[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Bilindiği gibi Hollanda son 25 yıldır koalisyon ve konsensüsler oluşturabilen siyasi azınlıkların bir karışımı tarafından yönetilmekteydi. Analistler de uzun zamandır, meseleleri karmaşıklaştırma ihtimali yüksek bir “Balkanlaşmış̧ Hollanda parlamentosu”nun, seçmen kitlesini daha şeffaf bir politik yönetime yöneltebileceğini öngörmekteydiler. Nihayetinde öngörüler kısmen de olsa çıkmaya başladı. Son seçimlerde Hollanda seçmeninin küçümsenmeyecek bir oranı, ulusal ve uluslararası kamuoyu nezdinde aşırı sağ olarak tanımlanan, İslam ve göçmen karşıtı Özgürlük Partisi’ne (PVV) ve onun popülist liderine destek verdi.
Geert Wilders’ın zaferi, Slovakya’da göçü azaltma vaadiyle iktidara gelen Robert Fico ve aşırı sağcı olarak tanımlanan İtalya Başbakanı Georgia Meloni’nin zaferlerinden sadece iki ay sonra gerçekleşti. Seçim kampanyası sırasında Wilders, tüm göçleri durdurma sözü verdi, sonraki adım olarak adlandırdığı “Hollanda Brexit”i için de bir çağrıda bulundu ve Hollanda’nın, “İslam’dan arındırılma” sürecine girmesini savundu. Ayrıca, Ukrayna’ya silah tedarikinin durdurulması ve Gazze’de devam eden işgal sürecinde İsrail yanlısı bir duruş̧ sergilenmesi gerektiğini savundu.
Seçim kampanyası Hollandalı egemen seçkinler, büyük partiler ve medya tarafından büyük ölçüde kirli, göçmen karşıtı propagandaya dayalı olarak sürdürüldü. Çeşitli çarpıklıkları, kafa karışıklığı içeren kemer sıkma politikalarını, savaş̧ ve Gazze’deki soykırım gibi gerçek siyasi sorunları açıkça dile getirmeyen, tartışmayan adaylar nedeniyle belirsiz bir seçim ortamı yaşandı. Bazı tahminlere göre, seçmenlerin yüzde 60’ı oy verecekleri adayı belirlemede kararsızdı. Düzen partileri, sadece Wilders’ın göçmen karşıtlığını teşvik etmekle kalmayıp aynı zamanda onunla ittifak kurmaya istekli olduklarını açıklayarak onu meşrulaştırdılar. Bu konuda öne çıkan Özgürlük ve Demokrasi için Halk Partisi (VVD) lideri ve Adalet Bakanı Dilan Yeşilgöz, Wilders ile ilgili olarak “doğal olarak kapıyı kapalı tutmak istemediğini” belirtti ve “kimin, hangi niyetle müzakere masasında yer alacağını” önemsediğini ifade etti.
Yalnızca sağcı veya sosyal demokrat partilerin değil, aynı zamanda asalak Hollanda sendika bürokrasisine bağlı siyasi güçlerin de Wilders’ı açık bir favoriye dönüştüren yabancı düşmanı kampanyaya katıldıkları iddiası Hollanda resmi çevrelerinde de kabul gören bir iddia. Sosyalist Parti, işçilerin ve gençlerin göç karşıtı politikalara karşı sol muhalefeti desteklemesini engellemede önemli bir rol oynadı. Son anketlerde yüzde 30’a kadar destek almasına rağmen seçimde parlamento koltuklarını 9’dan 5’e düşüren parti, daha sıkı mülteci politikalarını savundu. Seçim manifestolarında bu politikalarını açıkça belirtmişlerdi: “Kontrolsüz iş göçü sömürüye ve toplulukların yerinden edilmesine neden olmaktadır. Çabalarımız, bu olumsuz etkileri hafifletmeye ve göçmen işçilerin sosyal izolasyonunu azaltmaya yöneliktir. Hollanda’da çalışmak isteyen ve ikamet etmeyen herkesin çalışma iznine sahip olması gerekir. Duruma göre yıllık maksimum çalışma izni sayısı ayarlanabilmektedir. Bu işler düzelene kadar ekonomik göçü geçici olarak durduracağız.”
Amsterdam Üniversitesi Profesörü Sarah de Lange, Politico’ya bilgi vererek seçmenin bu seçimlerde Wilders’ı desteklemesinin ana nedeninin, onun göç karşıtı yaklaşımı ile sağlık krizi ve yüksek yaşam maliyeti konusundaki görüşleri olduğunu belirtirken “Ana akım siyasi partilerin göçü önemli bir konu haline getirerek Wilders’ı güçlendirmesi, bazı seçmenlerin orijinali kopya yerine destekleme tercihini açıklamış̧ olabilir” dedi.
Kamuoyunda sadece İslam karşıtı yönü ön plana çıkarılan Wilders ve partisinin, yoksullaşmakta olan halkın ve özellikle Hollanda milli burjuvazisinin bir kısmının desteğini almasının ekonomik, sosyal ve kültürel nedenlerine bir bütünlük içinde bakmak gerekmektedir.
Sistemin insanlığın geleceğine dair kaygısının olmadığı, hiçbir zaman bu yönlü bir endişe taşımadığını ve taşımayacağını biliyoruz. İzlenen tarım ve emisyon politikaları, herhangi bir şekilde tarım ve hayvancılık sektöründe çalışanları gözetmezken büyük ölçekli tekellerin gelişmesini hedeflemektedir. Hollanda’nın mevcut planı, ülkedeki besi hayvanlarının yüzde 30’unun yok edilmesini içeriyor. Bu da 30 bin çiftçinin işsiz kalmasına, Avrupa ve ötesindeki et tedarikinin önemli ölçüde azalmasına neden olacak. Geriye kalan çiftçiler nitrojen emisyonlarını yüzde 95’e kadar azaltmak zorunda kalacak, bu da onları işsiz bırakacak.
Hollanda, ABD’den sonra dünyanın ikinci büyük tarım, Avrupa Birliği’nin de en büyük et ihracatçısıdır. Hollandalı çiftçiler haziran ayından bu yana neredeyse hiç durmadan protesto eylemlerine devam ettiler ve bu devam ediyor. Çiftçiler, traktörleriyle yollara inek gübresi ve saman balyaları saçarak otoyolları kapatmıştır. Hollanda’da “sosyalistler” ve “komünistler” bu dipten gelen dalga karşısında yeterli politik tutum geliştiremezken, açık bir programla ortaya çıkmazken faşist̆ blok bu haklı tepkiyi kendilerinin lehine oy potansiyeline dönüştürmeyi başarmış̧ görünüyor. İşsizliğin artması, yabancı göçmenlerin başını çektiği tarım, inşaat ve lojistik alanlarında ucuz iş gücüne dayalı taşeron şirketlerin artması, ciddi konut sorunu, Hollanda toplumunda yaş ortalamasının arttığı da göz önüne alındığında yaşlıların emeklilik, sağlık sigortası ve tedavi koşullarının ağırlaştırılması, toplumda suç oranlarının artması Wilders ve partisine manipülasyon yaratması için ihtiyaç duyduğu fırsatı verdi. Halkın düzene karşı hoşnutsuzluğunu genelde yabancı, özelde İslam karşıtlığı zemininde kullanarak potasına almayı başardı.
Son 20 yılda, antik Yunan demokrasisine rahmet okutan Batı Avrupa burjuva diktatörlüklerinin oluşturduğu parlamentolar, halkın gözünü boyamakta yetersiz kaldılar. “Yeni Dünya Düzeni” denen sistemin tek kutuplu olarak varlığını sürdürmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. ABD ve AB’li emperyalistler, bir yandan emperyalist Rusya ve sosyal emperyalist Çin ile pazar paylaşım kavgası verirken diğer yandan kendi içinde adeta it dalaşı boyutuna ulaşmış̧ ciddi çelişkiler yaşamaktadır.
AB içinde Almanya ve Fransa arasındaki güç mücadelesinde, başını Rutte’nin çektiği 13 yıllık koalisyonlar dönemi ilk birkaç yıl şahin görevi görüp kendi bağımsız politikasını hayata geçirme uğraşı verirken pandemi ve Rusya’nın Ukrayna işgali sonrası politikasını tamamen değiştirdi. Pandemi öncesi dönemde Hollanda, küçük “tutumlu” ülkelerden oluşan Yeni Hansa Birliği adlı bir koalisyonun liderliğini üstlenerek bu yapısal güçten faydalandı. Bu birlik, AB’nin daha fazla mali entegrasyonuna karşı çıkıyordu. Ancak özellikle pandemi ve Rusya’nın Ukrayna işgali sonrasında Rutte, ülkeyi bir köprü kurucu konumuna getirme politikası izledi. Bu süreç, Hollanda’nın geleneksel müttefiki Almanya ile Macron Fransa’sı arasında uzlaşma sağlanmasını da içeriyordu. Yani ilk dönemin şahini Hollanda, sonradan Avrupa Birliği’nin yönetmenliğine soyundu ve Almanya ile Fransa arasındaki güç mücadelesinde uzlaştırıcı bir lokomotife dönüştü.
Wilders ve tek adama dayalı partisi önceki koalisyon hükümetlerinin ilk yıllarındaki politik söylemlerine sarıldı. Bu söylemler ile Wilders, Avrupa fonlarının kısıtlanacağını, bazı fonların direkt Hollanda devleti tarafından yönlendirileceğini, Ukrayna’ya silah desteğinin, fon yardımlarının kesileceğini ve Almanya ile Fransa’nın başını çektiği kontrolsüz AB politikalarının kuyruğuna takılmayacaklarını ifade ediyor.
Özgürlük Partisi’nin parti programına ve seçim bildirgelerine bakıldığında, burjuvazinin ciddi bir yönetim krizi içinde olduğu görülmektedir. Altını özellikle çizmek gerekir ki Wilders’ın seçim bildirgesindeki ana konular, komünist devrimcilerin savundukları tezlere büyük oranda benzerlik arz etmektedir. 1990 sonrasında Orta Doğu’da İslamcı hareketler, Avrupa’da ve Batı’da ise faşist-Nazi hareket ve oluşumlar, sosyalist ve komünistlerin siyasi ve ekonomik kimi söylemlerini kopyalayarak geniş̧ halk yığınlarının ve emekçi kesimin desteğini almayı başardı. Emperyalizmin 1910’lardan itibaren bizzat organize edip oluşturduğu İslamcı gerici örgütlerin son 20 yılda sivil halka yönelik saldırıları Wilders ve partisi benzeri tüm faşist partilerin politik olarak kullanabilecekleri argümanlara dönüştü. Ekonomik, sosyal ve politik sorunlara yabancı düşmanlığı soslu ve yapay bir gerekçe yapıldı. İklim krizine yönelik yaklaşım ve politikalara benzer bir anti propaganda diğer temel sorunlarda göçmen düşmanlığına yönelik yapılmaktadır. Elbette iklim krizi bir gerçektir, sebebi ise gerici sistemin kendisidir. Ayrıca alınması öngörülen önlem ve kısıtlamaların hiçbiri gerçekten iklim ve çevre krizine çözüm olabilecek nitelikte değildir. Gerici emperyalist kapitalist sistem, kendisinin sebep olduğu bu krizi talan ve sömürü aracı olarak kullanmaya çalışmaktadır. Aynı şekilde göçlerin temel nedeni de talancı ve katliamcı emperyalist kapitalist sistemdir, bu sistem kendi yarattığı koşullar sonucu ülkelerini terk eden göçmen ve mülteciler üzerinden yabancı düşmanlığını palazlandırarak kendi gerici çekişmesinde kullanışlı bir politik unsura dönüştürmeye çalışmaktadır.
Gerici hangi burjuva partilerin iktidar koalisyonunu oluşturduğuna ve hangisinin sözde “muhalif” olarak kabul edildiğine bakılmaksızın ortaya çıkan Hollanda siyasi düzeni, işçi sınıfına karşı önemli bir saldırıya hazırlanmaktadır. Soykırım, savaş̧ ve kemer sıkma önlemlerine karşı artan toplumsal protestolara yanıt olarak polis denetiminin ve saldırganlığının da artırılması amaçlanmaktadır. Almanya, Fransa gibi diğer ülkelerde de aynı durum söz konusudur. Dünya çapında süreklileşen kriz ve emperyalist çekişmenin faturası halka ödetilmeye çalışılmakta, bu vesile ile baskı ve sömürü politikaları da ardı ardına uygulamaya konulmaktadır. Ayrıca göçmen düşmanlığının yaygınlaştırılması ve halka şovenizm zehri pompalanarak halkın sistemin gerici politikalarına endekslenmesi hedeflenmektedir. İlerici ve devrimci yapılar daha fazla hedef haline gelmekte, gerici egemenler pervasızca baskıları artırma yolunda ilerlemektedir. Almanya’da 129 a/b yasaları, Fransa’da, Yunanistan’da ve diğer Avrupa ülkelerinde polis yetkilerini genişleten ve kitle eylemlerini sınırlayan güvenlik yasalarını ardı ardına uygulamaya koyan gerici sınıflar, gelecek süreci de saldırılarını artıracak şekilde inşa etmektedirler. Bu, sistemleri açısından bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Derinleşen emperyalistler arası çelişkiler ve sürekli kriz halka daha fazla fatura çıkarmakta ve talanın yoğunlaşması için zemin sunmaktadır. Bu sebeple de hangi sistem içi partinin iktidara geldiğinden bağımsız olarak bu politikalar bir biçimde hayata geçirilecektir. Bu durum geniş kitleler tarafından da görülmektedir, bunun en büyük işaretlerinden biri de seçimlere katılım oranlarında yaşanan büyük ölçekli düşüştür.
İster Wilders tarafından açıkça yönetiliyor olsun veya Hollanda’daki diğer göçmen karşıtı gerici partilerin bir koalisyonu tarafından olsun, bu senaryonun hayata geçirilmesi zorunluluğu sistem açısından tartışma götürmezdir. 22 Kasım’daki Hollanda genel seçimlerinde Wilders liderliğindeki faşist PVV eşi benzeri görülmemiş̧ bir seçim başarısı elde etti. PVV, Hollanda Tweede Kamer’deki parlamento koltuklarını 17’den 37’ye çıkararak kullanılan oyların yüzde 25’ini elde etti. Dünyada olduğu gibi Hollanda’da da işçi sınıfı içinde kapitalist hükümetlerin savaş̧, soykırım, kemer sıkma ve sömürü politikalarına karşı derin bir muhalefet mevcuttur. Hollanda son dönemde, Gazze’deki soykırıma karşı, Amsterdam’ın merkez tren istasyonu etrafındaki büyük mitingler de dahil olmak üzere kitlesel protestolara tanık olmuştur. Wilders’ın seçim zaferinin ardından yaklaşık bin kişi Hollanda’nın en büyük şehirleri Amsterdam ve Utrecht’te eylemler düzenlemiştir. Ancak bu kitleselliğe rağmen bu harekete önderlik edecek devrimci bir parti ve örgüt yoktur. Dahası siyasi ve ideolojik sağlam bir bütünlükten de yoksundur.
Wilders’ın seçim bildirgesinde yer aldığı şekli ile halka saldırıların artacağı ve baskının yoğunlaşacağı ifade edilmektedir. Ancak seçim sonrası mevcut Anayasa ve kanunların izin verdiği politikaların izleneceğini ifade etti. Devletin saldırılarının ne ölçüde olacağı ise halkın karşı koyuşu ile ilintili olacaktır. Emperyalist kapitalist sistem, olabildiğince hak gaspı, talan ve halk üzerindeki baskıyı artıracak şekilde konumlanmaktadır. Gerici politikalara karşı durmanın tek yolu, halkın örgütlü mücadelesinden geçmektedir.