MUTLAKLIK FİKRİNİN BÜYÜK AÇMAZI
Son dönem tartışmalarından biri, İran’a yönelmiş saldırılarla birlikte Orta Doğu’da gericiliğin ve ilericiliğin nasıl tanımlanması gerektiğidir. Kuşkusuz ki bu yeni bir tartışma değildir, Marksizm’in, ama daha çok da Leninizm’in yaptığı bu tartışmada Maoizm’in de katkıları söz konusudur. Marks’ın kapitalizmi tahlil ederek geliştirdiği ilericilik tanımında üretim araçlarının gelişmesi ve üretim ilişkilerinin de bu gelişimle uyumu temel bir perspektif oluşturmuştu. Bu temel perspektifin özünü sınıf tahlili ve sınıf tavrı oluşturur. Tarihsel materyalizmin de niteliğini oluşturan bu öz bize sınıflı toplumlarda hiçbir düşüncenin ve davranışın toplumlardaki sınıflardan bağımsız olmadığını, her düşünce ve pratiğin bir sınıfın çıkarlarını, eğilimlerini ve taleplerini içerdiğini de söyler. Dolayısıyla ilericilik ve gericilik kavramlarını tartıştığımızda aslında sınıfları tartışıyoruzdur. Herhangi bir özelliği, durumu, tavrı sınıf tahlilinden uzak değerlendirmek idealizme götürür. Koşullardan, üretim araçlarının gelişmişlik seviyesinden, üretim ilişkilerinin halihazırdaki niteliğinden ayrı gericilik tanımlarındaki temel problem mutlaklık fikrini benimsemesidir. Düşünce dünyası örümcek ağlarıyla örülü olduğu halde yabancının saldırısına olağanın ötesinde bir berraklıkla karşı koyan iradenin gücünü bile “mutlak gericilik” tanımı içinde reddeden anlayış materyalizmden uzaktır, idealisttir. Kendi küçük dünyasından kıyaslanamaz derecede büyük gerçek dünyayı yargılayan kafa bugünkü ve tarihte gerçekleşmiş binlerce kahramanlığı çözümleyemez. O bunlara sadece kendi fikriyle aynı olduğunda değer vermekle de ayrıca oportünizme savrulur…
Günümüz ulusal hareketlerinde de tanık olduğumuz kahramanlıkları kesinlikle bireylerin idealizmiyle, düşünce dünyalarındaki gerici görüşlerle, amaçlarla açıklayamayız. Bu kahramanlıklar en başından beri sınıf çıkarlarının gerçekleştirilmesinden ibarettir. Yurtsever hareketlerin onlarca kisveyle geliştiğini, özellikle Orta Doğu tarihini bilenler, inceleyenler fark etmişlerdir. Sosyalist eğilimden “radikal İslam”a dayanan sonuçta gerici onlarca akımla karşılaşmak işten bile değildir. Bu, Orta Doğu coğrafyasının emperyalizmin sömürgeleri ve yarı sömürgeleriyle dolu olmasından, feodalizmin binlerce kalıntısının farklı seviyelerde varlığını sürdürmesinden kaynaklanan objektif bir gerçekliktir. Bu koca gerçekliği, bu büyük coğrafyanın kendinde barındırdığı yoğun yurtseverliği ihmal eden bir kafa yukarıda değindiğimiz Marksist görüşün dışındadır ve tümüyle yanlıştır. Bu görüş Marksizm’in daha başlangıcında ortaya koyduğu sınıf merkezli tahlile dayanan görüştür.
EMPERYALİZMİN DÜŞMANLARI
Lenin’in emperyalizm tahlili sömürgeciliğe karşı ezilen halkların ve ulusların bağımsızlık mücadelesini proleter devrimlerin müttefiki olarak değerlendiren yorumu “aynı” görüşün bir ileri seviyeye çıkarılmasıydı. Maoizm aşamasında bu görüş tamamen ete kemiğe bürünmüş ve ulusal kurtuluş tüm yarı sömürgelerde devrimin temel sorunu olarak değerlendirilmiştir. Bilimin Leninizm aşamasında proleter devrimin müttefiklerinde bir genişleme gerçekleşir. Bunun temel nedeni ulusal burjuvazinin ulusal bağımsızlığı içeren devrimleri gerçekleştirme ve tamamlama kapasitelerinin tükenmesidir. Emperyalizm aşamasında karakterize olan bu özelliğiyle ulusal burjuvazi anti işgalci, anti sömürgeci niteliğini objektif olarak korumasına rağmen emperyalizme rağmen kapitalist gelişmeye öncülük edecek koşullara artık sahip değildir. Çünkü kapitalist gelişmenin dinamiğinde artı değer sömürüsüne bağlı olarak sermaye birikimi vardır. Sermaye birikimi üretim araçlarının gelişmesini koşullar ve değişmeyen sermayenin artmasına paralel sistem kapitalist üretimin yaygınlaşmasıyla nitelik değiştirir. Emperyalizm koşullarında ulusal burjuvazinin bu “avantajı” uluslararası sermaye tarafından ortadan kaldırılır ve ulusal burjuvazinin tarihsel ilerici misyonu sınırlanır. O bundan böyle ancak proleter devrimlerin parçası olduğunda devrime hizmet edebilen bir sınıfa dönüşür. Bu söz konusu olmadığında ise emperyalizme nihayet boyun eğer. Nihayet boyun eğer, diyoruz. Çünkü nihayete kadar başka süreçler gerçekleşmeye devam eder. Ulusal burjuvazi birçok biçim altında emperyalizme boyun eğmeden önce ona karşı mücadele edebilir ve eder, ayak direyebilir ve direr, kendi egemenliğini içten içe talep eder ve fırsat buldukça hayata geçirir. Ne var ki o bu konuda tamamen güçsüzdür. Karşısında onunla aynı sömürü çarkından beslenmiş, bu çarkın gerçek hâkimi konumuna kesin biçimde gelmiş tekelci burjuvazi ve sistem olarak emperyalizm olduğundan kendi başına ilerleme şansı kalmamıştır. Maoizm bu nedenle devrimlerin gerçekleştirilmesinde ve ilerletilmesinde ulusal burjuvazinin de devrimci rolünden söz etmiş, ama bunun çağımızda asla önderlik seviyesinde olamayacağını bildiğinden onun ikili karakterine göre politika geliştirmeyi benimsemiştir.
Bu özellik elbette çok daha geri düzeyde iş birlikçi burjuva kesimler için de geçerlidir. Kompradorlar, hatta yer yer toprak ağaları da emperyalizme karşı gelişen güçlü halk hareketlerinin varlığı durumunda bu hareketle olumlu yönde ilişki kurmaya yönelirler. Doğru politikalarla bu kesimlerin de emperyalizme karşı mücadelenin bir parçası olmaları mümkündür. Gene de bilmeliyiz ki yarı feodal ülkelerin en gerici kesimlerini oluşturan bu sınıflar esas olarak karşı devrimcidir, devrimden hiçbir çıkarları yoktur. Ya iş birlikçidirler ya iş birliğine her an hazırdırlar. Dikkat çekilmesi gereken nokta bu kesimlerin de göstermelik veya geçici de olsa yurtseverlik sergileyebilecekleri, halkın bu yöndeki eğilimini kendi dar çıkarlarına alet edebilecekleridir. Bu göstermelik ve geçici yurtseverliğin emperyalizmin kimi politikalarına karşı gündeme gelebileceğini tarihsel deneyimden hareketle de bilmek gerekir. Yarı feodal süreçlerin en gerici kesimleri olarak kompradorların ve toprak ağalarının ulusal kurtuluş ve bağımsızlık mücadelelerinde esaslı bir rol oynayamayacaklarını, bütün süreçlerde iş birlikçi karakterlerinin belirleyici olduğunu bildikten sonra bizim daha çok ulusal karakterdeki burjuva kesimlere yoğunlaşmamız gerekmektedir. Günümüzdeki tüm yurtsever mücadelelerde öne çıkan sınıf, içinde küçük burjuvazinin savaşçı, idealist, devrim gereksinimi yüksek olan kesimleri de olmak üzere ulusal burjuvazidir. Ulusal burjuvazinin bu kesimleri manipüle etme yeteneği daima yüksektir. Ulusal burjuvazinin “yüksek” yurtseverlik duygusu ve bilinci özellikle bu kesimlerin yönelimini belirler. Diyebiliriz ki komünist hareket en çok ulusal burjuvazinin manipülasyonu karşısında başarılı olmak zorundadır. Emperyalizme karşı mücadelede “önderlik” rolünü en yoğun biçimde bu kesim karşısında somutlaştırmalı ve geliştirmelidir. Bu da bizi, daha önce de konu ettiğimiz yurtseverliğin enternasyonalist özelliği meselesine getirir. Komünistlerin en tutarlı ve sonuç elde edebilen yurtseverler olduğunu kesinlikle bilmek, gerçeklik içinde somutlaştırmak gerekir. Dün de komünistlerin yurtsever özellikte olmadıkları iddia edilmiştir, özellikle sosyalist devletlerin varlığında komünistlerin sosyalist dış güçlerin uzantıları oldukları ileri sürülüp ulusal kurtuluşla ilgilenmedikleri propaganda edilmiştir. Elbette kendine komünist dese de sosyal emperyalizme bel bağlamış güçler de bu propagandaya malzeme sunmuşlardır. Ne var ki sınıf mücadelelerinin yakın tarihi bu propagandanın doğru olmadığını, komünistlerin birçok yarı sömürge ve sömürge ülkelerde yurtseverlik bakımından en ileri tavırları gösterdiklerini kanıtlamıştır. Komünistlerin önderliğindeki iki büyük devrim, Ekim Devrimi ve Çin Devrimi emperyalizmin yediği en büyük darbelerdir. Hem bu ülkelerden emperyalizmin tamamen kovulması hem dünya çapında emperyalizmin her düzeyde teşhir edilip ulusal bağımsızlığın önünün açılması hem de halkların bilincinde kapitalist yöndeki gelişimin halkın çıkarlarını yeterince karşılayamayacağının uyandırılması bakımından komünistler büyük bir başarı sağlamışlardır. Günümüzde bu gerçekliğin ısrarla gizlenmesi, özellikle revizyonizmin saldırılarıyla manipüle edilmesi, anarşist anlayışların bu yöndeki yanlış yönlendirmelerine hemen her yerde ciddi olanaklar sağlanması ve komünist harekete gene her yerde devam eden her türden saldırıyla doğru bilincin parçalanmaya devam etmesi ciddi bir sorundur. Komünist hareketin bununla henüz etkin ve sürekli biçimde baş edememesi kapsamlı ve derin bir sorun olarak değerlendirilmelidir. Şimdiki ulusal kurtuluş veya bağımsızlık talepli/amaçlı mücadelelerde tanık olduğumuz şey, esas olarak güçsüz olmakla birlikte ulusal burjuva hareketlerin bağımsızlık istemeleridir. Bu onların iflah olmaz amaçları olmaya devam edecektir. Bu da onların emperyalizme düşmanlıklarının uzun vadeli, sürekli, stratejik bir tutum olduğunu söylemekle aynı şeydir. Emperyalizme düşmanlığın çağımızda bitmek bilmez bir özellik olduğunu ve bunun çok çeşitli biçimlerde zuhur edip duracağını bilmeliyiz. Komünistler bu özellikle arasına dünden bugüne bir kalın çizgi çekmediği gibi bugün de bundan sonra da çekmeyecektir. Ezilen mazlum halkların ve ulusların emperyalizme düşmanlığı haklıdır ve meşrudur. Bu düşmanlığı her kim gösterirse ilerici bir rol oynar. Burada önemli olan şey komünistlerin sınıf tahliline dayanan değerlendirmelerle hareket etmesi, her anti emperyalist, anti sömürgeci ve anti işgalci tavrı sınıfların çıkarları bakımından yorumlayarak politika belirleyebilmesidir. Komünistlerin her siyasi hareketle ilişkisinde belirleyici olan şey emperyalist sistem içinde yorumlamak kaydıyla andaki tavrının ilerici olup olmadığı ve hangi sınıfların çıkarlarını gerçekleştirmek üzere gerçekleştiğidir.
ÇÖZÜME KAVUŞMAMIŞ ULUSAL SORUNLAR
Birçok ülkede devam eden savaşlara, yoğun çatışmalara daha dikkatli baktığımızda karşımıza ulusal sorunları çözememiş iktidarlar, ezilen uluslar, azınlık milletler çıkıyor. Bunların esas olarak Orta Doğu’da, Afrika ülkelerinde, Asya ülkelerinde görülmesi de bir başka gerçeklik. Söz konusu bölgeler kapitalist gelişimi “doğal” yoldan değil de dışarıdan dayatmalarla, sermaye akışıyla yaşamış bölgelerdir. Emperyalist aşamada tamamen belirginleşmiş yapısıyla kapitalizm artı değer sömürüsü yoluyla sermaye biriktirmenin yanında sömürgeleştirme yoluyla da talana dayalı sermaye gerçekleştirerek büyüdü ve yayıldı. Bugün kapitalizmin sirayet etmediği, girip de değişime uğratmadığı bir karış toprak dahi kalmamıştır. Bu devasa bir büyüme, üretim ve tüketimde akıllara sığmaz, ölçüsüz bir yoğunlaşmayla gerçekleşmiştir. Bu aynı zamanda dünya tarihinde benzersiz bir yıkıma da sebep olmuştur. Öyle ki dünyanın hiçbir yerinde ne toprak ne su ne de insan “doğaldır” artık. Her şey kapitalizmin kâr hırsıyla, sömürgeciliğiyle değişmiştir, kendi kaynaklarından uzaklaşmış Hegel idealizmine dayanan kavramla söylersek “kendine yabancılaşmıştır.” Bu yabancılaşma hiç şüphesiz bir gelişmedir, ilerlemedir. Bugün kapitalizmin neden olduğu doğanın yıkımını bir gericilik olarak tanımlayanlara sıkça rastlıyoruz. Bunun “gericilikle” ilgisi yoktur, bunun kötülükle de ilgisi yoktur. Bu kapitalist üretimin, artı değer sömürüsünün kaçınılmaz sonucudur ve ilerlemedir. Bu ilerlemenin insanlığın toplumsal çıkarlarıyla birleştirilmesi gerekmektedir. İnsanlığın önündeki çözülmesi gereken temel bir sorundur bu. Bu sorunun varlığı bir ilerlemedir ve zihinsel dünyamızda gerçekleşecek gerçek bir sıçrama için bu olmazsa olmaz bir koşuldur. Bütün bir yıkımı, “yabancılaşmayı” bunun bir nesnesi kılabildiğinde insan söz konusu ilerlemenin hakkını vermiş olacaktır. Bunu yadsımak, bundan kaçınmak ya da bunu anlamaktan uzak durmak, işte gericilik olmasa dahi gericiliğe hizmet eden tavır budur.
Emperyalizm doğayı tahrip eden, insanlığın binlerce yıllık kültürünü tüm değerleriyle birlikte parçalayan bu ilerleyişi gerçekleştirmekle birlikte gericidir. O, bu ilerlemeyi insanlığın toplumsal çıkarlarıyla birleştirmenin önündeki en büyük engeldir. O, dar sınıf çıkarlarını her şeyin önünde tutmakla dünyanın her yerinde gericilikle birleşmektedir.
Değiştirici, dönüştürücü özelliğine rağmen kapitalizm girdiği bütün ülkelerdeki en gerici güçlerle, yapılarla iş birliği yapmış, bu ülkelerdeki varlığını bunların üzerinde inşa etmiştir. Elbette bunu bir siyasî tercih olarak yapmadı. Bu, kapitalizmin kendiliğinden taşıdığı gericiliğin bir sonucu olarak gerçekleşmiştir. Kapitalizm nihayet belli bir sınıfın, bu sınıfa ait sosyal yapıların kapitalizmidir. Biriken sermaye belli bir kesimin elinde birikmektedir. Bu kesimlerin oluşturduğu çeşitli düzeneklerin ihtiyaçları ve istekleri sözünü ettiğimiz gericiliğin özünü meydana getirir. Bu kesimler kapitalizmi dünya çapında “kendi” çıkarları için geliştirir ve yayarlar. Bunun bir sonucu da henüz kapitalist yönde ilerlememiş ülkelerde kapitalizmin “doğal” yoldan gelişememesi, bunun yerine emperyalizm aşamasına ulaşmış yabancı kapitalizme bağlı yarı feodal ekonomilere sahip ülkelerin oluşmasıdır. Bugün dünyanın birçok ülkesi bu niteliktedir. Kapitalist gelişimleri engellenmiş olmakla birlikte bu ülkelerde ulusal gelişim de sınırlı kalmış, güçsüz burjuva sınıflara sahip bu ülkelerde esas olarak faşist ulus devletler inşa edilmiştir. Bu devletlerin burjuva demokrasilerinden uzaklığı bu bakımdan bir tercih değildir, bu bir kaçınılmaz sonuçtur. Egemenlik esasen zora dayalı uygulamalarla sürdürülebilir olduğundan ulus devletlerde somutlaşmış burjuva haklar bu ülkelerde çoğunlukla sınırlı, güdük ve geçici nitelikte olmuştur. Bütün burjuva haklar için bu genel bir gerçekliktir. Söz konusu hakların kapitalist gelişimini tamamlamış ve burjuva demokrasisi bakımından ilerlemiş ülkelerde de sınırlanabildiği, geçici olarak uygulanmadığı söylenebilir. Elbette sınıf egemenliği içeren devletler sisteminde tüm haklar sınıf egemenliğine hizmet ettiği ölçüde olduklarını reddedemeyiz. Bununla birlikte söz konusu egemenliğin ekonomik ve siyasi olarak güçlü sınıfların elinde olması bu hakları daha kalıcı, uygulanabilir ve üretilebilir kılar. Günümüzün gelişmiş ülkelerindeki “demokrasilerin” bizimki gibi ülkeler için erişilemez derecede uzak olmasının nedeni egemen sınıfların sözünü ettiğimiz niteliğidir. Bizim gibi ülkelerde egemen sınıfların gücü esasen zorbalıktan ve emperyalist güçlerin genellikle tam desteğinden gelir.
Bu gibi ülkelerde burjuva demokrasisinin zayıflığı her türden sorunda olduğu gibi ulusal sorunda da geçmiş çağın özelliklerini önümüze getirip durmaktadır. Siyasi bağımsızlığını kazanmış ülkeler olmakla birlikte bu ülkelerde devletler bağımlıdır, egemen sınıflar çürümüş ve çökmüş feodal sisteminin kalıntıları olmakla birlikte emperyalizmin buralardaki dayanaklarıdır. Ulusal olarak bağımsızlıklarını ilan etmiş olmaları bu ülkelerin burjuva sınıflarının bağımsız gelişim yoluna girdiklerini göstermez. Aksine, bağımsızlıklarını ilan etmekle birlikte bu devletler geçmişin yüklerini taşımayı kabul etmekle kalmadılar aynı zamanda “yeni cumhuriyette” yabancı sermayenin gerek devlet aracılığıyla gerekse de geçmişin tortusu olmaktan ibaret güçler eliyle beslenmesini, desteklenmesini tamamen onayladılar.
GERİCİ DEVLETLERİ TANIMAK VE TANIMLAMAK
Çağımızdaki ulusal sorunları tüm bu değerlendirmelerin ve görüşlerin ışığında tartışmalıyız. Önümüzde Filistin, Lübnan, Suriye ve belki de en önemlisi ya da en karmaşık olan olarak İran örnekleri var. Filistin hakkında öteden beri savunduğumuz görüşleri günümüz şartlarında birkaç kez ortaya koyduk. Geçen sayıda Hizbullah özgülünde Lübnan’daki ulusal sorunu genel olarak yorumladık. Suriye için de bir süredir değerlendirmelerimizi sunmaktayız. Bunlarda yukarıda açıkladığımız temel görüşlerin izlerine rastlarız. İran için de bir tartışmaya ihtiyaç söz konusudur. İran’ın bir savaşa sürükleniyor görünmesi bu tartışmanın zorunluluğuna işaret etmektedir. Özellikle ABD, İngiltere destekli bir İsrail hamlesiyle somutlaşacak İran’a saldırı halinde tavrımız ne olmalıdır, sorusu bugünlerde sıklıkla akla gelmektedir. Hizbullah’ın Lübnan’daki “devrimci rolü” burada da tanımlanacak mıdır?
Biz bu soruya açık ve net olarak “hayır” diyoruz. Hemen belirtelim ki olası bir işgal hareketinde İran’ın anti işgalci tüm unsurlarının rolü objektif olarak devrimci değerlendirilecektir. Ne var ki böyle bir işgalin olanaklı olmadığını baştan söylememiz gerekiyor. Bugüne kadarki gelişmeleri değerlendirirsek şimdiye kadar egemen gerici devletlerin bölgedeki “gericiliğe yasalanan denge”den esas olarak memnun olduklarını görürüz. Rastladığımız dalaş bu dengenin sınırları içindedir. İran’daki gerici yönetim bu dengeler karşısındaki hassasiyetini hep korumuştur.
Ayrıca İran’daki egemen güçlerin gerçek düşmanı hiçbir zaman ABD, İngiltere gibi emperyalist devletler ve hatta Siyonizm de olmamıştır. Tüm bu güçlerin İran’daki sistemle, ekonomik yapıyla bir sorunu olmamıştır. İran’daki egemen gerici sınıfların gerçek düşmanı İran’da yaşayan çeşitli milletlerden halktır. Buradaki ekonomik yapının sonuçlarıyla buradaki halkın çıkarları taban tabana zıttır. Gerçek düşmanın kim olduğu sorusu önemlidir ve tartışacağımız esas konu da bu olacaktır.
devam edecek…