Sınıf mücadelesinde, proletaryanın ya da ezilen milyonların iktidar savaşımında, iradi müdahaleyi reddeden, gereksiz gören anlayışı tanımlayan kavramdır kendiliğindencilik. Kendiliğindenciler; devrimleri, sınıflar savaşımını, proletaryanın iktidar mücadelesini reddetmezler. Ne var ki, iktidar mücadelesi yürüten proletaryaya bilinç götürmeyi, bu bilinci götürecek olan komünist partisini örgütlemeyi ve komünist partisinin, işçi sınıfının sermaye sınıfına karşı yürüttüğü iktidar savaşımına kurmaylık yapmasını gereksiz görürler.
Kendiliğindencilere göre, kapitalist sistemin iç dinamikleri, yani kapitalizmin doğasındaki çelişkileri, işçi sınıfının devrim bilincine, burjuvaziyi iktidardan alaşağı etme bilincine ulaşmasını sağlayacaktır. Bu yüzden işçi sınıfına, kapitalizmin yıkılıp yerine sosyalist sistemin kurulması gerektiği bilincini dışarıdan götürmeye gerek yoktur. Marksizm’in “sağdan” yorumlanmasıdır kendiliğindencilik. Hareketi, değişim ve dönüşümü en önemlisi de sosyal alandaki gelişmeleri, insan iradesini hesaba katmaksızın yorumlayan sistemli ve disiplinli bir anlayışı tanımlar. Dünyayı, toplumsal gelişmeleri, yani hayatı iradecilik ile açıklayan anlayışın tam zıttıdır. İradecilik, bütün nesnel şartları yok sayarken, kendiliğindencilik de, iradeyi yok sayarak nesnel şartları her şey kabul eder. Diyalektik tarihsel materyalizm, dünyayı yorumlama ve değiştirme pratiğinde, nesnel şartları yok sayan iradeciliği de, iradeyi yok sayan kendiliğindenciliği de reddeder. Diyalektik tarihsel materyalizm, tarihi, hareketi, toplumsal alt üst oluşları, objektif ve subjektif faktörlerin diyalektik ilişkisini ve etkileşimini bir arada değerlendirerek açıkladı. Örneğin bir toplumsal alt-üst oluş (devrim) için, objektif faktörler ne denli olgunlaşırsa olgunlaşsın, subjektif faktör yani irade olmaksızın devrimin gerçekleşmesi imkansızdır; aynı şekilde subjektif faktör ne denli güçlü olursa olsun, objektif faktörler olgunlaşmaksızın da toplumsal alt-üst oluş imkansızdır. İşte kendiliğindencilik, objektif faktörler ile subjektif faktör arasındaki zorunlu diyalektik birliği yadsır ve mekanik bir biçimde objektif faktörleri “her şey” ilan eder. Bu yüzden de, “devrim”, “sınıf mücadelesi”, “sosyalizm”, “Marksizm” savunusu sözde kalır ve proletaryayı edilgenleştirerek, burjuvazi karşısında savunmasız bırakır. Bugün için kolektifimiz saflarında, kendiliğindencilik doktrinini savunanlar yoktur. Yani devrimin, objektif şartların olgunlaşmasıyla kendiliğinden gerçekleşeceğini, proletaryaya bilinç götürmenin gereksizliğini, bunun için komünist partisinin sınıf savaşımına müdahalesinin gereksizliğini savunan anlayışlar yoktur. Ama kendiliğindenciliğin çeşitli tezahürlerinin saflarda boy verdiği de aşikardır. Bunun en bariz biçimleri de, ülke ve dünyada yaşanan pek çok gelişmeye tavırsız kalma olarak yaşanmaktadır. Gelişmelere müdahale etmek ve sürecin yönünü tayin etmek hiç kuşkusuz maddi güç sorunudur. Ama maddi güç olmak da ancak ve ancak sürece doğru politikalarla müdahale ile mümkündür. O halde müdahalesizliğin nedeni maddi güç olamamak değil, aksine maddi güç olamamanın nedeni müdahalesizliktir diyebiliriz. Kaldı ki, Marksizm-Leninizm-Maoizm maddi güç olabilmek için en büyük cevherdir. Çünkü Marksizm-Leninizm, Maoizm, üretim sürecinde, sınıf mücadelesinde ve bilimsel deneylerde sınanmış yegane kılavuzdur. Böyle bir kılavuza sahip olduğumuz halde, maddi güç olamamaktan yakınıyorsak, çıkarmamız gereken sonuç, olayları ve gelişmeleri, yani toplumsal çelişkileri Marksizm-Leninizm-Maoizm perspektifiyle analiz edemediğimizdir. Kolektifimizde kendiliğindenciliğin tezahürünü pratik müdahalesizliğe indirgemek; yani eylemsizlik, aksiyonsuzluk (hareketsizlik) olarak algılamak, sorunu oldukça darlaştırmak olacaktır. Aksine, kendiliğindenciliğin tezahürleri en çok ülkede ve dünyada yaşanan gelişmeleri bilimsel bir perspektifle yorumlayıp olumlu olumsuz sonuçların neler olduğunu tespit etmekte, elimizin altında ve çevremizde devrim mücadelesini güçlendirecek olanakların neler olduğunu inceleyip bunları kullanma çabasında; kolektifimizin 46 yıllık tarihine rağmen sınıf mücadelesinde olması gereken yerde olamamasının nedenleri üzerine, alışılmış, basma kalıpçı yöntemlerin dışına çıkarak sorgulama ve bilimsel sonuçlara ulaşma çabasında; sınıf mücadelesinin ve komünist partisinin hangi tipte kadrolara ihtiyaç duyduğu ve bu tipte kadrolar haline ulaşma gayretinde; karşı devrimin ideolojik, politik, kültürel, örgütsel kuşatmasını yarmak için ne tür politikalara ve taktiklere ihtiyaç duyulduğunun araştırılmasında ve bunları tartıştırıp maddileştirme çabasında… Velhasıl ideolojik, politik, askeri örgütsel ve kültürel anlamda daha da yetkinleşme çabası ve gayretinde gözlemlenmektedir kendiliğindencilik. Açıktır ki kendiliğindenciliğin etki alanının böylesine geniş olması, mücadelenin öznesi bilincinin muğlaklaştığının da göstergesidir. Kendine güven duygusunun, kuşatmayı yarma cesaretinin kırılmasıdır. Mevcut durumu objektif olarak kabullenmedir. O halde bizim kendiliğindenciliğin ne olduğu üzerine sayfalar dolusu yazılar yazmaktan, saatler süren konuşmalar yapmaktan ziyade, hem faaliyet alanımızda hem de kolektifimizin diğer faaliyet alanlarında kendiliğindenciliğin hangi biçimlerde somutlandığı üzerinde durmamız çok daha verimli olacaktır. Komünist partisinin her militanı, her komitesi, kendini dünüyle sınamak zorundadır. Politik bilinci, örgütsel aktivitesi, kitleler üzerindeki etki gücü, komünist partisinin diğer alanlarıyla ilişkisi ve katkı düzeyi, yani bir bütün olarak pratiği dünden farklı ve daha ileri değilse o militan ve komite kendiliğindenciliğin girdabına tutulmuş demektir.
Kendiliğindenciliğin hüküm sürdüğü şartlarda, gelişmenin olması imkansızdır. Gerileme, ideolojik yıpranma, devrimci duygularda aşınma, sınıf bilinci ve kininde azalma ya da yitim kaçınılmazdır. Söz konusu olan kuru kuruya inanç, içi kof bir kendine güven, gözü kara ve salt yıkıcı bir kin ve nefret, kendiliğindenciliğin panzehiri olamaz. Nesnel gerçekliğin bilimsel temelde yorumlanıp doğru müdahalelerin neler olması gerektiğini tanımlamayan devrimci teoriyle buluşmayan inanç, yok olmaya mahkumdur. Aynı şekilde kendine güvenin ve sınıf kininin de bilimsel bir temeli olmak zorundadır. Mevcut sistem, kendiliğindenci düşünüş ve yaşayış tarzının en güçlü üretim merkezidir. Ekonomik, politik, kültürel anlamda toplumun çok küçük bir azınlığını tatmin eden bu sisteme karşı güçlü ve etkili halk hareketlerinin olmayışı, kendiliğindenci düşünüş ve yaşayış tarzının ne denli güçlü olduğunu göstermiyor mu? Evet, kitlelerin mevcut sisteme karşı muazzam bir tepkisi var; ama bu tepkiyle hiç de doğru orantılı olmayan bir tepkisizlik de var. Niye? Çünkü kitlelerin kendine güven duygusu öylesine zayıf ki, bütün hoşnutsuzluğuna ve tepkisine rağmen, sistemin kendisine çizdiği sınırları kanıksıyor ve o sınırlar içerisinde yaşamaya kendini mahkum sayıyor. Sisteme karşı olan hoşnutsuzluğunun en ileri tepki biçimi kamu kurumlarının kuyruklarında, adliyelerde, toplu taşıma araçlarında vb. yerlerde açığa çıkıyor. Küfürleşiyor, yumruklaşıyor ya da boğazlaşıyorlar.Yani kendi içine patlıyorlar. O halde saflarımızda yaşanan ve çeşitli alanlarda tezahürleri olan kendiliğindenciliğin, bu sistemden sızdığı bir gerçek. Çünkü kolektifimizin saflarına gelir gelmez, sistemin kazandırdığı ve benimsettiği düşünüş tarzından arınmış olmuyoruz. Aksine, pek çoğumuz, salt sistemden değil, geniş emekçi yığınlardan da umudumuzu kestiğimiz, aradığımızı (sorunsuz bir yaşam, mutlu bir ilişki, geleceğini idame ettirme garantisi veren çalışma ortamı olanağı vb.) bulamadığımız için geliyoruz devrimci saflara. Henüz devrimci saflara gelmeden önce bulunduğumuz ortamı (aile, arkadaş, mahalle, okul, fabrika) değiştirme pratiğine ya hiç girmemişizdir ya da biraz çaba harcadıktan sonra “bunlardan iş çıkmaz” demişizdir; böyle dediğimiz için de o ortamlardan bir an önce kurtulmak için devrimci saflara gelmişizdir. Yani değiştirme, dönüştürme çabasına, emek harcama sabrına yabancıyızdır. Ama buna rağmen, devrimci saflara geldiğimiz için, hem kendimizin, hem de bizden başka gelenlerin, bütün değer yargılarını, düşünüş ve yaşayış tarzlarını, geldiğimiz ortamda bıraktığımızı, dahası kendimizi geldiğimiz ortamdaki insanlardan çok farklı görür-zannederiz. Hal böyle olunca, devrimci safları sorunsuz, sıkıntısız, her şeyin güllük gülistanlık olduğu bir ortam olarak algılar ve böyle bir beklentiye şartlandırırız kendimizi. Bizim için neyin iyi neyin kötü olduğuna, evde babamız, annemiz, okulda öğretmenlerimiz, arkadaş ortamlarında en iyi bilenlerimiz, fabrikada patronlarımız, askerde komutanlarımız karar vermişlerdir. Onların karar vermesinin gayet doğal olduğunu sistem bize kanıksattığı için, bunda problem görmeyiz. Devrimci saflara da bizim için neyin iyi olduğunu bilmedikleri için gelmişizdir. Onların karar vermesinin yanlış olduğunu, bu ilişkinin bizi nesneleştirdiğini kanıksadığımız ve esas karşı çıktığımız ilişki bu olduğu için değildir. Bu sefer devrimci saflarda, bizim için neyin iyi neyin kötü olduğuna karar verme yetkisini sorumlumuza, soyut bir parti olgusuna devrederiz. Kitlelere nasıl gitmek gerektiğini, kitlelerin yaşayış tarzlarındaki değişiklikleri, egemenler arası çelişkilerin nedenlerini ve bu durumun nasıl bir gerçeklik yarattığını, devrimin nasıl maddi bir güce dönüşeceğini, hangi aşamada hangi araçların devreye sokulması gerektiğini, sorumlumuz ve soyut bir parti belirlemelidir. Sorumlumuza ve soyut olan partiye güven ve sevgimiz sonsuzdur. Ama ne zamana kadar? İşler yolunda gittiği sürece.
Sistemde arayıp da bulamadıklarımızı kolektifimizin ortamında bulduğumuzu, bulacağımızı zannettiğimiz sürece. Aradıklarımızı, nasıl bulacağımız, istediklerimizi nasıl gerçekleştireceğimiz bizim sorunumuz değildir. Bu sorumlularımızın ve partinin sorunudur. Yap dediğini yaparız yapma dediğini yapmayız. Çünkü sorumlumuza ve kolektifimize güveniyoruz. Peki işler iyi gitmez olunca? Kolektifte, devrimci saflarda bulacağımızı zannettiklerimizi bulamadığımızı düşünmeye başladığımızda beklentilerimize yanıt alamadığımız kanısına kapıldığımızda ne oluyor? Kendiliğindenci düşünüş ve yaşam tarzının kaçınılmaz refleksleri açığa çıkmaya başlıyor. Sorumlumuza ve örgüte olan “sonsuz” sevgi ve bağlılığımız birden bire sonu olan bir sevgiye ve bağlılığa dönüşüveriyor. İşte kendiliğindenci düşünüş ve yaşayış tarzının hayatta özne değil nesne olarak yaşamayı kabullenişin, devrimci saflarda, sınıf mücadelesinde de devam ettirilmesinin en doğal sonucu. Sınıf mücadelesindeki konumunu, örgüt içerisindeki duruşunu özne olarak değil de nesne olarak tanımlayan bir militanın ya da kadronun, düşünüş ve yaşam tarzında kendiliğindencilikten kurtulması imkansızdır. Kendiliğindenci bir militan ya da kadronun sınıf savaşımına, proletaryanın iktidar mücadelesine kazandıracağı bir mevzi olamaz. Dahası, böyle bir militan ve kadronun proletarya davasına adanmış politik ömrü de fazla uzun olamaz. Bu ne bir niyet ne de samimiyet sorunudur. Bu, madde ile bilinç arasındaki diyalektik ilişkinin hükmüdür. Eleştirmek, mevcut durumu onaylamamak, kendiliğindencilikten kopuşmak için bir adımdır; ama kesinlikle herşey değildir. Eleştiride ve mevcut durumu onaylamama tarzında da kendiliğindenci bir tarza saplanmak mümkündür. Hem devrimci saflarda hem de örgüt ortamında böylesi anlayışlara rastlamak hiç de zor ve istisna bir durum değildir. Kendiliğindenciliğin karşıtı, tarihi ve bugünü diyaletik-materyalist yöntemle; yani Maoizm bilimiyle yorumlayıp, anın gerektirdiği politikaları tespit edip proletaryanın iktidar savaşımına bu politikalarla yön verme ısrarcılığı ve bu ısrarcılığı sürekli kılan sabrı kuşanmaktır. Evet Marksizm, toplumlar tarihini inceleyerek kapitalizmin kanunlarını açıklamış ve sosyalizmin kaçınılmazlığını ilan etmiştir; ama sosyalizmin kendiliğinden kurulacağını değil Leninizm, Marksizm bir eylem kılavuzu olarak benimseyip, yaşadığı anın, emperyalizm çağının nesnel yasalarını açıklayıp, sosyalizmi maddileştirmiş ve böylelikle Marksizm’i bir üst evreye taşımıştır. Maoizm ise 1917 Ekim Devrimi sonrası nesnel dünyanın yasalarını açıklayan ve proletaryanın eylem kılavuzu olan Marksizm-Leninizm bilimine katkının adıdır. Bu aşamaların hiçbirisi kendiliğindenciliğin ürünü değildir. Aksine her biri, diyalektik materyalist yöntemin, bir eylem kılavuzu olarak algılanıp nesnel dünyanın yeniden yorumlanması ve değiştirmek için iradi müdahalede bulunma teorisinin ve pratiğinin sonucudur.