[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
BİLİM VE FELSEFE İLİŞKİSİ: FELSEFE ÖLDÜ MÜ?
Her toplumsal gelişim ve değişim sürecinin öncesinde, ciddi bir birikime, bu birikimin neden olduğu sancılı kriz dönemlerine denk gelmemiz bir tesadüf değildir. Eldeki bilgisel birikimin yoğunluğu değişim sancılarına yol açar ve bu da nihai olarak pratik bir kalkışmaya önderlik edecek teorik sıçramayla sonuçlanır. Toplumsal pratik ve üretim faaliyeti, bilgi-birikimin beslendiği temel alandır ve değişimin tohumları bizzat burada atılır. Bugün çözülmez olarak görülen sorunlar, yanıtlanamaz olarak karşımızda duran sorular da bu pratik faaliyetin bir sonucudur. Cevap bulan her soru ve aşılan her sorun, yani çözülen her çelişki, yeni sorulara ve çelişkilere kapı aralar. Gelişim, bu temeller üzerinden gerçekleşir.
Bir dönem için bilgi-birikim, tek başına yeni pratik süreçlere ve toplumsal değişimlere kapı aralamaz. Yani sorun biriken bilgi ve tecrübe sorunu değildir tek başına, aynı zamanda bilgi birikiminin doğru bir toplumsal anlayışa ve teoriye dönüştürülmesi, sağlam temeller üzerine oturtulması gerekir. Bu, toplanan tüm bilgilerin ve bunların tekabül ettiği bütün yasaların detaylı incelenmesini ve açıklanmasını zorunlu kılar. Neticede bilimsel ve gerçeğe temas eden teoriler toplumsal ilerlemenin önünü açacaktır. Bugün için sınıfsal çıkarının gerçeklik ile olan ilişkisinin bilincine varan proletarya da yeniden toplumsal bir altüst oluşun ve ilerlemenin kilidini açan toplumsal dinamik olacaktır. Çünkü proletaryanın çıkarı gerçektedir, takip edeceği yolun bilimsel olması gerekliliktir. Bugün için, toplumsal çelişkilerin ve tıkanıklığın anahtarı proletaryanın mücadelesi olduğu için, ilerleme ve gelişme dinamiğinin kendisi de sınıf mücadelesinin kendisidir.
Peki gerçek ile temas nedir, nasıl sağlanır? Bilim kisvesi veya bilimsel felsefe adı altında ortaya çıkmış onca gerçekten kopuk teori mevcut iken gerçekten bilimsel olanın ayrışımı nasıl sağlanacaktır?
Bu sorular sınıf mücadelesinde varlığını koruyan, mücadelenin yükseltilmesi gereken önemli bir alana işaret etmektedir. Üretimden doğan bilgi, gelişimin basamaklarından biri haline nasıl dönüşecektir? Bu gelişme için üretici güçlerin, proletaryanın dünya görüşünün referans alınmasının zorunlu olduğunu söyleyebiliriz. Burada sözünü ettiğimiz olgu, iki temel akım arasındaki mücadelede bilimsel olanın, tabiatın davranışını kavrayan ve geliştirecek olanın yani geldiği en yüksek aşama itibari ile diyalektik materyalizmdir. Onun ne derecede referans alındığı temeldir. Gerçeğin doğasını ve çalışma prensibini esas alan yöntem, bilimsel olacaktır, aynı zamanda bu yöntem ve dünya görüşü gelişimin teorisinde can suyu olarak işlev görecektir.
İki temel felsefi yönelimin, iki temel doğa görüşünün arasındaki mücadele bugün için, bugünün dünyasında sınıfsal ve toplumsal çelişkilere bağlı olarak devam edecektir. Çünkü bu iki temel kutup arasındaki mücadelenin seyrini belirleyen de bugün için sınıf mücadelesinin kendisidir. Ortaya çıkan “yeni” akımlar da temelini yine büyük ölçüde bu akımlardan alır. Bugün de güncel olarak “bilim felsefesi” iddiası ile ortaya çıkan akımların büyük bir kısmının, nihayetinde vardıkları noktanın idealizm, kullandıkları yöntemin metafiziğe nasıl çıktığını görmekteyiz. Özellikle bu tartışmaların yoğunlaştığı 18. yüzyıl sonrasında, bilimsel felsefe adı altında üretilen kaba materyalist anlayışların nasıl birbirini tekrar ettiği, idealizm ile birçok noktada nasıl buluştuklarını görmek mümkündür. Kimi anlayışlar bilgiyi salt duyusal sürece sıkıştırarak neden ve sonuç arasındaki ilişkiyi, fenomenlerin birbiri ile olan bağlantısını, maddenin bir ürünü olan bilincin işlevini tümden görmezden gelirken kimi anlayışlar ise akıl ve mantığı, maddenin dönüşüm sürecinden ayrıştıracak kadar kutsallaştırmış, netice itibari ile her ne kadar içlerinde “akıl, mantık, bilim ve bilinç” kavramlarına bolca yer verseler de açtıkları kapı, idealizmin kapısı olmuştur.
Toplumsal ilişkileri incelerken kullanılan yöntem, sonuç olarak siyasal olarak takınılan tavrı da belirleyecektir. Bunun en net örneklerini, 19. yüzyıl ve sonrasında ortaya atılan felsefi teorilerden de görebilmekteyiz. Büyük çoğunluğunun ortaklaştığı esas nokta, kapitalist sistemin ihtiyaçlarına göre şekillenmiş olmalarıdır, aynı zamanda bilimin ürünlerinin ve ortaya çıkan bilgi-bilimsel sonuçların suistimaline dayanmaktadır. Bu yorumların tümü, gerici sistemin savunuculuğundan ibarettir, hedefleri ise bilimsel ve zorunlu olarak devrimci yöntemin kendisidir. Bu durum, tüm bilimsel gelişmelere ve ortaya çıkan ürünlere rağmen ileri atılımların önünü açacak şekilde bunlardan ayakları üstüne basan bir teori oluşturulamamasına yol açmaktadır. Birçok bilim alanında bu durum bir kriz haline neden olmaktadır, proletaryanın bilim alanındaki gücünün pekiştiği dönemlerde ise açık bir mücadele alanına dönüşmektedir. Bunun örnekleri de bolca mevcuttur, Sovyetler’de yürütülen bilimsel çalışmalar ve ortaya atılan bilimsel teoriler, pratikte karşılık bulmasına ve ispatlanmasına rağmen aydınlanmacı-eski toplumcu kesimlerin hedefi olmuştur. Bu alanda da sınıf mücadelesinin berrak şekilde sürüyor oluşu ve egemen anlayışın gerici niteliği, bugün için bilimde yeniden kriz dönemlerine girilmiş olmasını beraberinde getirmiştir.
TOPLUMUN GELİŞİMİ FELSEFEYİ NASIL ETKİLİYOR?
“Her felsefenin ve özellikle modern felsefenin büyük temel sorunu düşüncenin varlık ile ilişkisi sorunudur.” (Marks) İnsanlık tarihinin başından bu yana, insan bilincinin ne olduğu, varlık yani madde ile olan ilişkisi tartışılagelir olmuştur. Uzun yıllar boyunca bu ilişki açık bir şekilde tanımlanamamış, bilincin kökenine dair tartışmalar ayakları üzerine oturtulamamıştır. Felsefe ise uzun yıllar, yalnızca kendinin ve çevrenin farkında olma yetisinin bir ürünü olarak algılanmış, insanın tabi olduğu tüm çelişkiler ile birlikte gelişim ve değişime uğrayana kadar, ön açıcı ve işlevli bir cevap olamamıştır. Çünkü felsefenin kendisi gıdasını bizzat pratik sonuçlardan alır, tüm pratik çıkarımlar doğru veya yanlış da olsa felsefi yorumlarda izler bırakır. Aynı zamanda eski çağlardan bu yana, insanlığın içinde bulunulan çelişkileri yorumlamada iki temel akım ekseninde şekillenmiştir. Bu iki temel akım, idealizm ve materyalizmdir. Her iki akım da süreç içerisinde doğa bilimlerinin açtığı kanallardan ilerlemiş, toplumsal pratiğin kendisi ile biçim değiştirmiştir. İdealizm içeriği ile örtüşecek şekilde, geri olanın temsilcisi, materyalizm ise uzun bir zaman için ileri doğru ilerleyişin felsefesine temel olmuştur. 18. yüzyıl ve aydınlanma süreci sonrasında, yani kapitalizm ile birlikte, kaba materyalizm de artık ilerici bir rol oynayamaz olmuştur. Kaba materyalizmin mekanik madde ve doğa anlayışının yön verdiği teoriler, onun metafizik yönteme saplanmasına sebep olmuş, böylece ilerici yönünü de kösteklemiştir. Marks’ın belirttiği şekilde, bu eski materyalizmin bakış açısı burjuva toplumdur.
Marks’ın işaret ettiği olgu, felsefi yönelim ve siyasal yönelim arasındaki ilişkiye yapılan atıftır aynı zamanda. Bu sürecin ihtiyacı, yorumlamanın ötesine geçmek olmuş, materyalizmin de tabiatın ve toplumun temel yasaları ile yeniden buluşturularak devrimci bir niteliğe kavuşturulmasına sebep olmuştur. 19. yüzyıl toplumsal pratiğin, üretim ilişkilerinin ve bilimsel birikimin eriştiği yeni evreye tanık olmuş, yeninin ve geleceğin teorisinin inşa edilmesine zemin oluşturmuş, olanak vermiştir. Dolayısı ile yeni olanın yakalanması adına yöntemin ve felsefenin kendisinin de devrimcileştirilmesi ihtiyacı doğmuştur. Aynı zamanda, bilgi-bilimsel gelişim, tarihsel gelişimin ve tabiat yasalarının daha iyi anlaşılmasını da beraberinde getirmiştir. Bilimsel öngörülerde hangi yasaların göz önünde bulundurulması gerektiği, hangi yöntem ile toplumsal okumaların ve yorumlamaların yapılması gerektiği de böylece daha da berraklaşmıştır. Sanayi ve üretim ilişkilerindeki gelişim ve değişim bunun ispatı olmuş, felsefe de bu pratik süreç ile yeniden şekillenmiştir. Felsefenin bu dönemki krizinin çözülmesi Marks ve Engels’in çalışmaları ile mümkün olmuş, yöntem bilimsel ve devrimci niteliğe kavuşmuştur.
Eski ya da mekanik materyalizm varlığı madde dışında aramayan, oldukça verimli tespitler yapabiliyordu. Ancak tüm bunlara rağmen ilk zamanlarından bu yana tabiat ve toplum yasalarının kavranmasında, eldeki bilgi-bilimsel ürün yeterliliğine rağmen bir adım atamıyordu. Ancak 19. yüzyıla gelindiğinde bilgi-birikim ve toplumsal ilişkiler öyle bir evreye varmıştı ki artık tabiatın mekanik yorumu çalışmaz olmuştu. Gelişen fizik yasaları ile hareket ve kaynaklık eden faktörler artık daha net anlaşılabiliyordu, biyoloji alanında yapılan çalışmalar yalnızca canlı organizmanın bugününü değil, tarihsel sürecini de açığa çıkaracak şekilde gelişiyordu. Uzay bilimleri geliştikçe bin yıllık köhnemiş ve değişmez kabul edilmiş savların yanıldığı gün gibi açığa çıkıyordu, yaratıcı bir el fikrine ihtiyaç duyulmuyor, canlılığın gelişim sürecinin kilise doktrini ile uyuşmasına özen gösterilmiyordu. Bilim gözlerini hangi alana ve yöne çevirse sınırsız bir değişim, gelişim ve devinim görüyordu. Yalnızca doğa bilimlerinde değil, toplumsal alanda da sanayinin gelişimi ve devrimci bir sınıf olarak proletaryanın ortaya çıkışı, üretim ilişkilerindeki gelişmeler ve toplumsal değişimin dinamikleri açığa çıktıkça dünya görüşü değişiyor ve felsefe de yeniden şekilleniyordu.
Artık bilim, daha net bir şekilde tabiatın davranışının daha fazla anlaşılması ile bu yasalara uygun teoriler inşa etmeye başlıyordu. Bu dönem aynı zamanda bilimin teoriler yolu ile gelişmesine olanak veriyordu, bilim yalnızca belli pratik gözlemler ve sınırlı varsayımlardan ibaret olmaktan çıkıyordu. Dolayısı ile bilimin teorik yönünün gelişimi ve açıktan tabiatın davranışını anlama çabası, bu teorilerin tabiat ile daha fazla uyuşmasını sağlıyordu ve ürünleri de gözle görülebiliyordu. Sistem açısından da eski materyalizm bir tehdit oluşturmuyor, aksine kendi sisteminin gelişim sürecinde işine de yarıyordu. Bir yandan da gözlem ürünü olan parçalı bilimsel ürünlerin bir araya getirilerek tabiatın davranışının anlaşılması ihtiyacı daha da yakıcı bir sorun haline geliyordu. Dolayısı ile üretilecek teorilerin de hem idealizm ile açıktan ayrıksı hem de metafizik durağan yöntemi dıştalayan temeller üzerine inşa edilmesi gerekiyordu. Ancak asıl sorun, maddeci anlayışın, tabiat ve toplumun gelişim yasaları ile birleşerek bir dünya görüşü ve yöntem haline gelmesiydi ki bu da devrimcileşmek anlamına geliyordu. Marks ve Engels’in büyük keşfi, bu sebeple düzen savunucularının hedefi haline gelecek, bilim ve felsefe alanı da sınıf mücadelesinin bir mevzii haline dönüşecekti.
(Devam Edecek)