Anti emperyalist mücadelenin önderliğine dair yaptığımız kesin ve net tanım bu mücadelenin genişliği, kapsadığı alan bakımından bir çelişki gibi algılanabilmektedir. Oysa sözünü ettiğimiz önderlik zaten kapsayıcı olmak zorundadır, ancak bunu başardığında “önderlik görevi” yerine getirilmiş olacaktır. Dolayısıyla bu meseleyi açmak, tartışmak ve daha da önemlisi önderlik görevlerinin somutlaşmasının yolunu açmak gerekmektedir. Anti emperyalist mücadelenin başarısı komünist hareketin uluslararası düzlemde yaptığı baş çelişme tespiti bakımından insanlığın geleceği için belirleyici bir konudur. Bu görevi ihmal eden birinin komünistlikle hiçbir ilgisinin olmadığı açık olmalıdır. Üstelik içinde olduğumuz süreç ayrıca bir Dünya savaşının tartışıldığı bir süreçtir ki bu bize ezilen halklar için çok daha güncel, yarına ertelenemez görevlerin hemen yanı başımızda olduğunu hatırlatmaktadır. Çok daha büyük saldırılara hazırlanmak zorunda olduğumuzu yakın zamandaki gelişmeler de göstermiştir.
Emperyalizmin yarattığı büyük tahribat tüm halkların yaşamında ölçüsüz acılara, çözülmez sorunlara, derinleşen açmazlara yol açmış durumda. Bu elbette yeni bir olgu değil, emperyalizmi doğuran kapitalizm koşullarından ve daha yoğun olarak emperyalizmin ilk zamanlarından itibaren halklar için acılar, çözülmez sorunlar ve derinleşen açmazlar söz konusudur. Kapitalizmin işleyişinde halkların çıkarları değil bir avuç sermayedarın çıkarları esastır. Halklar ancak sermayedarların çıkarlarının gerçekleşmesi sürecinde kırıntılardan beslenebilirler. Asgari ücretin bir işçinin çalışma koşullarını yeniden üretebilmesi için belirlenmiş bir ücret olması gibi… Kapitalist işleyiş sermaye üretiminde artı değere ihtiyaç duyar. Artı değer işçinin emeğinden üretilebilir sadece ve artı değer olmadıkça sermaye de üretilemez. İşçinin emeği için de iş gücüne ve iş gücünün üretilmesine ihtiyaç duyulur. Bir işçinin işgücü için beslenmesi, dinlenmesi, yeniden emek harcayacak duruma erişmesi gerekir. Bunun için harcanacak ücret de genel olarak “asgari ücret” olarak tanımlanır. Asgari ücret seviyesi elbette değişkenlik gösterir. Bu, ülkenin genel düzeyinden, ekonomik gelişmişliğinden, kişisel ihtiyaçların niteliğinden bağımsız değildir. Öyle ki kişisel ihtiyaçları dahi karşılayamaz olduğu halde ülkenin ekonomik şartları asgari ücret seviyesini “olması gerekenden” yani işçinin çalışarak tükettiği iş gücünü yerine koymak için ihtiyaç duyduğu seviyeden geriye çekebilir. Bu durumda işçiye “iş gücünü yenilemek için kendi başına başka olanaklar bul” denmektedir. Kapitalizmin gelişmişlik düzeyi ya da olası krizleri asgari ücretin seviyesini iki yönlü de değiştirebilir. Bu işçiyi burjuvalaştırmayacak kadar, yani sermaye sahibi yapmayacak kadar düşük bir seviyedir. Kapitalizm işçi için bu koşulları sürekli yaratmak zorundadır. Onun ne sermaye sahibi olması ne de iş gücünden yoksun olması kapitalist işleyiş için iyidir. Her iki koşulun da gerçekleşmemesi gerekir.
Kriz koşulları nihayet bu iki unsurun olgunlaşmasından kaynaklanır. Zenginleşenlerin azalması, zenginliğin her zaman daha az elde birikmesi gerekir ve işçilerin iş güçlerinin üretime olabildiğince katılması gerekir. Kapitalizm bu iki eğilimi de sonuna kadar taşıyamaz, bu nedenle onun krize yazgılı olduğu söylenmiştir, bu nedenle kapitalizmin kapısı sosyalizme açılır. Bu kapının açılması geçişin de kendiliğinden olacağını düşündürtmemeli. Geçiş için zor kaçınılmazdır, işçi sınıfının öncülük edeceği bu zorun karşısında emperyalizm vardır. Emperyalizm hakkındaki bilgimiz bu zorun zorunluluğunu ve şiddetini anlamamızı sağlar.
Bazıları -ki bunlar azımsanmayacak kadar fazla bir kesimdir- kapitalizmi salt bir ekonomik sistem olarak, özel mülkiyeti destekleyen ve bu yolla sürekli olarak bireyin yaratıcılığını teşvik eden kaçınılmaz bir sistem olarak tasavvur eder. Bu sisteme karşı mücadeleyi zorlama bir siyaset, ütopik bir gelecek kurgusuyla hareket etmek olarak değerlendirir. Oysa kapitalizmden türeyen emperyalizme yaklaşım böyle değildir. Hemen her yerde emperyalizmin büsbütün kötücül bir yapı olduğu fikri egemendir ve emperyalizme karşı yıkıcı mücadele meşru olduğu kadar güvenilir siyasetin de temelidir. Halkların en çok rağbet ettiği siyaset anti emperyalizmdir. Bu tamamen haklı, meşru ve kaçınılmaz bir eğilimdir. Emperyalizmin Dünya halklarına karşı saldırganlığı en son Filistin sorununda bir kez daha gözler önüne serildi. En açık biçimde gerçekleşen katliamların, Filistinlileri yerinden eden haksız yerleşimlerin emperyalizm tarafından desteklendiği, ikiyüzlü iş birlikçiler bölge devletlerinin de buna ortak olduğu olaylar dizisi tarihi boyunca emperyalizmin yarattığı tablolardan sadece biridir. Belirgin halk düşmanlığıyla tanınan emperyalizmin kapitalizmin kaçınılmaz sonucu olduğu bilgisinin halkların bilincinde yerleşmesi bu bakımdan çok önemlidir. Kapitalizmin artı değer sömürüsüne dayanan gelişimi onu, eğer işçi sınıfının devrimiyle önlenemezse emperyalizme taşır. Emperyalizm sözünü ettiğimiz artı değer sömürüsünü kendi ülkesinden diğer ülkelere taşıma zorunluluğunun bir sonucudur ve bu sömürü henüz kendi dinamikleriyle kapitalizme geçememiş, ulusal egemenliğini/tam bağımsızlığını sağlayamamış ülkelerdeki hemen tüm zenginliği ve olası birikimleri de talan etmek biçiminde buralarda devam eder. Sermaye ihracı ile başlayan bu süreç burjuvazinin tamamen gericileşmiş karakteri nedeniyle söz konusu ülkelere çürümüşlük, bağımlılık, çoğunlukla en açık biçimde yaşanan türden zorbalık taşır. Gelişmiş kapitalist ülkelerde tanık olunan refah bu ülkelere “muasır medeniyet” gibi yansır ve onlara erişmek gayesi halklara çabucak benimsetilir. Günümüzdeki bilgisayar teknolojisi veya “yapay zekâ teknolojisi” ile çağ atlama sevdası bu ülkelerin tarihi boyunca onları oyalayan bir eğilim olmuştur. Geçmişte bu “ülkenin bir bütün kalkınması için” bir sevdaydı, şimdi ise daha çok bireysel kurtuluş için… Kapitalizmin sunduğu fırsatlardan yararlanma sevdası geri kalmış ülkelerdeki sefalet içinde kaçınılmaz bir sonuçtur. Bu sevdanın karşılığı hemen her zaman daha yoğun sömürü, daha fazla bağımlılık ve en nihayetinde ya ekonomik krizle ya da işgal veya bir başka sebeple baş gösteren halkların boğazlandığı savaşlarla gerçekleşen bir yıkım olmuştur. Emperyalizme dönüşmüş bir sistem olarak kapitalizmin Dünya halklarına vereceği ne kalmıştır? Çok iyi biliyoruz ki hiçbir şey, bitmeyen krizler ve krizden kurtulmak adına halka dayatılan, hayatları felç eden acı reçeteler ve halkların birbirini boğazladıkları savaşlar dışında hiçbir şey!
Emperyalizmin halklara karşı düşmanlığı kadar halkların da emperyalizme karşıtlığı tüm sınıflı toplumlar tarihi boyunca tanık olduğumuz ezen ezilen çelişmesinin nihai biçimidir. Özel mülkiyetçiliğin ortaya çıkmasından itibaren insanlık bu çelişmenin ürünü olan toplumsal ilerlemenin, gelişmenin sonuçlarını yaşamaktadır. Korkunç ve akıl almaz bir sömürüyle gelişen insanlık halihazırda muazzam derecede ilerlemiş bir teknolojiye de sahiptir utanılacak derecede sefil yaşamlara da. Bir arada olması akıl almaz görünen bu ikilik halinin yaratıcısı kapitalizmdir. O ne kadar toplumsal ise bir o kadar da bireycidir. Ne kadar özgürleştirici ise bir o kadar da hapsedicidir. Emperyalizm denince aklımıza gelen tüm haksızlıkların ve zorbalıkların kaynağında kapitalizmin bireyci ve hapsedici karakteri vardır. Şimdi anti emperyalist mücadelenin gelişmesi için büyük bir olanak birikmiştir. Hem sistemin arızaları geçiştirilemez derecede büyümüştür hem de sistemin verdiği acı halkların kurtuluş istencini geri dönülmez seviyede yükseltmiştir. Sadece emperyalizmin açıktan zorbalığına kalan ülkelerdeki halklar değil emperyalist ülkelerdeki halklar da gelecek konusunda umutlu değiller, tüm ülkelerde “eski refah” aranmaktadır. Tüm ülkelerde faşizmin bir manipülasyon aracına dönüşmüş milliyetçilik egemenlerin tek propaganda malzemesi olarak öne çıkmaya başlamıştır. Burjuvazinin “tüm Dünya için barış, insan hakları, adalet” sloganı yerini artık “kendini kurtar”a bırakmaktadır. Fransa’da Le Pen’de somutlaşan “kendini kurtar” milliyetçiliği son seçimde sadece “zafer” elde edemedi, o kadar; ama zafer yolunda güç de kaybetmedi. Seçimi kazananların Fransa halkına ne derecede dayandıkları ve halkı örgütledikleri ortada. Oysa Fransa’nın egemenleri tamamen örgütlüdür, tüm ülkelerde egemenler tamamen örgütlüdür. Örgütlü bir güce dönüşmüş halk her biri için tehlikelidir. Halkların örgütlü güçlerinin dağıtılmasında tüm ülkelerde farklı derecelerde bir ilerleme sağlandığı gerçeği bu tehlikenin yakınlığına işaret eder.
Maoistlerin anti emperyalist mücadeleye açıklık ve ivme kazandırmak üzere attığı adımın söz konusu “tehlike”yle bağını kurmak konusunda atak olmak gerektiğini düşünüyoruz. Halkın devrimci örgütlerinin dışında halkın kendi örgütlerinin de ciddi derecede erozyona uğradığını ülkemiz özgülünde uzun zamandır tanık oluyoruz. Kitlelerin kendi ihtiyaçları doğrultusunda inşa ettikleri kitle örgütlerinin çeşitli biçimlerdeki tasfiyesi ile bugün kitlelerin dünden çok daha fazla örgütsüzlüğe sürüklendiğini görüyoruz. Kitle örgütlerinin kitlelerin kendiliğinden hareketinin ürünü olmakla birlikte politik bir nitelik de edindiklerini tarihsel bir deneyim olarak biliyoruz. Bu niteliklerinin zaman içinde gelişim de gösterdiğini, hatta çok özel dönemlerde bu örgütlerin ciddi direniş örgütlerine, ciddi politik hareketlere dönüştüğü de bir gerçekliktir. Kitle örgütlerinin sadece ekonomik ve demokratik alandaki çalışmalarla sınırlı bir yapıda olabilecekleri, asla bunu geçemeyecekleri iddiası tarihsel deneyimlerle çürütülebilir, yanlış bir iddiadır. Aksine kitle örgütleri dışarıdan müdahale olmadıkça adım adım politik nitelik kazanır ve yönetim aygıtına dönüşür bir yapıdadır. Bunu Marks’ın “Sendikaların Dünü, Bugünü ve Geleceği” makalesinden itibaren bilimsel bir tez olarak biliyoruz.
Ne var ki bu bilgi çok geneldir ve daima somut süreçler içinde değerlendirilmeli, incelenmeli ve geliştirilmelidir. Kitle örgütlerinin politik bir nitelik kazanacakları ve ilerleyen süreçlerde yönetim aygıtlarına dönüşeceği görüşü hiç şüphesiz işçi sınıfının gelişen toplumsal mücadelesi ile bağıntılı bir görüştür. Eğer sınıf mücadelesi içinde işçi sınıfı hareketi gelişen bir yol izleyemezse, burjuvazi kendi üstünlüğünü gerek kitleleri manipüle ederek gerekse işçi sınıfı hareketini bastırarak, ezerek sağlamlaştıran bir hat izlerse kitle örgütleri bırakalım politik nitelik kazanarak yönetim aygıtına dönüşmeyi zaman içinde dağılmaya, çürümeye de yüz tutar. İçinden geçtiğimiz süreçte tanık olduğumuz şey daha çok bu dağılma ve çürüme değil midir? Kuşkusuz öyledir. Bunun görece alt edilebildiği koşullar devrimci hareketlerin geliştiği koşullardır. İşçi sınıfı ve kitle hareketine özellikle komünistlerin önderlik tesis edebildikleri yerlerde kitle örgütlerinin her bakımdan gelişim gösterdikleri bilinmektedir. Elbette sadece komünistlerin başardığı bir şey değildir bu; ulusal veya sosyal her devrimci hareketin, halkın çıkarlarına dayanan çalışmaların önünü açan politik her çizginin başardığı ve başarabileceği bir gelişimden söz ediyoruz. “Özellikle komünistler” dememizin sebebi, en başından itibaren vurguladığımız gibi komünistlerin tutarlı bir çizgiye sahip olmalarıdır. Komünistler en başından itibaren anti emperyalist mücadelede tek tutarlı çizgiye sahip kesimlerdir. Bu onların anti feodal, anti faşist, anti kapitalist olmalarından gelen bir tutarlılıktır. Kitlelerin çıkarlarının egemen sistemlerle ve akımlarla uzlaşmaz olması da bu özelliklerle uyumu içerir.
Halkın çıkarlarını tanımak ve gerçekleştirmek üzere harekete geçmek sonuç olarak anti feodal, anti faşist, anti kapitalist olmayı gerektirir. Komünistler, eğer ilkelerine bağlı hareket ederlerse halkın çıkarlarını gerçekleştirmek üzere örgütlenirler.
Anti emperyalist mücadelenin ve örgütlenmenin de özellikle komünistlerin önderlik edebilecekleri süreçler olarak kavranması bu bakımdan önemlidir. Bu komünistlerin kitlelere kendi önderliklerini dayatmaları olarak değerlendirilmemelidir. Aksine bu önderlik tanımı nesnellik içerir. Dayatmanın olduğu yerde komünistlerin ilkelerinden uzaklaşmaları, kitle çizgisinden kopmaları söz konusu edilir. Anti emperyalist mücadele kitlelerin çıkarlarıyla tamamen uyumludur, dediğimizde nasıl ki bu mücadeleyi kitlelere dayatmaktan söz etmiyorsak komünistlerin bu mücadeleye önderlik görevinden söz ettiğimizde de bir dayatmadan söz etmiş olmayız. Burada sorun anti emperyalist mücadelenin doğru tanımlanması ve gerçekleştirilmesidir. Bu mücadeleyi parçalı da olsa, tutarsız biçimlerde de olsa somut olarak gerçekleştiren hemen her hareketin kitlelerde bir karşılık bulduğunu biliyoruz. Bunların da bir dayatma olduğu söylenemez. Bunlar haklı ve gerçek mücadelenin kitlelerin çıkarlarıyla uyum yakalamasının sonucudurlar. Yeter ki kitleler hissettiklerini, umutlarını, beklentilerini gerçekleştirebilir bir hareketle buluşsunlar.
Bunun bir biçimine Filistin’deki katliamlara karşı Dünya’nın dört bir yanındaki “Filistin direnişine destek” eylemlerinde rastladık. İsrail’in saldırganlığında somutlaşan emperyalist politikalara karşı çok geniş bir kitle kendiliğinden bir şekilde karşı koydular. Bu direnişe destek eylemlerinin ve örgütlerinin dağınıklığı, sistemsizliği, yarın var olmayacakları gerçeği katılımı engellemedi. Şimdi herkes farkındadır ki Filistin’e yönelik emperyalist politikalardan kaynaklanan saldırganlık da buna karşı direniş de devam etmektedir. Hatta bu saldırganlığın ve direnişin bölgeye yayılmakta olduğu gerçeği de ortadadır. Anti emperyalist mücadelenin bölgede sadece bu nedenle bile nesnel bir gerçekliği olduğunu kim reddedebilir? Böyleyse eğer bu mücadelenin dağınık, sistemsiz ve yarın var olmayacak bir biçimde tanımlanması büyük bir zaaf olmayacak mıdır?
Tam da böyle olacağı için ısrarlı bir şekilde “tutarlı anti emperyalist çizgi”den söz etmeliyiz. Bu çizginin hem var olduğunu hem de örgütlenmesi gerektiğini savunmalıyız.
Kitle örgütlerinin devrimci süreçlerdeki önemini açıklarken de komünistler bu tutarlı çizginin gerçekleşmesini konu etmişlerdir. Hem Marks’ın değindiğimiz makalesi hem Lenin’in konu hakkındaki ünlü tezleri hem de Mao Zedung’un kitle çizgisi anlayışı bu yaklaşımı içerir. Komünist ustaların konu hakkındaki tezlerini incelediğimizde önderlik edecek çizgiyi, izlenecek yolu tanımladıklarını ve bunu da kitlelerin çıkarlarını gerçekleştirmek olarak açıkladıklarını görürüz. Materyalist bir yaklaşımla kitlelerin hareketinin diyalektik gelişimini ortaya koymaları ve bunu bir önderlik anlayışıyla sentezlemeleri komünistlere özgüdür.
Anti emperyalist mücadeleyi anti feodal, anti faşist ve anti kapitalist mücadele kapsamında kavramak ve geliştirmek halihazırdaki kitle örgütlerinin ve daha genel söylersek kitlelerin çıkarlarını gerçekleştirme amacı içeren tüm kitle hareketlerinin içinde olabilmeyi gerektirir. Buralarda beliren görevlere sıkı bir şekilde sarılmak; gençlik, kadın, çevre, kültür, sanat alanlarındaki tüm sorunlara yakın ilgi göstermek ve bu alanlarda uzmanlaşmaya özel bir önem vermek mücadelemizin ve örgütlenmemizin temel özelliklerinden biridir. Bilmeliyiz ki devrimin kadrosu olmak kitlelerin çıkarlarını anlamak, kavramak ve gerçekleştirmek üzere donanımlı olmaktır. Bunlardan yoksunsak devrimin ne kadrosu olabiliriz ne de gerçek anlamda hamalı!