Tarihin birçok döneminde çeşitli nedenlerle gündemde olan göç olgusu, neden ve sonuçları itibariyle çeşitli farklılıklar gösterse de, günümüzde de yoğun bir şekilde devam ediyor. Son yüzyılda uluslararası göç edenlerdeki artış ile birlikte dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 4’ü göçmen statüsündedir. Eurostat’a göre, 2023 yılının ilk dokuz ayında Türkiye’den AB ülkelerine ilk kez iltica edenlerin sayısı 51 bini aştı. TUİK tarafından yayınlanan Uluslararası Göç İstatistikleri’ne göre ise Türkiye’nin bir geçiş ülkesi olmasından kaynaklı 2022 yılında Türkiye’den yurtdışına çıkış yapanların sayısı 466.914 kişi. Türkiye’den yurtdışına giden nüfusun 139.531’ini Türkiye halkı, 327.383’unu ise yabancı uyruklular oluşturdu. Göç eden nüfusun yüzde 55.7’sini erkekler, yüzde 44.3’unu ise kadınlar oluşturdu. Göç eden nüfusun yaş gruplarına bakıldığında, en fazla göç edenlerin yüzde 15.8 ile 25-29 yaş grubunda olduğu görüldü. Bu yaş grubunu yüzde 13,4 ile 30-34 ve yüzde 12.8 ile 20-24 yaş grubu izledi.
Günümüzde, insanların kendi topraklarını bırakıp başka bir ülkeye sığınmasının birçok sebebi bulunuyor. Emperyalistlerin işgal saldırıları ve ekonomik kriz göçlerde birinci etken iken, sosyal ve siyasal tutum ve bununla beraber gelişen taciz-tecavüz, işkence, tutukluluk, cinayet gibi olayları yaşama ve yaşayacak olma kaygısının yanı sıra, eğitim sistemindeki bozukluğun yarattığı geleceksizlik gibi etmenler de bir arayışa sebep oluyor. İçinde yaşadığımız sistemin devamlılığını sürdürmesi açısından tüm baskı araçlarını kullanması ve toplumu sindirmeye çalışması ve bu sindirme işini zor araçlarıyla, katlederek, tutuklayarak, ötekileştirip tecrit ederek yapması, göç ve göçmenlik olgusunda önemli bir etken olmaktadır. Baskılara daha fazla dayanamayan, geleceğini güvence altına alamayan birçok insan başka ülkelere göç etmek zorunda kalmaktadır. Aslında bizim gibi yarı feodal yarı sömürge ve emperyalistlere göbekten bağımlı ülkelerde, “zorunluluk” faşizme karşı mücadele etmektir, çünkü gideceğimiz hiçbir yerin bize gül bahçeleri sunmayacağı açıktır ve yazının devamında bunu örneklendirdiğimizde daha iyi anlaşılacaktır söylemek istediğimiz.
Peki insanlar saydığımız bu sorunlardan kurtulmak, genel olarak güvenlik, fiziksel bütünlük, finansal güvenlik, yeni bir hayat kurma fırsatı, eğitim ve istihdam, korunma/koruma veya daha insancıl bir yaşam umudu ve beklentisiyle çıktıkları bu yolda tam olarak ne buldular? Çıktıkları o yolda; botlarda batıp hayatlarını kaybetmeden, herhangi bir orman köşesinde polis veya çeteler tarafından öldürülmeden, bir başka Avrupa ülkesinde yakalanıp parmak izi vermeden vardıklarında her şeyin bittiğini zannedip, ertesi gün hayallerini kurdukları hayata başlayacaklarını düşünürken, mültecilik hayatının acı yönleriyle ve iltica kamplarıyla tanışıyorlar.
Lisan problemleri, kültürel yalnızlık, ekonomik sorunlar, yeni yaşam biçimine ayak uydurmaya çalışma, mülteci statüsü hakkındaki belirsizlik, aile ve sosyal destek kaybı, arkasında bıraktığı aile üyeleriyle yeniden bir araya gelip gelemeyeceklerine yönelik endişe, geçmişe özlem gibi sorunlar yetmezmiş gibi, bir de zorlu kamp yaşantıları ekleniyor. İltica sürecinin en çok etkileneni aslında çocuklar oluyor. Okula gidecek bir çocuk; dilini hiç anlamadığı, iletişim kuramadığı, belki de dışlanacağı veya ciddi anlamda yalnız kalacağı, yıkıcı etkileri olan bir sürece dahil olacak. Henüz gelişim evresinde olan çocuklar kendilerini yalnızlık sorunu ile beraber, depresyon, anksiyete gibi psikolojik rahatsızlıklar içinde bulabilecekler. Geldiği ve yaşadığı ülke arasında bir yere sıkışıp kalıp kendini herhangi bir yere veya kültüre ait hissedemeyecekler.
Son dönemlerde çoğu göçmenin hem psikolojisini bozan hem de insani değerlerini ayaklar altına alan birer yarı açık hapishane sistemine benzeyen/modelinde işleyen kamplar bambaşka bir mücadele alanı oluşturuyor. Yabancı bir ülkede yabancı olmak çok zorken, bu süreci de daha da zorlaştıran bir devlet var. Devletler yıldırma politikalarından vazgeçmeyerek kamp ortamlarını ilticacılara psikolojik bir savaş arenasına çevirmek için elinden geleni yapıyor. Sistematik bir şekilde şehir merkezlerinden, toplumdan hem de tanıdıklarından uzakta dağlık bölgelerdeki kamplarda ilticacıları izole etmeye çalışıyorlar. Bu uygulamayla başarılı(!) bir şekilde emellerine ulaşıp mültecileri izole edilmiş bir yalnızlığın pençesine bırakıyorlar. Her ne kadar dünya basınında yer alması engellenmeye çalışılsa da, mülteci kamplarındaki intihar ve ölüm oranı gün geçtikçe artıyor.
Kamplarda var olan başka bir sorun ise kamp ortamlarında farklı ülkelerden gelen insanların aynı «kutu» içinde yaşatılmaya çalışılmasından kaynaklanıyor. Farklı milletler demek farklı kültürler, alışkanlıklar, gelenekler demektir. Kamptaki kadın ve çocuklar, bastırılmış toplumda yetişip kendini oralardan AB ülkelerine atan birçok mülteci tarafından taciz/rahatsız edilip, mobing görüyor. Bunlara ek olarak; uzun süre kötü koşullarda, dar bir ortamda kalmalarından kaynaklı oluşan gerginlik ile birbirlerine karşı tahammül seviyeleri de düşüyor. Farklı milletlerin bir arada yaşaması kutuplaşmayı ve beraberinde de çeteleşmeyi getiriyor. Bu çeteleşmeyle beraber çıkan sorunlardan kaynaklı günübirlik polisin geldiği mülteci kamplarında bir nevi can güvenliği için gelen mültecilerin can güvenliği tehlikeye giriyor. İltica/sığınma tanıyıp, koşulları düzeltmemek gelinen ülkelerdeki uygulamaları aratmayacak uygulamalara maruz kalmak iki yüzlüce işleyen kapitalist sistemin ta kendisidir.
Nüfusun hızla yaşlanmasından kaynaklı kapitalist ve emperyalist ülkelerin ucuz ve genç emek gücüne duyduğu ihtiyaç gün geçtikçe artıyor. Bu açığı da göçmenler üzerinden kapatmaya çalışan kapitalizm, mülteci kamplarına yönelmiş durumda. Kamplarda var olan çalışma zorunluluğu sadece kamp içi işlerde değil kamp dışı işlerde de çalıştırılmayı kapsıyor. Kaldırım temizleme, ormanda çöp toplama, yolları süpürme… Daha sayamayacağımız onlarca vasıflı-vasıfsız işlere götürülen ilticacılar, işe gitmek istemedikleri zaman, dört tarafı telle çevrili kampların giriş-çıkış saatlerine uymadıklarında, seslerini biraz fazla çıkarıp haklarını aramaya başladıklarında haftalık aldıkları cüzi miktardaki ücretin kesilmesiyle karşı karşıya kalıyorlar, daha kötü şartları olan yeraltı veya deport (geri gönderme) kamplarına sürülmekle üstü kapalı bir şekilde tehdit ediliyorlar.
Göçmenler, göç ettikleri yerlerde var olan göçmen derneklerinde birbirlerine destek olup uyum süreçlerini bir nebze de olsa kolaylaştırabilirler. Sömürü sistemi; göçmenlerin göçmenlerden ve yerli bilinçli emekçilerden ve devrimcilerden başka dostu olmadığını da gösteriyor. Avrupa sanıldığı gibi bir cennet bahçesi değildir ve her geçen gün yaşam koşulları daha da ağırlaşıyor. Ağırlaşan yaşam koşullarına ek olarak, ırkçı ve ayrımcı politikalar da eklenince mücadele kaçınılmaz oluyor. Ülke fark etmeksizin mücadele her yerde sürüyor ve sürdürülmesi gerekiyor! Mücadele edilmeden haklar alınamaz! Bu yüzden örgütlenmeye her zamankinden daha fazla ihtiyaç var. Tüm göçmen dostlarımızı, AGEB örgütlenmemize destek olmaya ve bir adım daha ileri çıkarak mücadeleyi büyütmeye davet ediyoruz.
*Bu yazı Avrupa Haber sitesinden alınmıştır.