Devletin devlet aygıtını kullanarak emperyalist sermaye ile iş birliği içinde sermaye birikimi sağladığı iddiası ayrı bir problem, bunun devlet olanaklarıyla sanayi burjuvazisi yaratmak diye tanımlanması da bir başka problem.
Öncelikle, diyelim ki bir sermaye birikimi amaçlanıyor o zaman bir sınıf yaratmak üzere devlet aygıtını kullanmaktan söz etmek yerine komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının devlet olanaklarını bu amaçla kullanmasından söz edilir. İkincisi, bunların sermaye birikimi sağlama amacı, Marks’ın ilkel birikim olarak tanımladığı kapitalizmin klasik gelişiminin koşulu birikim süreci ile aynı değildir. Bu ilişkide sermaye asıl olarak emperyalist sermayeye akarak onda birikmektedir. Komprador burjuvazi ve toprak ağaları emperyalizmle iş birliğine dayalı sömürünün taşeronları olarak belli bir pay almaktadır. (Altın madenciliğinde üretilen altının yüzde 1’ini bile ödemediklerini hatırlarsak bunun nasıl bir birikim olduğu anlaşılır.) Bu pay millî kapitalizmi geliştirmek için ne yeterlidir ne böyle bir amaç vardır ne de devlete egemen sınıflar sanayi burjuvazisini temsil ederler. Aksine bunlar sanayi (millî) burjuvazisinin gelişimini de engelleyen bir amaç güderler, emperyalizmle de bu temelde ilişkilenirler. Dolayısıyla, üçüncüsü, milli/sanayi burjuvazisi ile komprador-bürokratik burjuvazi farklı sınıflardır. İkincisi birincisine karşıt olmakla kalmaz, onun sömürüsüne de gelişimini engellemeye de aracılık eder. İleri sürülen bu görüşte komprador burjuvazi ve toprak ağalarına, onların niteliğine aykırı bir misyon yüklenmektedir, bu ilerici bir roldür; ama sözü edilen egemen sınıfların bu role uygun bir karakterleri yoktur. Bu sınıflar tam da yazarın onlara atfettiği misyonu yerine getirmedikleri/getiremeyecekleri için böyle adlandırılmakta, sınıf karakterleri gereği milli burjuvaziye de karşıt bir pozisyon kazanmaktadırlar. Yazar ipin ucunu öyle kaçırıyor ki komprador burjuvaziyi bir tarafa bırakalım toprak ağalarının bile sanayi burjuvazisi yaratma amacı taşıdığını ileri sürebiliyor. Oysa bunların bütün tarihî rolü bunu engellemeye, ortadan kaldırmaya dönüktür.
Millî burjuvazi yaratma konusunda İbrahim’in söylediklerini de hatırlayalım: “Demek ki, söz konusu olan şey, ‘devlet eliyle milli burjuvazi yaratmak’ değildir. Söz konusu olan bütün devlet imkânlarını, Kemalist burjuvazinin zenginleşmesine ve palazlanmasına tahsis etmektir. Devlet tekelleri de bu amaca hizmet ediyordu. (abç) Kemalist burjuvalar, devlet tekelleri yaratarak (abç) ve bunları kendi hizmetine koşarak bu alanlarda rekabeti geniş ölçüde ortadan kaldırıyor, böylece işçi ve köylüleri yüksek tekel kârlarıyla (abç) daha da insafsızca sömürüyordu. Öte yandan tekelci-devlet kapitalizmi, Şnurov’un da işaret ettiği gibi müteşebbislikle hükümet üyeliğini birleştirerek burjuvaziye bürokratik bir karakter kazandırıyor, yani bir bürokratik burjuvaziyi doğuruyordu…” (İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, 208)
“…hükümet, bir sürü ticaret tekeli kurarak satılan maddelerin vasıtalı vergilerini durmadan artırmaktadır. Tanınmış bir gazeteci ‘tekel kelimesi, Türk halkı için kanunlaşmış soygun anlamına geliyor’ demektedir… Gaz yağının İstanbul’a teslim fiyatı 4,5 kuruştur (litresi), satış fiyatı ise 16,5 kuruş; yani fiyat dört misli artıyor… Şekerin fiyatı yarı yarıya artıyor. Bu vasıtalı vergiler, tekellerle birlikte 1927-1928 senelerinde devlet gelirinin beşte üçünü teşkil ediyor. (abç) Tüccar ve kapitalistler bu vergilerden mağdur olmuyor çünkü bu vergiler, satış fiyatlarının artırılması ile tüketiciden tahsil ediliyor. Bu vergilerin tüm ağırlığını emekçiler taşıyor taşıyor…” (age, s. 207) Günümüzde bu vergilendirme biçiminin dolaylı vergiler eliyle yapıldığını ve mazot benzin fiyatlarında da elektriğe kadar maliyet ile tüketim fiyatları arasındaki farkların benzer oranlarda olduğunu hatırlatmakta yarar var.
Yazar ne diyordu: “KİT’ler 80 milyon için üretim-kâr yaparken (gerçekte 80 milyon onlar için üretim yapıyor. Bn.) özelleştirmelerle bu kâr sermayeye, bir avuç şirkete aktarıldı.” Devlet tekeli rolü oynayan KİT’lere halkın çıkarları bakımından bir değer yüklemenin anlamsızlığı ortadadır.
1950-60 arasında devlet sektöründeki artı değer oranı ortalama yüzde 239 iken özel sektörde bu ortalama yüzde 216’dır. Bu dönemin toplam artı değer ortalaması yüzde 227’dir.
1961-80 arasında ise devlet sektöründe yüzde 298 olan artı değer oranı özel sektörde yüzde 211’dir. Dönemin toplam ortalaması ise yüzde 242’dir.
1950-60 arasında devlet ile özel sektör arasındaki fark devlet sektörü lehine yüzde 23 iken, 1961-80 arasında yüzde 78’e çıkmıştır.
1981-90 arasında devlet sektöründe yüzde 413 olan artı değer oranı ortalaması özel sektörde yüzde 358’dir. Genel toplam ortalama ise yüzde 378’dir. İki sektör arasındaki kâr oranı farkı devlet lehine yüzde 44’tür.
1991-99 arasında devlet sektöründe yüzde 408 olan artı değer oranı ortalaması özel sektörde yüzde 452’dir. Genel ortalama yüzde 434’tür.
2000-11 arasında devlet sektörüyle yüzde 439 olan artı değer oranı ortalaması özelde yüzde 416’dır. Genel ortalama yüzde 421’dir.
Vasfi Nadir Tekin bu verileri aktardıktan sonra şöyle demektedir: “Devlet sektöründeki artı değer oranlarının yüksekliği KİT’leri bir toplumsallaşma aracı olarak görmenin ne kadar yanlış olduğunu göstermektedir. KİT’lerin alınması da satılması da o dönemdeki egemen güçlerin emperyalistlerle ilişkilerine bağlı gereksinimlerine uygun olarak yapılır…” (Vasfi Nadir Tekin, Zincirin Halkası, s. 135)
KİT’ler devletin elinde kitlelerin aşırı sömürülmesinin bir aracına dönüşürken yazar onları halkın yararına göstermeye çalışarak, gerçekliği görünmez kılarak kitleleri aldatmakta, yanlış bilinçlenmelerine neden olmaktadır. Devlet tekelleri aracılığıyla elde edilen yüksek artı değer oranları halkın sömürülmesinin düzeyini göstermektedir.
“Özelleştirmeler… piyasadaki üretim, dağıtım, bölüşüm ilişkilerinin sermaye lehine dönüştürülmesinde kullanılan yöntemlerden biridir. Bu yöntem, Türkiye’deki devlet kapitalizmini (piyasadaki devlet iştiraklerinin ağırlığı), bürokrat burjuvaziyi önemli ölçüde tasfiyeyi hedeflemiştir… Bu politika bir taraftan ağırlığını Kemalist kadroların oluşturduğu bürokrat burjuvaziyi tasfiye etmeyi hedefliyordu, diğer yandan Türkiye pazarındaki potansiyellerin sermayenin hizmetine sunulmasını…” (Esrin Balcı, Emperyalist Tekellerin Kıskacında Türkiye’de Tarım, s. 85)
Burada ana fikir: özelleştirmelerle, devlet iştirakleriyle var olan bürokrat burjuvazinin tasfiyesinin hedeflendiğidir. Ancak bu, sınıf meselesini sığ kavramanın ve bürokrat burjuvaziyi belli bir alan üzerinden tanımlamanın sonucu olarak yanlış bir görüştür.
Her şeyden önce özelleştirmeler ilişkileri sermayenin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlemenin bir yöntemi olmakla beraber ondan önceki ya da bu politikanın uygulanmadığı dönemdeki ilişkilerin sermayenin lehine olmadığı gibi bir sonuç-düşünce doğru değildir. Özelleştirmeyi de özelleştirmelerden önceki politikaları da uygulayan, farklı klikler olsa da aynı sınıflardır. İlişkiler, sermaye egemen olduğu sürece hep bu sınıfların lehinedir zaten. Sadece, sermayenin farklı kliklerinin, söz konusu ilişkileri kendi çıkarlarına göre yeniden biçimlendirmeleri, uluslararası koşulların da gerektirdiği biçimlerde yeniden düzenlemek üzere, aralarındaki her yönteme başvurmayı da içeren rekabet nedeniyle farklı politikaların izlendiğinden bahsedilebilir. Hangi dönemde hangi politikaların uygulanacağı emperyalist sermayenin ihtiyaçlarına, çıkarlarına göre değişir. Özelleştirmeler 1980’den itibaren neoliberal politikanın gereği olarak hemen hemen tüm dünyada uygulanmaya başlanmıştır. O döneme kadar da farklı ekonomi politikaları izlenmiştir ve hepsi de emperyalist sermayenin ihtiyaçlarına göre belirlenmiştir. TC de her dönem izlenen bu politikalara uygun konumlanmış, işleyişini-ilişkilerini ona göre düzenlemiştir. Özelleştirmelerle yapılan da bundan farklı değildir. Kuşkusuz bu politikaların uygulanması emperyalist sermayenin farklı klikleri, farklı emperyalist devletler ve onların ulusal düzeydeki iş birlikçileri arasındaki çelişkilere de yansımıştır. Bu bakımdan devlet iktidarına egemen olmak için komprador burjuvazi ve toprak ağalarının farklı klikleri arasında buna dayanan çatışmaların yaşanması da normaldir. Temel olan, belirleyici olan egemen emperyalist güçlerin-devletlerin döneme özgü temel politikalarıdır. Bu politikanın uygulanmasında çok farklı biçimler olabileceği gibi bu politikanın tarafı olsa bile farklı çıkarlarını gerçekleştirmek için emperyalist devletler, sermaye klikleri arasındaki rekabet de bunu önemli ölçüde etkilemektedir/etkileyecektir. TC söz konusu olduğunda ABD ve AB’nin politikalarının belirleyici olduğu tartışmasızdır. Komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının hiçbir kliğinin bu politikaların uygulanmasına temel bir karşıtlığı bulunmadığı da bilinmektedir. Tali, biçimsel ve taktik düzeydeki itirazların kendilerine daha fazla alan açılması, rol alınması/görev verilmesi ile ilgili olduğunu da görebiliriz. “Ulusal güvenlik” meselesi addedilen konularda bile TC tamamen belirleyici olamamakta, NATO konseptleri gibi emperyalist örgütlenmelerin temel yönelimlerine bağlı kalınmakta, kabul gören itirazları da bu politikaların yerelleştirilmesini sağlamaktadır.
Önermenin asıl problemi bürokrat burjuvaziyi devlet kapitalizmi ve millî burjuvazi ile açıklamasıdır. Özelleştirmeler belli bir dönemde (1980’ler) başlayıp asıl olarak 2000’den sonra büyük boyutlara vardığına göre 1980’lere, hatta 2000’lere kadar bürokrat burjuvazinin egemen olduğu sonucuna varılabilir. Komprador burjuvazi ise ancak özelleştirmelerle etkinlik gösterebiliyor ve bürokrat burjuvazi tasfiye edildikçe daha fazla egemen hale gelebiliyor. Böylece devlet iktidarına egemen olma mücadelesinde üstünlük kazanıyor. Bu anlayışla devlet kapitalizmi-KİT’ler bürokrat burjuvazinin, neoliberalizm-özelleştirmeler komprador burjuvazinin politikalarına dönüşüyor. Bürokrat burjuvazi millî burjuvazi olmadığı gibi onu komprador burjuvaziden ayrı, bağımsız bir sınıf olarak tanımlamak da doğru gelir.
Bürokrat burjuvazi egemen sınıfların farklı kliklerinde temsil edilebilir. Çünkü bu sınıfların karakterini oluşturan şey emperyalizme ve devlete bağımlılıklarıdır. Bu onları tanımlayan, onların ayrılmaz bir özelliğidir. Bu sınıflardan ayrı özel bir bürokrat burjuvazi söz konusu değildir. Dolayısıyla bürokrat burjuvaziyi bu sınıflara, bu sınıfları bürokrat burjuvaziye karşıt tanımlamak yanlıştır. Bürokrat burjuvazinin homojen olduğu da söylenemez. İktidara egemen olan kliklerin çıkarlarına bağlı olarak devlet olanaklarından yararlanacak kesimlerin farklılaşması kaçınılmazdır. Bu yüzden de değişik kesimler/klikler bu işlevi üstlenebilirler. Tabii bu özelliği sadece iktidarla ilişkili kazanmazlar. Çünkü bunlar kendi içinde de belli farklılıklar gösterebilir, karşıt çıkarlar nedeniyle karşı karşıya gelebilir, farklı ekonomi politikalarından beslenme ve ona göre özel konumlar edinmeleri, tutum belirlemeleri de mümkün olur. Devlet emperyalizme bağlı, bağımlı özelliği nedeniyle iktisadî-siyasî-askerî politikalarının tamamında ona göre şekillenmekte, işlevlendirilmektedir. Bürokrat burjuvazinin devlet olanaklarından yararlanması emperyalizmle ilişkili politikalardan bağımsız değildir, doğrudan onunla ilişkilidir. Bürokrat burjuvazi farklı emperyalist güçlere, bu güçlerin farklı kliklerine dayanabilir vs.; ama onun özü emperyalizme dayanarak onun desteğiyle, onun politikalarının ürünü olarak var olmasıdır. Bu sınıfın emperyalizmden bağımsız bir ekonomik faaliyeti, siyasî gücü neredeyse yoktur. Bağımsız görünen faaliyetleri bu ilişkinin doğasına aykırı bir nitelik taşıyamaz. Bunların emperyalizmle birebir ilişki yürütmeleri de gerekmiyor, uygulanan politikaların parçası olmaları, o ilişkiler üzerinden kendilerini devlet aracılığıyla üretebilmeleri de onların bir özelliğidir.
Millî burjuvazi/sanayi burjuvazisi ise başından beri bu sınıfların gölgesinde kalmış, egemenlik kurabilecek kadar gelişememiş, engellenmiş ve üretim ilişkilerinde belirleyici bir rol oynayamamıştır. KİT’ler bütün süreç boyunca devlete egemen olan komprador bürokrat burjuvazi ve toprak ağalarının çıkarları temelinde işlevlendirilmiştir. Bunları da emperyalizmden tamamen bağımsız bir ilişki içinde tanımlayamayız. Millî burjuvazinin bu ilişki içinde belli bir pay elde etmesi mümkün; ama bunun sınırlı olacağını da kuşku yok. Asıl olaraksa bu sınıfın sağ kanadının devlet olanaklarından yararlandığı söylenebilir…
Yazar bütün kitap boyunca bir yandan tekellerin küçük üretimi tasfiye ettiğinden bahsederken diğer yandan küçük üretimin verimli, üstün bir üretim tarzı olarak korunması gerektiğini savunuyor. Marksizm’in görüş açısından küçük üretimin büyük ölçekli kapitalist üretime verimlilikte üstün olması iddia edilemez. Edilemez; çünkü kapitalist üretim her alanda ondan üstün olduğunu her seferinde kanıtlayarak egemen üretim tarzı haline gelmiş, emperyalist aşamada da bu niteliğini daha ileri düzeye taşıyarak sürdürmüştür. Ancak yazar küçük üretimi savunmak için öyle bir canhıraş çaba sergiliyor ki neden, niçin söylediğini umursamaksızın küçük üretim lehine her açıklamayı, veriyi dayanakları arasına koymakta tereddüt etmiyor. Hızını alamayınca BM’nin 2011 yılını dünya küçük aile üreticiliği yılı ilan etmesini de küçük üretimde verimliliği, üretkenliği, üstünlüğü iddiasının kanıtı sayıyor. (age, s. 249) BM de böyle ilan ettiğine göre o zaman bu iddianın doğruluğu tartışmasızdır! Yazar artık küçük üretimin ebedi düşleriyle rahat uyuyabilir!
Kitapta Osmanlı’dan beri devletin, küçük üretimin sefaletini, yıkımını, çıkışsızlığını emperyalist devletlerle yaptığı anlaşmalarla her seferinde daha da derinleştirdiği anlatılıyor. Devlet komprador burjuvazi ve toprak ağalarının aracı olarak her zaman tamamen onların çıkarlarına hizmet etmektedir. Burjuvazinin gericileşmesiyle artık burjuvazinin burjuva devrimi, haliyle millî kapitalizmi gerçekleştirme, egemen kılma amacından potansiyel olarak koptuğu ve ancak emperyalizme, ona bağlı kapitalizme dayanarak bir burjuva devrimini dahi olanaksızlaştırarak varlığını sürdürebildiği toplumsal deneyimlerle kanıtlanmıştır. Bu bakımdan bu nitelikte herhangi bir devletin millî kapitalizm yönünde köklü, esaslı bir adım atması mümkün olmadığı gibi bu yönde atılan her adıma karşı çıkması da onun doğası gereğidir. Zira bu sınıf proleter devrimden alabildiğine korkmaktadır ve onu engellemek için feodal sınıflarla ittifak yapıp emperyalizme dayanmak dışında bir şey yapma olanağına, gücüne sahip değildir. Bu nedenle devletin küçük üretimi, millî kapitalizmi egemen kılmak için geliştirmesi gibi millî bir politika, hedef izlemeyeceği, bu yöndeki her eğilimi/hareketi bastırmaya çalışacağını biliyoruz. Devletin küçük üretimi desteklemesi devrim olanağına karşı bir amaç dışında konjonktürel olarak emperyalizmin dönemsel politikasına, iş bölümüne göre de değişkenlik göstermektedir. Emperyalizm bu sınıflar aracılığıyla küçük üretimi sömürmekle kalmıyor, kendi ucuz ürünleriyle rekabet edemeyen bu üretim tarzını sefil-ilkel koşullara mahkûm ediyor. Ucuz hammadde kaynaklarını kendi kapitalist üretimini geliştirmek için yağmalıyor. Ucuz iş gücünden yararlanarak kendi ülkesinde düşen kâr oranlarını telafi etmeye çalışıyor. Bütün bunları devlet aracılığıyla, devletin her türlü olanağı sağlayan imtiyazlarıyla gerçekleştiriyor. Emperyalizm böylece yerli iş birlikçileri egemen sınıflarla ittifak halinde millî kapitalizmi olanaksızlaştırmaktadır. Çünkü emperyalizmin önemli bir özelliği de üretici güçlerin gelişimine uygun üretim ilişkilerinin egemen hale gelmesini engellemektir. Bu doğrultuda bütün geri üretim tarzlarının, ilişkilerinin en büyük destekçisidir. Kendisinin egemenliği, kârları için bunları korumaya, sürdürmeye çalışır. Onları kendine tabi kılarak sefil bir yaşama mahkûm eder. Sonu gelmez sömürü biçimleriyle üretici güçleri boş bir kabuk haline getirerek sürekli öğüten bir değirmen işlevi görür…
Emperyalist-kapitalist üretimin küçük üretimin her türlü olumsuzluklarına, yetersizliklerine vs. karşı üretici güçlerin ulaştığı düzeyin bir sonucu/karşılığı olduğu, bütün sınıflı toplumların, ama esasen de özel mülkiyete dayalı toplumların kendilerine has sorunlarını da içeren yetersizlikler, olumsuzluklar taşıdığı bir gerçektir. Bu gerçek, kıyaslama sonucu topluma, doğaya daha az zararı olduğu gerekçesiyle büyük ölçüde kendine yeterli küçük üretimin tercih edilmesinin en verimli, en üretken üretim tarzı olarak vaaz edilmesinin gerekçesine dönüştürülürse bu küçük üretim şövalyelerine sınırlarını hatırlatmak, küçük üretim dahil özel mülkiyete dayalı bütün sınıflı toplumları geride bırakarak özgürlüğe yürüyen toplumların zorunlu bir cevabı olacaktır.
BİTTİ…