Bulunduğumuz coğrafyada insan yaşamı bazılarının daha rahat, daha konforlu yaşaması uğruna hiçe sayılıyor. Her gün insanların “doğal” olmayan sebeplerle hayata veda ettiklerini görüyoruz. “Bir hiç uğruna ölmek” deyimi coğrafyamızda sık sık yaşadığımız bir olay olarak çıkıyor karşımıza. Kimi zaman kıyılara vuran çocuk cesetleri, vahşice katledilen kadınlar, sömürü çarklarına sıkışan işçi bedenleri kimi zaman da basit önlemlerin ihmali sonucu sadece yolda yürürken hayatından olan genç insanlar. Duyduğumuz, okuduğumuz nice basit ölüm biçimlerinden insan yaşamının ne kadar değersiz olduğunu fark ediyoruz. Kuşkusuz bu yeni bir olgu değil. Nice öykü, roman, şiir anlatır bu insanlık manzarasını. Nazım Hikmet’in “Büyük İnsanlık” şiiri de buna dikkat çeker. Bugün neden gündemimizde peki! Çünkü teknolojinin büyük gelişim gösterdiği günümüzde bu manzaranın daha fazla farkında olmak yerine insanlar kendi dünyalarına gömüldüler. Teknolojik olanaklar bireycilik ekseninde inşa edilmiş düşünce biçimlerinin etkisinde daha çok “kendi kurtuluşuna” odaklamakta insanları. Oysa “değersiz insan yaşamları” da bu bireylerindir. Romanla, öyküyle, şiirle anlatılanları bugün yanı başımızda oluyor gibi görüyoruz, duyuyoruz. Üstelik neredeyse hemen her gün karşılaştığımız bu cinayetler bazen haber değeri bile taşımıyor. Ölümler sıradanlaşıyor, ölüme alışılıyor, yaşam ellerimizden alınıyor…
Her ölüm şekli içerisinde bir anlam taşır. Bazen sadece yerde uzanan ölü bedenler anlatır yaşadığımız sistemin bize ne vadettiğini. Aslında uzun uzun açıklamalara da gerek yoktur. Tek bir fotoğraf karesi özetler her şeyi. Örneğin İzmir’de akıma kapılıp can veren iki arkadaşın ölümü. Anlatılamayan şeyler öldüğün zaman anlam kazanır. Ölü bedenler sembolleşir bazı hafızalarda.
Elbette bu ölümlerin sebebi “kader” olarak görülemez. Bu türden ölümler, literatüre bakıldığında “doğal olmayan ölümler” kategorisinde yer alır. Yani hastalıktan ölen birisi ile batan mülteci teknesinde ölen birisinin ölümleri arasında fark vardır. Elbette yaşadığımız ülkede hastalıklara da yeterli tedavi sağlanmamakta, sağlıklı yaşayabilmek için elverişli koşullar bulunmamaktadır. Dolayısıyla bireyin hastalıktan ölmesinde de sistemin payı vardır. Hastalıkların oluşmasında yaşam standartları önemli bir etkendir. Günde 12 saat çalışan birisinin bağışıklık sisteminin yetersiz kalmaması olası değildir. Bu nedenle doğal ölümler olarak adlandırılan ölümlerde de aslında ihmal söz konusudur. En basitinden doğal ölüm sebeplerini incelediğimizde beslenme tarzı önemli bir etkendir. İşçi ve emekçi çoğunluğun yeterli ve dengeli beslenemediğini söyleyebiliriz.
Konumuza dönecek olursak sık sık rastladığımız ölümler doğal değildir. Hepsinde birilerinin ihmal payı vardır. Örneğin “felaket” olarak adlandırılan 2023 depremlerinde halkın nasıl göz göre göre ölüme terk edildiğini gördük. Deprem elbette doğal bir olaydır. Ancak çok sayıda şiddetli deprem meydana gelmiş bir ülkede yeni afetler için hiçbir önlem alınmaması, önlem almak adı altında halktan deprem vergisi toplanması, bu paraların da zenginlerin sofrasına akması halkın canının nasıl hiçe sayıldığını gözler önüne sermektedir. Depremden sonra yapılan araştırmalarda da imar aflarını, deniz kumundan inşa edilen binaları, müteahhitlere tanınan “fırsatları” gördük. Açılan davalarda sanıkların teker teker tahliye edildiklerine şahit oluyoruz. Oysa bu sanıkların depremin hemen ardından “yurt dışına kaçarken yakalandı”ğına dair çokça haber okuduk burjuva-feodal medyada…
KADER DEĞİL İHMAL
Geçtiğimiz ay Diyarbakır’ın Çınar ile Mardin’in Mazıdağı ilçeleri arasında çıkan yangında 15 kişi yanarak can verdi. Aynı günlerde Batman kırsalında sürdürülen operasyonlarda yoğun helikopter saldırıları gerçekleşirken yangının anız yakmaktan kaynaklandığı iddia edildi ve yangına müdahale neredeyse sadece halk tarafından yapıldı. Araştırmalarda DEDAŞ’ın ihmali bulundu. Elektrik direklerinin bakımsızlığından kaynaklı çıkan yangın 15 kişinin canına mal oldu. Elbette yangının Kürt illerinde çıkmasının da etkisi vardı. Sanal medya üzerinden şoven kampanyalar yürütüldü, devlet de her zamanki gibi ölümlere göz yumdu.
Yine yangından örnek verecek olursak nisan ayında bir gece kulübünde çıkan yangında 29 işçi-emekçi yanarak hayatını kaybetti. Sonradan yapılan incelemelerde yangın çıkış kapısının kapalı olduğu, risk planlamasının yapılmadığı belirlendi. Denetimsizliğin bedelini yine halktan insanlar, emekçiler ödedi. Bu tarz örnekleri sıralamaya kalksak uzun bir çetele tutmamız gerekir. İşte insan yaşamı bu kadar değersizleştirilmiştir. Göz göre göre katliamlar yaşanmaktadır. İliç’te toprak altında kalan, Bartın’da grizu patlaması sonucu can veren onlarca işçi sadece sayıdan ibaretti egemen sınıflar için. Her iki örnekte de güvencesiz çalışma koşulları, alınmayan önlemler ve daha fazla kâr hırsı aklımıza gelmektedir. Yani bu ölümler asla “kader planı” kapsamında değildir. Önlem alındığı takdirde yaşanmama olasılığı daha yüksektir. Ancak bu alanlardaki denetim göz ardı edilmektedir. Onlar için önemli olan daha fazla üretim ve daha fazla emek gaspıdır. “Ekonomik verimliliği artırma” planları adı altında özelleştirmelerin de genişlemesiyle daha fazla denetimsizlik ve hak gaspı ortaya çıkmıştır. Kendi hallerine bırakılan şirketler yabancı sermayenin boyunduruğu altında sadece elde edeceği kâra odaklanmaktadır. Devletin de bu noktada rızası vardır elbette. Sonuçta, oluşan tablo komprador burjuvazinin lehinedir. Halk kitleleri ise “kader planı” içerisinde ölüme mahkûm edilmektedir.
Yine bir ihmal sonucu sokak ortasında 2 kişinin elektrik akımına kapılarak hayatını kaybetmesi de yukarıda bahsettiğimiz örneklere benzemektedir. Yaklaşık 5 yıl önce basında “İlla birinin ölmesi mi gerekiyor?” başlığıyla haber yapıldığı ortaya çıkmıştır. Esnaftan alınan bilgilere göre defalarca kez şikâyette bulunulmuştur. Anlaşılacağı üzere ölüme davetiye çıkarılmıştır. Görünen o ki illa birilerinin ölmesi gerekmektedir.
KATİLLERE ÖDÜL HALKA ÖLÜM
Tüm bunlar yaşanırken cinayetlere ve katliamlara sebep olanların göstermelik cezalar almalarına ya da buna bile gerek duyulmamasına sıkça rastlamaktayız. Bu kişiler özellikle devlet kademelerinde bulunan, devletin çıkarlarını savunan yani devletle iş birliği içerisinde olan kişilerse cezasızlık politikası devreye sokulmaktadır. Somali Cumhurbaşkanının oğluna verilen “ceza” Türk yargısının özetidir. Eğer katilin egemenlerin çıkarlarını temsil ediyorsa ödüllendirilir, adalet isteyenler için geriye ölümü kabullenmek kalır. Hrant Dink’in katili Ogün Samast’ın “iyi halli” olarak tahliye edilmesi de buna benzer bir örnektir. Yüzlerce hasta tutsak bu “adaletten” yararlanamazken halk düşmanı katiller devletin kanatları altına alınmaktadır. JİTEM davalarının teker teker düşürülmesi, sanıkların tahliye edilmeleri, katliam davalarında zamanaşımı kararlarının alınması bir bütün Türk devletinin halk düşmanı karakterini göstermektedir. Katliamcı zihniyet dünden bugüne değişmemiştir.
Kısacası, her gün kadın cinayetleri, iş cinayetleri ve daha birtakım olaya rastlamaktayız. Neredeyse her gün bu ölümler yaşandığı halde önlen(e)memektedir. Bunun temel sebebini sadece hukuk sistemiyle açıklayamayız. Çürümüş olan yargı değil sistemin kendisidir. Sorun tek başına cezasızlığa indirgenemez, suçun yeniden üretilmesi gibi bir gerçeklik söz konusudur. Özellikle bizim gibi ülkelerde bu suçlara daha fazla rastlarız. Feodalizm ve kapitalizmin iç içe geçen yapısı ve emperyalizme olan tam bağımlılık gibi sebeplerle önemli olan her zaman egemen sınıfların çıkarları olmaktadır. Dolayısıyla halkın çıkarları hiçbir zaman önemsenmemektedir. Ölümle kuşatılan yaşamımızda halkın boğazına yapışan kanlı elleri defedecek, giydirilmek istenen kefenleri yırtacağız.