MLM’ler Mao yoldaşın söylemiyle herhangi bir ülkenin tecrübelerini referans olarak görüp, sınıf mücadelesinin önlerine çıkardığı sorunlara cevap ararken bu tecrübelerden yararlanır ama bunu yaparken ne bu yaşanmış tecrübeleri, ne de dünya halklarının büyük ustalarının söylemlerini asla dogma olarak ele almazlar.
Ustalarımız MLM’ler için, bizler için birer yapıtaşları, referans noktalarıdır. MLM’ler bütün tanımların ve kavramların, tezlerin, açıklama ve değerlendirmelerin, kısacası bilginin mutlak olmadığını göreli bir değer taşıdığını da bilerek hareket ederler. MLM’ler, dogmatizmin yani değişen gerçeklik karşısında gerçeklerin değişmez olduğunu varsayan tüm açıklama, anlayış ve formüllere saplanıp kalmanın düşmanıdır. Çünkü dogmatikler mutlak ve durağan düşünce sistemleriyle gerçek yaşamdan, yaşamın nesnel gerçeğinden kopukturlar. Dogmatikler, idealisttirler de aynı zamanda. İdealistlerdir çünkü kalıcı, dokunulmaz, kalıplara sokulmuş anlayışları heybelerinde sürekli var ederler, mutlak ve durağan düşünce sistemleriyle somut gerçeği, gelişimi, değişimi yadsırlar.
Egemen sınıflar iktidarları boyunca emekçi yığınların kendi yaratıcı ve dönüştürücü güçlerinin bilincine ulaşmasına engel olmak için sistematik manipülasyonlarla gerçekleri çarpıtırlar. Dogmatiklerin toplumsal olay ve olguları kendi tarihsel, özgün koşullarından kopararak tek yönlü biçimde değerlendirmeleri, olguları bilimsel tarzda kavrama çabasından tamamen uzak tarihsel gerçekleri öznel, keyfi yorumlayan anlayışları, kitlelerin yaşadığı bilinç bulanıklığına küçümsenmeyecek boyutta olumsuz katkılar sunmuştur.
Onlar için MLM olmanın kıstası sadece MLM klasiklerini okumak ve birinci sayfasından son sayfasına kadar ezberlemekten ibarettir. Bu boyutuyla “bilmek” onlar için yeterlidir.
Oysa MLM’ler için öğrenmek (bilmek) demek, Kalinin’in söylemiyle “Marksist yöntemi benimsedikten sonra, uğraşımıza bağlı diğer sorunlara Marksistçe çözümler getirmeyi başarabilmek demek”tir.
Nasıl ki bir örgütün karakterine doğal ve kaçınılmaz olarak rengini veren şey o örgütün eyleminin niteliği ise bireyin gerçeğine, niteliğine renk veren de esasen onun eylemleridir. O niteliğin tek ölçütü de sınıf mücadelesinin gerçeğiyle ilişkisidir. Gerçekten kopuk her söylem bizim reddimizdir ve İ. Kaypakkaya yoldaşın söylemiyle “entelektüel gevezelikten” öte bir anlam taşımamaktadır.
MLM’ye yabancılaşmış, kronik miyopluklarına ek olarak omurga sistemleri felç olmuş bu anlayışların belirgin ortak özellikleri günün karşımıza çıkardığı sorunların çözümlerini anda değil geçmişte aramaları, somut koşulların somut tahlili yerine var olan tahlillerin bıktırıcı tekrarları, yorumların yorumlayanları olmalarıdır.
***
Nicel ve nitel olarak daralarak etkisizleşmiş, ideolojik siyasi olarak ehlileşip güçten düşmüş, söylemde hepsi sınıf eksenli çizgiye sahip bu anlayışlar örgütsel olarak da tarihinin en sorunlu dönemlerini yaşamaktadırlar. Kendilerini var eden özgün ideolojik-siyasi çizgileri ile çelişseler de örgütsel varlıklarını Kürt Ulusal Hareketi’ne (KUH) endeksleyerek devam ettirme uğraşındaki bu anlayışlar, örgütsel güç bakımından diğer örgütlerin hiçbiriyle karşılaştırılamayacak ölçüde olanaklara sahip KUH’un güncel ve dönemsel politikalarının yedekleneni durumuna düşmüştür. Bu yedeklenişin, savruluşun en somut örneği 1 Mayıs ve 24 Haziran parlamento ve “Cumhur”başkanlığı seçimlerinde aldıkları tavırdır.
Kitleler bir yana kendilerini bile değiştirme dönüştürme becerisinden uzak, negatif anlamda değişen ve gerileyen, sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarını karşılamada sınıfta kalmış bu oportünist “önderlikler” İstanbul 1 Mayıs tartışmalarında aralarında sadece ton farkı olan her renkten diğer reformist, oportünist anlayışlarla birleşerek “kitlesel bir 1 Mayıs”ı Maltepe’de “bayram” havasında kutlamışlardır. Taksim’de olmaya tartışma boyutuyla dahi cüret edemeyen kerameti kendinden menkul “öncü”lerin esaslı gerekçesi ise kitlelerin devletin saldırganlığı nedeniyle Taksim’de olmayacakları, kitleleri “korkuları”nın şekillendirdiği olumsuz ruh hali idi. Ülkemizde ve dünyada tasfiyeci akımlara göğüs germekten uzak, sınıf mücadelesini neredeyse “kimlik ve insan hakları”, “demokrasi ve demokratik haklar” “seçimler” vb. mücadelesine indirgeyen kitle kuyrukçusu bu anlayışların Maltepe tercihinin şaşılacak bir yanı yoktur.
“Süslemesiz ve dolambaçlı cümleler olmaksızın dile geldiğinde gerçek, daha bir gerçektir”
(Miguel de Unamuno)
Devamla; aynı oportünistler bu defa seçimler aracılığıyla mücadele ettikleri devletten değil, ona hükümet eden (ederken de doğallığıyla rengini veren) komprador sermayenin var ettiği bir bireyden kurtulmanın hesabını yapmakta, olur da hesapları tutarsa düzeni önce iyileştirip, sonrası “kısmet olursa” değiştirme anlayışıyla hareket etmektedirler.
Böylesi bir değişim mümkün müdür? Bu anlayışlarıyla değiştirmeye güçleri var mıdır? Yeter mi? Bu tartışmalara girmeye gerek dahi görmüyoruz. Zira değiştiremeyeceklerini, değişenin sadece kendileri olduklarını, durumlarının, tercih ettikleri yönelimlerinin adları gibi “geçici” olmadığını onlar da biz de biliyoruz. MLM’yi ve Kaypakkaya’nın görüşlerini referans alan kesimler tam da burada eleştiri konusu yaptığımız, bir ‘tercih’e tekabül eden bu yönelimin, pratiklerin niteliği üzerinde yeniden ve bir kez daha düşünmelidirler. Düşünmelidirler çünkü o zaman; sadece var olmak adına, “var olan her şey işe yarar” Makyavelist mantığıyla hareket eden, bunu kendisini var eden her şeyden vazgeçerek yapan anlayışların yeniliğe değil, yenilgiye yelken açtıklarını göreceklerdir.
Sağ tasfiyeci grubun seçimlere dair kamuoyuna yaptığı açıklamanın başlığı şu şekildedir: “Erken seçim sadece erken seçim değildir”. Bu makaleyi okuyanların bu başlığa tebessüm ettiğini kimininse garipsediğini tahmin etmek zor değil. (muhatap alınmalı mı) Haklılar da… Evet, bugün gerçekten de farklı anlamlar yüklendiği için Haziran seçimleri ne dostlarımız ne düşmanlarımız ne de bizim için özellikle de bu başlıkla seçimlere katılımını duyuranlar için sadece ‘seçim’ olmaktan çıkmıştır. Neden mi?
Tüm devlet kurumları gibi parlamento da egemenlerin iradesinin temsil edildiği, çıkarlarının korunduğu yerdir. “Millet iradesinin temsil edildiği yer” vb. her söylem yalandır ki zaten bu yalana reformistlerimiz haricinde söyleyenler dahi inanmamaktadır.
Burada milletten kastedilenin burjuvazinin iradesi ve çıkarları olduğunu biliyoruz. Eğer ki parlamento burjuvazinin ve devletin sahiplerinin çıkarlarına uygun bir işlev görüyorsa parlamento “kutsal” olmakta ve onun üstünde hiçbir “güç” olmamaktadır. Değilse ülkemizde ya da dünyanın farklı coğrafyalarında sayısız örneklerde olduğu gibi kutsallığı unutularak bir kenara atılıp devre dışı bırakılmaktadır.
Dünyanın hiçbir yerinde görülmemiştir ki parlamentonun sermayenin çıkarlarına karşı olduğu halde “milletin iradesi bu yönde tecelli etmiştir” diye burjuvazi tarafından “saygı” gösterilsin. Sermaye hakim olduğu devletin niteliğinden farklı bir devlet kurumuna zaten izin vermez. Devletin niteliği neyse kurumlarının niteliği de ondan farklı değildir, olamaz. Burjuva demokrasinin en “kusursuz” işlediği ülkelerde bile bu böyledir.
Özellikle bizim gibi faşizmin sürekli olduğu ülkelerde parlamentonun varlığı olağanüstü koşullar söz konusu değilse seçimlerin yapılması, halkın seçimlere katılımı, oy vermesi egemenlerce “ülkemizde demokrasi var”, “demokratik bir ülkeyiz” yalanı büyüsün diye özendirilir. Seçimler ve parlamentonun varlığı rejimin demokratik oluşunun kanıtı olamaz. Aksini iddia edenlere Osmanlı’da 1876’larda, TC’de ise kuruluş yıllarından itibaren parlamentonun var olduğunu anımsatırız. Aslında bu kurumlar söz konusu misyonlarıyla faşizmi maskeledikleri için burjuva anlamda bile demokrasinin varlığına, gelişimine engeldirler.
Seçimlere dönersek; seçimi isteyen kimdir? Reddedilen, karşı çıkılan, meşru görülmeyen bir seçime ayak uydurmanın, seçimleri isteyenin istemine uygun pozisyon alışın açıklaması var mıdır? Bunun neden olduğu trajikomik durumun anlaşılır bir yanı var mıdır? Meşru olmayan bir seçime katılarak seçimlerin meşru olmadığını söylemenin nasıl bir tutarlılığı olabilir, bu tutum ideolojik-siyasi bir aczin kanıtı değil midir?
Egemenler sömürü sistemlerini sürdürebilmek için kendi sınıfsal çıkarlarını toplumun ortak çıkarı olarak göstermek zorundadır. Bugün her iktidar gibi AKP iktidarı ve müttefiklerinin yaptığı da budur. KUH’un mevcut yönelimi düşünüldüğünde onların parlamentoda olmak ısrarı da bir yere kadar anlaşılmaktadır. Peki ya dışında ki “sol-sosyalist” güçlerin parlamento ısrarı nedendir? Sadece dostlar alışverişte görsün olamaz?
KUH’a “bir yere kadar” dememizin de elbette nedenleri vardır. Hemen altta sıralayacağımız nedenlere rağmen şimdiye kadar yapılagelmiş, yaşanmış şeyleri aynı şekilde yapmaya devam etmenin anlamı nedir?
3’ü büyükşehir olmak üzere 11 il, 95 ilçe ve beldede HDP belediyelerinin neredeyse tamamına yakınına atanan kayyumlar; 70’e yakın belediye başkanının tutuklanarak hapsedilmesi; 59 HDP milletvekilinin 55’i hakkında yüzlerce fezlekeyle açılan soruşturmalar; eşbaşkanlar dahil 30’a yakın (ki bu sayılar sürekli artmaktadır) milletvekilinin gözaltına alınıp tutuklanması, (devamsızlık gerekçesiyle de) milletvekilliklerinin düşürülmesi; soruşturma izni dahi verilmeyen Cîzre bodrum katliamları; yıkılan şehirler, göç ettirilen yoksul binler, sokaklarda çırılçıplak sürüklenen bedenler; Şırnex, Sûr, Sîlopî, Gewer, Gımgım, Nisêbîn, Hezex, Licê, Farqîn ve Cizre; şirketlere, gazetelere, dini vakıflara dahi atanan kayyumlar, el konulan, kapatılan, gasp edilen sermayeler… Şimdi bir kez daha düşünelim seçimlere katılım gösterilen ülke gerçeğini ve bunlar yaşanırken o umut bağlanan parlamentonun bu süreçteki rolünü…
Ülkemizde faşizmin örtülü ya da açık sürekli olduğunu unutmadan sandığa gitmenin hala demokrasiyi savunmak olduğuna inananlara soruyoruz; üstte örneklediğimiz yaşanmışlıklar sizler için seçimleri redderek boykot etmenin yeterli gerekçeleri değil midir? Ne adına sandığa gidiyor, kitlelere sandığı gösteriyor, hangi “demokrasi”yi savunmak adına kitlelere oy kullanmayı öğütlüyorsunuz?
Bir kez daha Miguel de Unamuno’nun sözünü anımsatıyoruz: “Süslemesiz ve dolambaçlı cümleler olmaksızın dile geldiğinde gerçek, daha bir gerçektir.” Süslemesiz, dolambaçsız savunucularıyla birlikte parlamenter legalist hayalleri, reformist fantezileri yerle bir eden, anlamsızlaştıran gerçekler…
Sormaya devam edelim; Kürt halkının evlatları körleştirip sağırlaştıran parlamenter sistemde katledilmedi mi? HDP siyasetçileri parlamenter sistemde tutuklanmadılar mı? Devletin faşist gerçeği olanca açıklığıyla meydandayken parlamento zemininde kalmayı her şey haline getirmek, buna destek olmak ideolojik-siyasal kırılmanın işareti değil midir?
Tarihte, tarihimizde kendisine komünist yaftası takanlar stratejisine (ki varsa) hizmet etmesi gereken, onu güçlendiren taktik kararları sadece dost hatırına, dostlar yalnız kalmasın diye almıştır? Alınıyorsa; dostlarla olan ilişkinin biçimleri de taktik denilen kararların da ideolojik-siyasal gerçeğin de yeni baştan sorgulanması en azından komünistliklerinin sorgulanması gerekmiyor mu? Ve yine sormak gerekir; Kürt ulusunun yaşadığı zulmün öncesi ve bugünüyle kaynağı ve nedeni sadece faşist Erdoğan mıdır? Devlet gerçeğini unutarak faşist Erdoğan’ı ülkenin gerçek sahibi kompradorlarla ilişkisinden bağımsız ele almak akıl tutulması değil de nedir?
İdealllerimizi ve sınıfı sembolize eden kızıl bayrağı Kobanê ve Rojava’daki silahlı direnişte fiilen yer alarak sallayanların Türkiye’de parlamentarizm batağına saplanıp kalması, aynı anlayışların aynı bayrağı sandık başlarında sallaması, seçimlerle oy kullanarak sistemi değiştirmenin mümkün olacağına inanmaları, kitleleri de buna inandırma çabaları kızıl bayrağa ihanet değil de nedir?
Bu anlayışların tartışmasız hiçbir meşruluğu olmayan seçimlerin meşruluğunu tartışarak seçimlere dahil olmalarının birincisi; seçimleri meşrulaştırmak, ikincisi ise; kendi “meşruluk”larını tartıştırmak olduğunu bilmiyor, görmüyorlar mı? Bizim gördüklerimizi, farkında olduklarımızı, itirazlarımızı, uyarı ve eleştirilerimizi onlar da elbette görüyorlar, farkındalar. Farkında oldukları için de “ama” ile başlayan, “fakat kitleler boykota hazır değil” ile devam eden cümleler kuruyorlar.
Kitleler hazır değil diyenlerin, bugün boykotu “kitlelerin (ki kitleleri hazırlamaktan da sanırız vazgeçtiler ya da o görevi başkalarına havale ettiler) hazırlıksızlığı, devrimci muhalefetin ya da alternatifin güçsüzlüğüne sığınarak reddedenlerin pozisyonunun; silahlı mücadelenin başlatılması için bozkırların bir bütün kurumasını, kitlelerin hazırlanmasını savunan Aydınlıkçılar’dan, dünkü Şafak revizyonistlerinin pozisyonundan, anlayışından farklı yerlerde olmadığı görülmelidir.
Bu gerçek üzerinden koşulların elverişsizliğini dillendiren iflah olmaz idealist, teslimiyetçi tüm eğilimler ve onun sözcüleri mutlaka her platformda teşhir edilmelidir. Başka siyasal hareketler bir yana ‘Kaypakkaya geleneğinin sürdürücüleri’ olduğunu savunan “geçiciler”den etkilenmiş taban bu gerçeği, bu benzerliği görecek ve bu pratiği mutlaka sorgulayacaklardır.
Devletin ve parlamentonun gerçeği ve işlevine dair her sözümüz düzen içi anlayışlara ek olarak o arayışa kapı aralayan yeni reformistlerimizce yüksek sesle itiraz nedeni olmakta, bizler kitlelerden kopuk, keyfi-sübjektif politik kararlar alan, Marksist ustaları anlamayan hatta Marksist olmayanlar olarak suçlanmaktayız(!)
GERÇEK NEDİR PEKİ? YA DA
SÜBJEKTİF OLAN KİMLERDİR?
Engels yoldaşın 1890’lara dair ya da Lenin yoldaşın 1905-06’lardaki seçimlere ve parlamentoya atfettiği önemi, o dönemin somutluğuna dair söylenmiş sözleri günümüze aynen taşımak o günün koşullarında doğru olan söylemlerle bugünü, bugünün pratiğini mahkum etmeye kalkışmak, kimi benzerliklerden hareketle buyurun Lenin yoldaş böyle söylüyor, kimi farklılıklar içinse hayır Lenin yoldaş bunu söylemiyor savunusu, herhangi güncel, taktik kararı yaklaşımı ustalarda yok diye reddediş, bugünü dünle Leninistler’i Lenin’le ya da diğer ustalarla mahkum etmek başka kronik hastalıklar bir yana en basitinden kaba dogmatik idealist bir yaklaşımdır.
Faşist yasal siyasal parti ve çevrelere bile propaganda yapma hakkı tanımayan, seçimler sonrası faşist saldırganlığa “halkın” onayını da alarak meşruluk kazandırmaya çalışan iktidarın ortaoyunun figüranı, katılımcısı olmak halka karşı işlenmiş bir suç olacaktır. Devrimciler sosyalistler bu suça asla ortak olmamalıdır.
Halka karşı saldırılarılar ancak halk kitlelerinin üretim ve yaşam alanlarında, mücadele alanlarında, sokakta örgütlenmesi ile engellenebilir. Enerjimiz buna harcanmalı, kitleleri sandığa değil örgütlü mücadeleye ve sokağa taşımalıyız. Değişim, kitlelerin sadece enerjisini değil ufkunu da boğan sandıkta değil kitle mücadelelerinde mümkündür.
Boykotun kitlelerce anlaşılmaması, kitlelerin boykota mesafeli oluşu, sahiplenmeyişi vs. vs. her türden kitle kuyrukçusu gerekçe bugünkü mevcut ekonomik siyasal atmosferde, emeğe, halka ve temsilcilerine saldırıların en uçta ve keskin biçimde yaşandığı bu günlerde hiçbir inandırıcılığı olmayan gerekçelerdir.
Ve boykot; bugün devrimci yapıların reformist anlayışlarla arasına set çekip ayrışması boyutuyla da daha da önemli bir hale gelmiştir. Bir kez daha, iktidarın hedef ve amaçlarının seçimler ve yasal kılıflarla işlerlik kazanması kitlelerde umutsuzluk yaratacaktır. Bu umutsuzluğun sahibi, yaratıcısı bir yanıyla egemenlerken diğer yanıyla da halkın enerjisini, umutlarını sandıklara taşıyarak orada boğulmasına neden olan, pirincin içindeki beyaz taşlar misyonunu oynayan “sol” olacaktır. Devrimcilerin görevi egemenlerin aşmaya çalıştığı ekonomik-politik-yönetsel krizi derinleştirmek, bu krizi aşmak için gündeme aldığı seçimlere gerekçesi ne olursa olsun “ama”lı kan taşımak olmamalıdır.
Sorun seçimleri boykot eden anlayışların nicel gücü ya da güçsüzlüğü değildir. Ki herkesin kabulüdür; seçimlere katılacak güçlerden KUH’un bileşenleri dışında seçimleri nicel olarak etkileyecek güç de yoktur, bu boyutuyla seçimlere katılımın ya da reddin nicel etkisi asıl tartışma değildir. Sorun düzene karşı tavizsiz devrimci duruş sorunudur, sorun düzen dışı güçlere legal kanalları ‘açarak’ devrimci dinamikleri boğma, tasfiye etme girişimlerine karşı devrimci iradeyi, itirazı var etme sorunudur. Yeniden vurgulamak gerekirse; “Halk kitlelerinin ihtiyacı faşist ittifaklar ve seçim aldatmacaları ya da sandığa umut bağlayan muhalefet çizgisi değildir. İşçi sınıfı ve halkın gerçek ihtiyacı sınıfsal, ulusal, cinsel sömürü ve baskıya karşı devrimci iddia ve özgüvene dayalı politik iktidar savaşıdır.”
Son olarak…
1940’larda seçme ve seçilme hakkı için mücadele eden Fransız kadınları yok sayılışlarına itirazlarını “Fransız kadınları Fransız mı?” sloganı ile ifade etmişlerdi. Bizde varoluşlarını tartıştıran Türkiyeli sosyalistlere soruyoruz siz gerçekten Türkiyeli misiniz?