1980’lerin “iyimser” atmosferinde sıkça dile getirilen ve neoliberalizmin jeneriği haline gelen “başka alternatif yok” sloganı, bugün hayata geçmiş gözükmektedir. Dünyanın her yerinde, alabildiğine yoğunlaşan işsizlik, yoksulluk, güvencesizlik, esneklik ve kırılganlık oluşturan sistem ve onun ideolojisi yalnızca toplumları bir arada tutan bağları aşındırmakla kalmamakta, insanları kendisini kavrayabilecek ve bir çıkış yolu aramaya imkân verecek araçlardan da yoksun bırakmaktadır. Artık kolektif olarak tabandan inşa edilebilecek politik dönüşüm olanaklarının da nafileliğine ikna edebildiği ölçüde, başka bir alternatif olmadığı kabulünü iyice yerleşik kılmaktadır.
Kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretimi ve dolayısıyla meşruiyeti için gerekli ideolojik zemin, postmodernizm tarafından, başta toplum ve insan olmak üzere her türlü toplumsal ilişki biçiminin özünün anlaşılırlığı fikrinin gözden düşürülmesi yoluyla yaratılır. Postmodern söylem, bilimsel bilginin üstünlüğünü yadsımakta ve akıl aracılığıyla evrensel ilkelere ulaşılabileceği düşüncesine karşı çıkmaktadır, yerleşik olan ve kabul gören her şeyi -değerler, kurumlar, kurallar vs.- tartışılır duruma sokmaktadır. İlk anda, kuantum fiziğinden türetilen belirsizlik, rastlantısallık toplumsal yaşama aktarılmakta, her türlü ölçütün dışına çıkarılan bir toplumsal dünyada hareket etmek, evrensellikle yani bilimsel olarak haklı hale getirilen her türlü “sınırlamadan” kurtulma özgürleşme olarak sunulmaktadır.
Günümüzde hem kişisel hem de toplumsal düzlemde hâkim olan postmodernizmin paradigmaları “belirsizlik” ve “öngörülemezlikle” başa çıkabilmek için neoliberal değerler ve hedeflerle uyumlu bir kişisel gelişim ideolojisinin nasıl oluştuğuna değineceğiz. Anlam arayışının, kişisel gelişim ideolojisi aracılığıyla nasıl bireysel ve temelde psikolojinin dar bir mecrasına hapsolduğuna, “kendine yatırım yapma” anlayışı ile şekillenen kendilik stratejilerinin, kolektif dayanışma ve eylem biçimleri yaratabilmenin nasıl önüne geçtiğine, söz konusu arayışın nasıl daha fazla kaygı ve depresyon ürettiğine ve çözüm arayışlarının neden bilim ve tıp dışı yöntemlere evrildiğine bakacağız.
Neoliberal rejimin antidepresanı olarak nitelendirilen inanışlar bireyleri, başarı ve performans odaklı girişimci öznelere dönüştürerek sınıfsız öz-sömürüye kapı aralamaktadır. Siyasal bir tavır ve bir “ideoloji” olarak yenilginin ve hayal kırıklığının ürünü olan postmodernizmin zemin hazırladığı bu durum New Age Movement (Yeni Çağ Hareketi) ya da Yeni Çağ İnanışları olarak tanımlanmıştır. New Age söylemi popüler bilim, popüler felsefe ve kişisel gelişim ile ilgili gazete ve dergi makalelerinde, sosyal ağlar üzerinden yapılan paylaşımlarda, çeşitli kitaplarda, son zamanlarda çekilen sinema filmlerinde ve reklamlarda etkili şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Bu söylem zamanla günlük düşüncenin ve popüler kültürün yadsınamaz bir gerçeği olarak kabul görmüştür.
Ancak New Age Hareketinin belli bir kurumsal yapısının olmayışı, tutarlı bir düşünce sistemi ve dogmasının bulunmayışı, muğlak yapısı, pek çok alandan alıntılarla desteklenen eklektik ve senkretik (birbirinden ayrı disiplinleri, düşünce akımlarını, öğretileri kaynaştırmaya çalışan felsefe sistemi) bir yapıda oluşu onun tanımlanmasını çokça güçleştirmiştir. New Age Hareketi, spiritüel bilgilerden modern bilimsel yaklaşımlara, eski ve köklü ezoterik felsefelerden modern dönemin psişik yaşam pratiklerine kadar uzanan çok kapsamlı bir bilgi birikiminin sonucunda şekil almış, esnek ve değişimlere açık anonim bir dünya görüşüdür. New Age Hareketi, bir din, dinden ziyade bir fikrî yapı, farklı dinlere ait bilgilere dayalı felsefî düşünce, kendisine mensup olanların bazı zaaflarını kullanarak onlardan çıkar elde eden bir pazar, toplumsal bir hareket, büyük dinlerin dogmalarına karşı duran bir alternatif dünya görüşüdür.
New Age, son derecede gerçeküstü bir yapı olup bilimin, dinin, psişiğin, sağlığın, maddi birikimlerin, tıbbın, tüketimin, dünyaya ait olan her şeyin reddedilişidir. Ayrıca dünyada mutluluk arayışının tek bir hareket içinde, üstelik bu hareketten etkilenen her bir kişide bütünüyle vücut bulacak şekilde gerçekleşebilmesi gerçekten de düşsel, gerçeküstü bir yapıyı akla getiren hem dinsel hem de dindışı farklı kategorileri içine alabilen bir harekettir.
New Age, müşteri merkezli bir yapının belirginleştiği bir hareketliliği öngörmektedir. Bir şeye, bir gruba ya da bir yere ait olma gereksiniminin ve isteğinin azaldığı, tanımlanmış, hiyerarşik örgütlenmelerden ve gruplardan bağımsız bir pratik, bir oluşumdur. Yapılan tartışmalara göre bu spiritüel çevrenin çoğu katılımcısı birden fazla gelenekten, stilden bir kombinasyon oluşturup kişiye özel bir paket hazırlamaktadır. Yani Yeni Çağ birçok kaynaktan, fikirden, deneyim ve pratikten alınarak kolaj yapılan inanma biçimleri ve süreçleridir. Ayrıca bunların derin bir bilimsel bilgiyle de hiçbir ilgisi yoktur.
Burada birey yüceleştirilerek merkezî noktaya oturtulmuştur. Böylece birey, kendi başına kararlar alabilen, gelenekten kopuk, kutsalı dışlayan bir kişilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bireycilik ilkesi zaman zaman her şeyin üstünde tutulmuş ve bu anlayışı eleştiren hemen her ilke inkâr edilerek uygarlık hemen her alanda sadece insanî öğelere indirgenmiştir. Toplum birey için vardır, bireyin menfaati toplum menfaatinin önünde tutulmalıdır. Bu toplumun öznesi, sürekli kendini geliştirme, dönüştürme ve yeniden icat etme çabası halinde olup hafta sonunu workshoplarda, hafta içi mesai saatleri sonrası fitness salonlarında ve boş zamanlarını kişisel gelişim seminerlerinde geçirmektedir. Performansa dayalı sistemde birey makineye yaklaştırılmakta ve kendi kendine yabancılaştırılmaktadır. Çünkü sistem, bireyin hayatta kalabilmesi için ona ve ona öğretildiği ölçüde birey kendine sürekli yükseklere ve ileriye doğru ilerletmesi gerektiği telkininde bulunmaktadır.
Birey olarak insan artık, bütün bir sosyal ilişkilerinden eş seçimine, hangi eğitimi alacağından “sağlıklı yaşam” için uygulayacağı besin diyetlerine kadar yaşamının her alanında kendisine yapacağı doğru yatırımlarla “portföy değerini” artırmalıdır, kendisini bir yatırım sahası olarak yeniden kurabilme kapasitesine sahip olmalıdır. Yaşamdaki sorunların sosyoekonomik nedenlerini ve çözüm pratiklerini çözümleyip kavramak yerine bu sorunların sorumluluğu bireye yüklenmektedir.
Stresin ve negatif duyguların, bu stresi yaratan somut koşullardan ziyade bunları algılama tarzımızla ilişkili olduğu vurgulanmakta, insanın kendi başarma ve mutlu olma kapasitesine karşı sorumluluğu hatırlatılmakta, temelde “Değiştirebileceğin bir şey yok, keyfini sür!” mottosu dolaşıma sokulmaktadır. Günümüzde insanın akıl ve muhakeme kapasitesinden daha çok duygularına hitap ediliyor olması tesadüf değildir. Sanal medyanın ve internet teknolojilerinin sunduğu olanakların da etkisiyle, sınıfsal ya da sosyoekonomik olarak toplumsal gerçeklikte nerede durduğumuzdan ziyade öznel olarak ne “hissettiğimiz” önem kazanır. Satın aldığımız şeyler ya da genel olarak bütün bir tüketimimizi, maddi ihtiyaçlarımızı ne kadar karşıladığının yanında, bizi ne kadar “iyi ve farklı hissettirdiği” üzerinden de değerlendiririz. Gerçekliğin bu kadar girift olduğu bir atmosferde rasyonel kavrayış kapasitesinden çok bizi yanıltmayacağını düşündüğümüz “hislerimize güvenmeyi” tercih ederiz.
Ekonomik başarısızlık ve yoksullaşma ahlakî zayıflık bağlamında değerlendirilmekte ve mutlak bir “sorumlu kılma” söylemine başvurulup kaybedenlere karşı onları şeytanlaştırma ve onlardan nefret etme duygusu devreye sokulmaktadır. Ödeyemeyecekleri kredileri alarak bütün topluma malî külfet yükleyen yoksullar, sosyal yardımları kötüye kullanan ve üretmedikleri toplumsal zenginliği “sömüren” işsizler, yaşlılar, vb. piyasa düzeninin onlara bahşettiği fırsatları ve özgür iradelerini “istismar etmekle” başlarına gelen sefaleti “hak etmişlerdir.” Ortaya çıkan sefaletin suçu piyasa mekanizmalarında değil, özgür iradesi ve tercih hakkını hatalı bir biçimde kullanan başarısız bireylerdedir: Bugün kendi yoksulluğu, tükenmişliği ve kudretsizliğiyle baş başa kalan yalıtık neoliberal öznelerin belirleyici tepkilerinden biri, kendi durumlarının somut nedenlerini sorgulamak ve değiştirmek yerine başkalarını suçlamaktır; başarısızlığının ve yoksulluğunun nedenlerini, yukarıda saydığımız, toplumsal zenginliğin “paraziti” olarak gördüğü kesimlere yükler. Bu anlamda, neoliberalizmle birlikte bütün dünyada muhafazakârlığın ve otoriter sağ popülizmin yükselmesini de eski konumlarını yitiren orta sınıfların öfke ve hıncını, mevcut piyasa rejimi için tehlike yaratmayacak hedeflere kanalize edebilme becerisinde aramak yerinde olur. Göçmenlerden yoksullara, sosyal yardımlara dayanarak “sefih” bir yaşam sürenlerden genel olarak rekabette tutunamayanlara kadar, piyasanın “herkes için” eşit bir şekilde sunduğu özgürlük, zenginlik ve mutluluk fırsatlarını değerlendiremeyenler otoriter popülist siyasal partiler için günah keçileridir.
Paradoksal biçimde neoliberalizm New Age akımı yoluyla bireysel olarak kendini yeni baştan yaratmaya muktedir olduğuna inanan, kolektif ve politik düzlemde ise hiçbir şeyi değiştirmeyeceğine ve her şeyin kontrolü dışında geliştiğine ikna olmuş, yarılmış özneler üzerinde inşa olur. Mutlu olma ereği eylem kapasitesinden koparılan ve edilgin bir “kendi üzerinde çalışma” alıştırma yapan bir zavallıya dönüştürülen insan, çabasının nafileliğini ve genel olarak dünyanın anlamsızlığını ve değersizliğini bir kriz olarak değil artık “normal bir koşul olarak” sıradanlaştırır ve kanıksar.
Sürekli kendini aşma talebini hiçbir zaman tam olarak karşılayamayan birey, kendi yetersizliği ve kudretsizliğiyle yüzleştiğinde yoğun bir çöküntü, kaygı ve depresyon hali sergiler. Bu durumda da özgürleşmeleri, “özgüven” kazanmaları ve hayatlarını anlamlı-değerli kılmaları için gerekli olan “farkındalık” metalaştırılıp onlara pazarlanabilir. Gerçekten de bugün ana akım psikoloji disiplininin, “neoliberal sistemlerin bir yeniden üretim mecrasına dönüştüğü”, psikolojinin nesnel varsayım ve ölçütlerinin de neoliberal hedeflerle uyumlu olarak yeniden düzenlendiği ve dönüştürüldüğü pek çok bilim insanı ve özellikle de psikolog tarafından kanıtlanmaktadır. Çalışmalar ve araştırmalar son yıllarda tamamlayıcı ve alternatif tıp uygulamalarının giderek yaygınlaştığını ve hastaların bu hizmetlere yoğun talep gösterdiğini bulgularla ortaya koymuş durumdadır. Yani modern tıptan ve psikolojiden uzaklaşılmakta, modern tıp öncesi uygulanan geleneksel yöntemlere başvurulmakta, adeta bir nostalji yaşanmaktadır.
Bu uygulamaların ayrıntılı analizlerini, çeşitlerini, New Age akımının bu geriye gidişe nasıl bir zemin hazırladığını sonraki yazımızda inceleyeceğiz.
devam edecek…