TÜİK, ekonomistlerin “hormonlu büyüme” olarak tanımladığı Türkiye ekonomisinin 2017 yılının üçüncü çeyreğinde % 11.3, dördüncü çeyreğinde % 7.3 olarak, 2017 yılının genelinde ise %7.4 büyüdüğünü açıkladı. Bu büyümenin nasıl bir “büyüme” olduğunu ayrıca değerlendireceğiz. Ama 2016’da TÜİK’in, ekonomistlerin tüm itirazlarına, güvenilmezliği ve yanlış olduğu uyarılarına rağmen hesaplama yöntemini değiştirerek gerçeğinden daha yüksek büyüme rakamları çıkardığını hatırlatalım. % 7.4’lük büyüme rakamına iktidar yetkilileri ‘coşkuyla’ sarılıp hep bir ağızdan ekonominin tahminlerinin üzerinde büyüdüğü, istikrar sağlandığı, refah düzeyinin yakalandığı, güçlü büyüme masallarıyla ekonominin uçtuğu çığlıkları atmaya başladılar. “Gelişmekte olan ülkeler” içerisinde ekonomisi en hızlı büyüyen ve OECD ülkeleri içerisinde de İrlanda’dan sonra ikinci sırada büyüme performansına sahip ülkenin Türkiye olduğunu söyleyerek bir taraftan “gelişmiş ekonomi” propagandası yaparken diğer taraftan da hızla yol alan ekonomik çöküş riskini gizleme telaşına tutuştular.
Zira artık tüm çabalara rağmen mızrak çuvala sığmıyor. Ekonomideki ciddi sorunlar saklanabilir boyutları aşarken enflasyon ve işsizlik çift haneli rakamlara demirlemiş, cari açık ve kamu açığı ise hızla büyümüş durumda. TL sürekli değer kaybederken döviz hızla yukarı doğru tırmanıyor, dış borç artıyor, faiz Erdoğan’ın tehdit ve “sitemlerine” rağmen bir türlü düşürülemiyor.
Üstelik bahsedilen “büyüme” halka yansımadığı gibi, rakamlar büyümenin halkı zenginleştirmek yerine daha da yoksullaştırdığını, iddia edilenin aksine ekonominin, özellikle de Dolar bazında büyümekten ziyade küçüldüğünü gösteriyor. Ekonomi büyüdüğünde GSYH’nın da kişi başına düşen milli gelirin de yükselmesi gerekir. Ancak 2016’da 863 milyar dolar olan GSYH’nın 2017’de 851 milyar dolara gerilediğini; kişi başına düşen milli gelirin de 10 bin 883 dolardan 10 bin 597 dolara gerilemiş olduğunu görüyoruz.
Yine “büyüme” olmuşsa işsizliğin azalıp, istihdamın artmış olması gerekir. Ancak 2016 yılına kıyasla 2017’de işsiz sayısının 124 bin kişi arttığı görülüyor. Örnekleri daha da çoğaltabiliriz.
Ekonomide sağlıklı ve sürdürülebilir büyümenin yaratılabilmesi için öncelikle ekonominin üretime dayalı gelişmesi, üretimle birlikte üretkenliğin ve teknolojik gelişimin de sağlanması gerekir. Yani kendini yenileyen üretim ve üretim araçlarının olması, üretkenliğin geliştirilmesi gerekir. Türkiye emperyalizme bağımlı yarı sömürge yarı feodal bir ekonomiye sahiptir. Dolayısıyla Türkiye böylesi bir ekonomik yapının kendine özgü tüm semptomlarını kendi içinde taşıyan bir ülkedir de. Bu ülkeye dair “gelişme”, “kalkınma” vb. anlatılar boş fıçı gibidir. Türkiye şimdi ithalata dayanan, dışardan sermaye akışı sürdükçe büyüyen, yavaşladıkça küçülen; inşaat ve tüketime dayanan bir büyüme gerçekliğine sahip. Bugünkü %7.4’lük (2017) büyümenin kaynağını kendini yenileyen üretim (sanayi üretimi) değil, Kredi Garanti Fonu aracılığıyla sağlanan krediler, vergi indirimleri ve teşvikler oluşturmakta. Bundan dolayı kalıcı, sürdürülebilir bir büyüme söz konusu değildir. Ki bu “büyüme” enflasyonu tetiklemekte, cari açığı büyütmektedir. Bu yüzden kendi içerisinde kırılgan bir özelliğe de bürünmektedir. Tam da bu kırılganlığın farkında olan emperyalist para ve kredi derecelendirme kuruluşları yer yer raporlar hazırlayarak tehlikeye dikkat çekip emperyalist sermayeyi de Türk egemen sınıflarını da uyarmakta, öneriler sunmaktadır.
ÇÖKÜŞÜN AYAK SESLERİYLE GELEN ERKEN SEÇİM
Kısaca Türk egemen sınıfları ve AKP iktidarı bu şişirme büyüme hikayelerine rağmen gelen tehlikenin ve çöküşün farkındalar. İktidarlarını kaybetme korkusu ve telaşına kapılmış durumdalar. AKP ve MHP ittifakını erken seçim kararı almaya götüren nedenlerden biri de bu korku ve paniktir. Bir yıldır ön hazırlıklarını yaptıkları, kendilerini sandıktan iktidara taşımasını hedefledikleri seçim yasası, yandaşa yapılan teşvikler, açıklanan ekonomik paketler, OHAL güvencesi ve rakiplerini diskalifiye edecek bir dizi yasak ve düzenlemeden sonra; yine siyasi arenada da Efrin’le körüklenen faşist-şoven dalga ve histerilerin de kendi etrafında kenetlendiğini düşündükleri, kendileri için en uygun (siyasi, ekonomik, askeri vb.) ortamın oluştuğuna kanaat getirdikleri an “alelacele”(!) erken seçim kararı aldılar. T. Erdoğan da zaten bu seçimleri 20 Nisan tarihli konuşmasında “depreme hazırlık” olarak tanımlayarak korkularını itiraf etmiş oldu.
AKP-MHP ittifakı seçmenin gözünü boyayıp oylarını satın almak amacıyla devlet kesesinin ağzını aşmaktan da imtina etmedi. AKP kesenin ağzını önce (erken seçim açıklamasının öncesinde) kendi yandaşı büyük sermayeyi ihya etmek için açtı. 19 şirkete 23 proje için 135 milyar liralık teşvik paketi sundu. Sermayeye daha fazla talan ve sömürü için iktidar tarafından bütün imkanlar sunulurken yoksul halka da seçim öncesinde kaşıkla verip seçim sonrasında kepçeyle alma şartıyla bazı şeyler sunuldu. İçerisinde emekçilere biner liralık iki bayram ikramiyesi, yaşlılık maaşlarının iki katına çıkarılması, vergi ve prim borçlarının yeniden yapılandırılması, imar affı, genç girişimciliğe destek, öğrenci affı vb. bir dizi düzenlemenin olduğu “seçim paketi” Başbakan Yıldırım tarafından açıklandı. Paket bir taraftan seçim rüşveti niteliği taşısa da diğer taraftan da artan ekonomik yıkım korkularının itirafı niteliğindedir. Zira bu korku 2 Mayıs’ta TBMM’ye torba yasa biçiminde sunulan paketin resmi gerekçesinde “ülke ekonomisinin büyüme hızını destekleme ve bu suretle kalkınmasını devam ettirmek amacıyla dünyadaki ekonomik ve politik riskler ile yakın coğrafyamızda yaşanan bölgesel olayların vatandaşlarımız üzerinde oluşturması muhtemel etkisini bertaraf etmek ve müteşebbislerin iş ve yatırım kararlarına daha sıhhatli bir şekilde odaklanmalarına imkan sağlama” şeklinde itiraf edilmektedir. Yani beklenen depreme bir ön hazırlık niteliği de taşıyor bu paket.
Bugün kapıya dayanan çöküş sadece Türkiye ekonomisinin ve burjuva feodal sistemin çöküşü değil. Bir bütün, yapısal krizlerinden kurtulamayan kapitalist-emperyalist sistemin de çöküş çanlarının çalmasıdır. Söz konusu olan Türkiye gibi emperyalizme bağımlı, kendi sanayisini, bağımsız gelişimini sağlayamayan, emperyalistlerin sermaye ihracına ve ithalata bağımlı büyümeye çalışan ülkelerde kaçınılmaz olarak tüm bu politikaların sonucu dış ticaret açığı, işsizlik ve yüksek enflasyon geliştiği için ekonomisi de güçsüz ve kırılgandır. Haliyle kapitalist-emperyalist sistemin de en zayıf halkalarını bu ülkeler oluşturmaktadır.
Gelinen aşamada egemen sınıflar, bir taraftan “demokrasicilik” oyunuyla, diğer taraftan OHAL, KHK gibi faşizme özgü biçimlerle, manipülasyon ve aldatmacayla iktidarını sürdürmek istiyor, yaşanacak depremlerin ve alt üst oluşun önüne geçmeye çalışıyorlar. AKP’nin 16 yıl boyunca “yapamadıklarını” Erdoğan seçim manifestolarında ilan ediyor. Halkla dalga geçer gibi “Ekonomik ivme hız kazanacak, faizler, enflasyon ve cari açık düşecek. Dar gelirli vatandaşlarımızın hayat standartları mutlaka artacak. Vergi sistemi daha adil hale gelecek. Dar gelirli vatandaşın üstündeki vergi yükü düşecek” biçiminde vaatlerde bulunuyor. Elbette halkın karnı artık bu yalanlara doydu. Yeter ki biz kitlelerin kendiliğinden bilincini kendisi için örgütlü bilince, harekete ve eyleme dönüştürmesini bilelim. Kitlelerle birlikte kitlelerin yaratıcı gücünü sandığa hapsetmeden mücadele alanlarına akıtalım. Kitlelerin üretimden gelen güçlerini alanlarda buluşturmasını bilelim.