[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Makaleyi dinle “]
Osmanlı’nın son döneminden günümüze kadar, önce kapitalist sömürgecilik daha sonra ise emperyalizm çeşitli milliyetlerden halkımızı ağır sömürü ve baskıya mahkûm etmiştir. Düyûn-u Umûmiye’den IMF ve Dünya Bankası’na çeşitli emperyalist fonlardan bir bütün emperyalist mali sermayenin çürümüş-asalak ağına mahkûm bir sistem inşa edilmiştir. Emperyalizme göbekten bağlı olan yapı, geçen onlarca yıl boyunca bu bağımlılığı güçlendiren bir yönelim izlemiştir. Bu sistemde egemenliği elinde tutan tüm patron-ağa klikleri bir yandan bu sistemin devamlılığını sağlayacak şekilde yönelim belirlerken diğer yandan ise anti sömürgeci, anti emperyalist söylemleri kendi uşaklıklarını örtmek için ve kitleleri şovenist ağlarına düşürmek için kullanmaktan asla vazgeçmemişlerdir. Abdülhamid’den İttihat Terakki’ye, Mustafa Kemal’den Adnan Menderes’e, İsmet İnönü’den Süleyman Demirel’e, Bülent Ecevit’ten Necmeddin Erbakan’a, Kenan Evren’den Turgut Özal’a, Tansu Çiller’den Tayyip Erdoğan’a kadar patron-ağaların tüm temsilcileri bu genel yaklaşımın hem taşıyıcısı hem de örgütleyicisi olmuştur. Bu bir devlet geleneğidir. Özellikle ekonomik ve siyasi krizin boyutlandığı, baş edilmez noktaya taşındığı, yönetme krizine dönüştüğü koşullarda mahkûm kaldıkları borç sarmalı içinde emperyalist sermayenin kapıkulu oldukları halde sorunların kaynağı olarak onları işaret etmekten geri durmazlar. Halkın anti emperyalist milliyetçi eğilimini kendi çıkarlarına sömürürler. Nihayetinde her kriz sonrası sistemin emperyalist sermayeye muhtaçlığı bir dağ gibi sivrilir.
Birikim, üretim ve büyüme krizinin yapısal bir sorun olduğu, emperyalizmin borç sarmalı altındaki bu sistemde büyük çaplı krizlerin faturasını halka mal etmenin yolu aranır. Bu yol her seferinde bulunur ve uygulanır.
Faşist diktatörlük bugün, 100. kuruluş yıl dönümünde de faturası halka çok yüksek gelecek kapsamlı bir kriz içindedir. Bunun sonucu olarak halkın daha fazla yoksullaşması, bir sosyal çöküntü girdabına çekilmesi gündemdedir. Bu egemenler için açık bir tehlikedir. Onlar için tehlike halkın öfkesine karşı şiddet de içeren önlemler almaktır. Önümüzdeki günlerin dünden farklı olmayacağı açıkken üstüne daha saldırgan bir yönetimle karşılaşacağımız açıktır.
Kuşkusuz kitlelerin içine sürüklendiği bu tabloda devrimci durumu besleyecek bir çözülme de söz konusudur. Sistemle ilişkilerin dağılma emareleri gösterdiği bu koşullarda oluşan tepki ve öfke gözle görülür, elle tutulur düzeydedir ve açık bir şekilde sisteme karşı verili “güvenin” çözülmesini içermektedir. Bu çözülme hali programatik ve sistemli bir karakter taşımamaktadır. Çünkü bu çözülme bir sınıf hareketi olmak bakımından, sınıfın çıkarları doğrultusunda bir ilerleme ve yön bulma arayışı olmak bakımından eksiktir. Kitleler bu eksende bir hareket oluşturma pratiği içinde değildir. Geniş kitlelerin ekonomik, siyasal, sosyal hak arayışı örgütsüzlük ve dağınıklıktan kaynaklı bir dizi sorunla karşı karşıyadır. Faşist diktatörlük, güven noktasında yaşanan çözülmeyi ortadan kaldıracak kabiliyete sahip olmasa da bu sorunu yönetecek kabiliyeti gösterebilmektedir. Kitlelerin örgütsüzlüğü karşısında olabildiğince örgütlü olan patron-ağalar, faşist devlet mekanizmasıyla baskı aygıtlarını etkili şekilde devreye sokarak, ideolojik aygıtlarıyla kitleleri pasifize ederek sinik ve rıza sağlayan bir hegemonya kurmaktadır. Burada asıl egemenlik aracı örgütlü zor ve sindirme mekanizmasıdır. Kitlelerin, örgütsüzlükten kaynaklı “güçsüzlüğü” devletin ise örgütlü olmaktan kaynaklı “devasa” ve “yenilmez” bir güç halinde görülmesi tarihsel süreçlerde sıkça rastlanan bir durumdur. Bu durumların nihayet halklar lehine değiştiği de gene tarihsel bir gerçekliktir. Ekonomik ve sosyal krizler günbegün toplum-devlet ilişkisinde bir çözülme yaratırken “güç dengeleri”nin bu çözülmenin yönetilmesindeki rolü her zaman belirleyici olmuştur. Güç dengesinin değişmez bir denge olduğu ise hiçbir zaman ileri sürülemez.
Faşist diktatörlüğün ekonomik ve sosyal politikalarına karşı biriken öfke ve tepkinin sınırlı kalmasını, boyutlu ve devrimci bir kurtuluş arayışına yönelmemesini sağlayacak başka direnç noktaları da söz konusudur. Özellikle AKP-MHP faşist blokuna karşı var olan görece bilinçli ve yoğun kitlesel tepki -bugün için çözülme emareleri gösterse de- muhalif faşist blokun yönlendirmesi ve tesiri altındadır. Başta CHP olmak üzere hepsi kitleleri sorunun sistem ve devlet sorunu olmadığına inandırmaya çalışan bir ideolojik-politik yaklaşıma sahiptir. Kitleler bu yaklaşımla kuşatılmaktadır. Bunun için tarih çarpıtılmakta ve aynı zamanda ezilenlerin çıkarlarını kendilerinin temsil ettiğine kitleler inandırılmaya çalışılmaktadır.
Faşist diktatörlüğün 100. kuruluş yıl dönümü ekseninde, bugün öfke ve tepkinin hedefindeki kurucu değerler, devlet biçimi ve tüm kurumlar temize çekilmektedir. Sorunlar “tek adam ve partiye” yıkılarak “eskimiş değerlere dayanan” bir inşa dinamiği yaratılmaya çalışılmaktadır. Kuşkusuz bu yaklaşım sistemle bağları çözülmüş kesimleri başka yönden sisteme bağlama çabasıdır. Bahsini ettiğimiz şey faşizmin kurucu öğelerini topluma daha güçlü dayatma ve egemen kliğe karşıtlık temelinde benimsetme yaklaşımıdır. Faşizmin kurucu öğesi olan Kemalizm, AKP cenahının yanında saf tutan kimi cemaat, tarikat ve ulema gericiliğinin karşıt söylemleri üzerinden yeniden parlatılmaktadır. Faşizmin kurucu değerleri olan Türk-Sünni kuşatması iki tarafın da temel özelliği olarak göze batmaktadır. İki faşist klik de 150 yıla dayanan ve kesintisiz süren laik-şeriat saflaşmasını ve kitlelerin parçalanmasını içeren bölücü siyaseti bu kez 100. yılında “cumhuriyet payidar kalsın”, “emperyalist tekellerin kontrolündeki sömürü çarkları işlemeye devam etsin” diye sürdürüyorlar.
Sözünü ettiğimiz çözülmeye karşı, 14-28 Mayıs seçimlerinde Kemalist değerler üzerinde konumlanan kliğe destek veren ve 100. yılda cumhuriyetin “değerlerine” sarılan reformist, aydın ve orta sınıf hareketleri kitlelerin sisteme bağlanmasının bir başka dinamiği durumundadır. Bunlara sınıf uzlaşmacı, parlamentarist ancak kısmen sosyal şovenizmden azade diğer reformist kesimleri de eklemek gerekir. Kemalizm savunusu yapmasa da bu kesim muhalif klikle zımni ittifakı nedeniyle Kemalizm zehrinin kitlelerde etkili olmasında kolaylaştırıcı bir faktör konumundadır. Kemalizm’i düşman kategorisinde değerlendirmeyen, onun şovenist karakterini unutturan, sistemin temel kurucu felsefesinin “tek adam”, “saray rejimi”yle değiştiğini ileri süren yaklaşımıyla geniş kitlelerin bilincini sistemin çeperlerinde tutmaya hizmet etmektedir.
Bu yolla başta kitlelerin bağımsız hareketi kösteklenirken aynı zamanda onlara AKP-Tayyip karşıtlığında somutlaşan bir tek yanlılık ve sığlık dayatılmaktadır. Yönelimin böyle belirlenmesiyle Kemalist kesimin propagandasına da geniş kitleler açık hale getirilmektedir. Kemalizm’in bağnaz bir Türk şovenizmi, anti komünizm, işçi ve emekçi düşmanı niteliği “anti emperyalist kurtuluş savaşı”, “laik ve demokratik devlet” yalanlarıyla ters yüz edilmektedir. Bu anlayış, açık ya da dolaylı bir şekilde her renkten reformist, sınıf uzlaşmacı, anayasalcı parti, örgüt, aydın tarafından beslenmektedir. Bu kesimler kitlelerin sisteme başka biçim ve yolla yeniden bağlanmasını sağlayan bir rotayı temsil etmektedirler. Halkın kurtuluş bilincini, bağımsız şekilde örgütlenme ve eyleme geçmesini köstekleyen ve faşist kliklere yedeklenmesini sağlayan bu yön karşı devrime hizmet etmektedir.
Faşist sistem temsilcilerinin daha etkili olmak ve daha fazla güç devşirmek için kitlelerin desteğine ihtiyaç duyduklarını, bunun için her şeyi yapacaklarını aklımızdan çıkarmayalım. Bu, kitleleri kendi rızalarıyla kurtuluş mücadelesinden koparmak, sömürü, baskı, yokluk koşullarına mahkûm etmektir. Komünistler kitlelere sonsuz bir güvenle bağlıdırlar. Onların, ayaklarına vurulmuş prangadan kurtulmakla önü alınamaz bir devrimci hareketin öznesi olacaklarını bilirler. Kitleler nihayetinde sisteme güvensizdirler. Bu gerçekliğin farkında olarak nesnel olan bu güvensizliği büyütmek, çelişkileri derinleştirmek için proletaryanın bağımsız kurtuluş perspektifini örgütleyerek harekete geçmek tarihsel görevimizdir. Bu açıdan 100. yılında sistemin kuruluş felsefesi ve niteliği konusunda berrak bir bilinç yaratmak, kitleleri sisteme bağlayan eğilimlerle daha güçlü mücadele etmek, bunların zehirleyici etkisi altındaki halk yığınlarına İbrahim Kaypakkaya çizgisiyle ulaşmak görevi önümüzdedir. Kitlelerin kopuş eğilimiyle birleşelim, kopuşa karşı direnç oluşturan akımlarla mücadele edelim.