Krizin derinliğinde çırpınan, kurtulmak için ezilen halkların daha fazla sırtına binen emperyalist-kapitalizmin önemli bir birliği olan AB ve bu birliğin en önemli dişlilerinden olan Fransa, iki turlu olmak üzere bir milletvekili seçimi ve bir de Avrupa Parlamentosu seçimleri olmak üzere kısa sürede iki seçim süreci yaşadı. Bu seçimlerin özellikle ilkine damga vuran ise Fransa’da oyların çoğunluğunu alan “aşırı sağ” oldu. Le Pen gibi faşist bir aktör öncülüğünde kurulan Ulusal Birlik Avrupa Parlamentosu seçimlerinden zaferle çıkarak özellikle derinleşen krizin sonucu artan faşist eğilimin sistem ve kitleler nezdinde bir karşılık bulduğunu gösterdi. Baştan söylemek gerekir ki faşizm eğiliminin “zaferi” şaşırılacak ya da hayal kırıklığı uğratacak bir sonuç olmadı. 15 yılı aşan mali kriz tüm halklar üzerinde ağır sonuçlar vermeye başlamıştır. Emperyalist ve uşak devletlerde gün geçtikçe yoksullaşan, temel haklarından mahrum kalan halklar özellikle pandemi sonrası süreçte bu ağır sonuçlara karşı isyan bayrağını çekmeye başladılar. Bu ayaklanmaları engellemek ve halk üzerindeki ağır tahribatı kurumsallaştırma/kalıcılaştırma için adımlar atıldığı koşullarda bu “seçenek” tercih nedeni olabilmektedir. Özellikle AB ülkelerinde bu süreçte geçirilen/kalıcılaştırılan yasalarla birlikte zaten var olan faşist söylem ve pratikler kitleleri, daha fazla gündem olacak şekilde şekillendirmiştir. Bu süreçte Almanya ve Fransa başta olmak üzere Avrupalı devletlerin sözüm ona “Nazi hassasiyeti” de rafa kalkmış, neo-Nazi örgütlenmeler sokaklara inmişti. Sadece bu değil. Ukrayna’da 2014’de neo-Naziler açıktan desteklenerek darbe yapılmış, Rusya’ya karşı kışkırtmalarda temel öğe yapılmıştı. Rus işgaliyle birlikte Ukraynalı neo-Naziler parlamentolarda alkışlanmış, Rus tehdidine karşı büyük kahramanlar mertebesine çıkarılmışlardır. Neo-Nazi olmak meşru, yer yer itibarlı bir makamdır artık. Yine son senelerde artan hayat pahalılığı, zamlar; buna karşı işçi-emekçi cephesinde ya hiç ya da yok denecek kadar az maaş artışları kitlelerin memnuniyetsizliğini daha da artırmıştır. İşte bu süreç egemenlerin ve tabiri caizse “biz değilsek de fikirlerimiz iktidarda” deme durumundaki açıktan daha faşist yapıların güçleneceği alanı oluşturmuştur. Öyle ki halihazırda krizden bağımsız var olan “göçmen sorunu”, krizle birlikte elbette bu güçlerce neredeyse en başa yazılan bir gündeme dönüşmüştür. Bunun yanında “iktidarda” olan sözde demokrat, ilerici ya da merkez partilerin -doğal olarak- krizin cenderesinde gitgide boğulmaları ve krizin neden olduğu ağır tahribatın önüne geçememeleri kitlelerdeki memnuniyetsizliği sabırsızlığa dönüştürmüştür.
Fransa’da milletvekili seçimleri böylesi bir süreçte gerçekleşti. Avrupa Parlamentosu seçimlerindeki galibiyetinin ardından milletvekili seçimlerinde de ilk turu birincilikle kapatan Ulusal Birlik’in zaferi doğal olarak tek gündem olurken üst üste kazanılan iki seçim çok uzun yıllar sonra Fransa’da “aşırı sağ” bir hükümetin kurulacağının sinyallerini verdi.
Burada altı çizilmesi gereken bir diğer mesele de seçimlere katılım oranıdır. Fransa, genel olarak yüzde 50’yi dahi geçemeyen çok düşük katılım oranlarıyla bilinmektedir. Seçimlere katılımın bu denli az olması elbette üzerinde durulması, irdelenmesi gereken bir konu iken milletvekili seçimlerinin ilk turunda rekor katılım sağlanmıştır. Bu veri dahi bu seçimin herhangi bir seçim olmadığını gösterir. Bu, o ya da bu şekilde kitlelerdeki memnuniyetsizliğin bir yansımasıdır. İki turlu gerçekleşen seçimin ikinci turunda ise son cumhurbaşkanlığı seçimini az bir oyla kaybeden Melenchon önderliğinde kurulan Yeni Halk Cephesi kazanmış ve milletvekili sayısı sıralamasında birinci olmuştur. İlk turun birincisi Ulusal Birlik ise ikinci turun sonunda üçüncü sıraya gerilemiştir. Ancak yine genel sonuca bakıldığında hiçbir ittifakın tek başına hükümet kurma gücü ve yetkisi olmamıştır. İlk turun sonucundan sonra Fransa’nın birçok bölgesinde eylemler gerçekleştiren halkın “Hepimiz Anti Faşistiz”, “Faşizme Geçit Yok” gibi sloganları değerlidir. Muhtemeldir ki sürpriz olmayacak şekilde aşırı sağın zaferi beklenirken bu sonuç, genel anlamda beklenmeyen bir sonuç da olabilmiştir. Örneğin Melenchon’un çok az farkla kaybettiği son cumhurbaşkanlığı seçiminin -ki burada esas rakibi Macron’du- üzerinden çok da süre geçmemişken yapılan ilk tur seçiminde aşırı sağ Yeni Halk Cephesi ve mevcut hükümet cephesini geride bırakarak birinci çıkmıştı. Beklenmeyen; ama bir o kadar da Fransa gerçekliğinde anlaşılır bir yola girilmiştir: sistemin ihtiyaçları temelinde yeni bir dizaynın geliştirildiği görülmektedir.
Yine Avrupa’da krize bağlı savaş olasılığının günden güne daha çok dillendirildiği, Dünya’da gerçekleşen bölgesel savaşlar üzerinden atılan adımların belirleyici olduğu bir süreçte aşırı sağın güçlenmesinde emperyalist büyük tekellerin payı yadsınamaz. Tüm memnuniyetsizliğine rağmen örgütsüz ve öndersiz olan halka karşı sistemin devamlılığının sağlanması emperyalistler için esastır. Savaş ya da savaş öncesi koşullarda da böyle olmuştur. Bugün ezilen halklar üzerinde sallandırılan “Dünya savaşı” kılıcı, emperyalistlerin ihtimal dışı görmediği bir meseledir ve konumlanışlar da buna işaret etmektedir. Bu noktada “aşırı sağ” olarak betimlenen Ulusal Birlik’in aslında kâğıt üstünde gayet de “merkez” bir parti/ittifak olduğu da açıktır. Ancak bu da bir çıkarın ya da ihtiyacın ürünüdür. Özellikle mali kriz eksenli yaptırımların yetersiz olduğu, yükselen enflasyona karşı adımlar atılmadığı eleştirisi ve buna yönelik verilen keskin vaatler kitlelerde bir etki yaratmıştır. Bugün Fransa ve Avrupa’da aşırı sağın ciddi bir ivme kazandığı doğrudur ancak bu sadece faşist argümanların desteğiyle sınırlı değildir. Mevcut krizin ceremesini çeken, faturasını ödeyen ezilen esas olarak örgütsüz olan halkların memnuniyetsizliklerini sandıkta göstermeleri de anlaşılır bir durumdur. Bunun sonucu ise adı ya da tarafı ne olursa olsun mevcut hükümetlerin olanlardan sorumlu tutulmaları ve yerinden edilmeleridir. Yönetme görevinin “yenilere” devri de bu sürecin son yansıması oldu. Babasından aldığı ırkçı-faşist gömleği üzerine geçirirken onu kendi karakterine ve sürecin gereksinimlerine de uyarlayan Marine Le Pen’in mevcut Ulusal Birlik ittifakının esasta sağ ya da aşırı sağdan çok daha merkeze oynayan bir yapı olarak şekillenmesinde başrol oynamıştır. Böylece bu faşist yapılar daha geniş kitlelere hitap etme şansı yakalamıştır.
Her halükârda Avrupa’da faşist yapılanmaların sistem içi iktidarı zorladığı, en azından kendisi olmadan bir iktidarın şekillenmeyeceği bir süreci görüyoruz. Fransa’da ikinci tur sonunda faşist Ulusal Birlik üçüncülüğe gerilese de sürecin özelliği değişmemektedir. Parlamentoya gönderdiği milletvekili sayısı ise azımsanmayacak düzeydedir. Özellikle AB ülkelerinde devlet eliyle artan faşist politikaların seçim arenasında ve doğal olarak kitleler nezdinde bir güce dönüştüğü bir gerçekliktir. Buna karşı “Faşizme geçit yok” diyerek sokağa dökülen on binlerin örgütsüz ve öncüsüzlüğü de bir gerçekliktir. Ancak buna rağmen bu irade gösterilmiştir. Faşizmin ruhu gezdirilse de devlet eliyle halkların anti faşist ruhu galebe çaldı. Önümüzdeki süreçte Fransa’da hükümetin nasıl ve ne şekilde kurulacağı tartışmalarının ardından en azından bir sene -Anayasa Mahkemesi’nin erken seçim yasağıyla- bu kurulacak hükümet ve kitlelerin konumlanışını göreceğiz. Derinleşen mali kriz, bunun yarattığı politik kriz, artan savaş olasılığı ve elbette kitlelerin memnuniyetsizliği; Fransa ve AB bu çelişkilerin odağı olmuş durumda ve önemli bir süre de bu odak sürecektir. Kitlelerin örgütsüzlüğü örgütlülüğe, öncüsüzlüğü komünist parti öncülüğüne dönüştüğü oranda sınıf savaşımı ezilenler lehine gelişecek ve mutlak bir zafere doğru ilerleyecektir.