tasfiyecilikten mustarip dünya görüşünü besleyen bu siyasî akımı güçlendiren zemini besleyeceği görülüyor. Anayasalcı, uzlaşmacı, sistem içi tartışmalar ve kitleleri kuşatan reformist akıllar ve tutumlar şimdiden bölük bölük dizilmiş durumdadır. Verili anayasanın, yasaların ve kuralların tanınmadığı siyasî iklimde “hak, hukuk mücadelesi” ile iyileştirme çabası temel yaklaşım olarak sürece damgasını vurmaktadır.
Geniş kitlelerin bu duruma dair isteksizliği, beklenti içinde olmaması ve bu eksende değişime dair inançsızlığı ise en başta reformist ve tasfiyeci karakterdeki akımları bunu tersine çevirmeye dair daha azimli kılmaktadır. Ekonomik krizin toplumsal yaşama yansıyan sonuçlarına karşı kitlelerde biriken öfke, siyasî özgürlüklerin ve hakların acımasızca gasbedilmesine karşı büyüyen nefret, iktidarı ve muhalefeti ile kitlelerden kopukluğun boyutunu gösteren çürümeye duyulan derin güvensizlik, kadın ve çocuk katliamlarının en pespaye biçimlerinin toplumsal bir kriz ve tepkiye dönüştüğü şartlarda halkın bağımsız eyleminin adeta kösteklendiği bir tasfiyeci rüzgâr esmeye devam ediyor.
Kürt ulusal sorununun gündemi işgal ettiği noktada şovenizm kampanyaları, sosyal-şovenizmi semirtirken “tam hak eşitliği” haysiyetsiz şekilde boğulmaya çalışılıyor. En temel ulusal haklar tartışması yapılmaksızın Kürt sorunu çözümü tartışılıyor. Türk halkı şovenizm zehrinin her türlü biçimine açık hale getiriliyor. Kürt ulusuna yeni kölelik şartları benimsetilmeye çalışılıyor.
Komünistler sürecin yarattığı politik iklimi ve klik mücadelelerinin oluşturacağı boşluğu kitlelere gerçekleri anlatmak, halkın bağımsız eylemini en güçlü şekilde örgütleme çizgisine çevirmelidir.