Geçtiğimiz ayın sonlarına doğru Pakistan-Hindistan sınırında olan Keşmir’de yaşanan gelişmelerle birlikte uzak doğunun iki nükleer gücü olan ülke arasında yine bir “savaş çanları” çaldı.
Pulwama şehrinde yaşanan intihar saldırısında 44 kişinin ölmesinin ardından Hindistan devletinin doğrudan Pakistan’ı suçlaması ile başlayan süreç, sınır bölgesindeki uçakların dalaşı ile devam etti. Hindistan misilleme olarak Pakistan sınırı boyunca olan ve son yıllarda uluslararası güçlerce finanse edilen örgütlerin kamplarını vururken birkaç gün geçmeden Pakistan’da Hindistan hava güçlerine ait bir MİG-21 tipi uçağı sınır kordonu üstünde düşürdü.
Aynı ülkeden İngiliz sömürgeciliği kontrolünde gelişen iki millet, 1947’den bu yana bölge hakimiyeti için dönem dönem savaş çığırtkanlığı yapmakta, uzak asyanın en kalabalık iki askeri gücünü bu uğurda oluşturmaktadır. 1980’lerden beri “süper güç” kıstaslarıyla hareket eden iki ülke, uzun menzilli roket denemelerinden sonra atom bombası denemeleri ile gündeme gelmiş lakin yarı-sömürge yapılarından kaynaklı, emperyalist efendilerinin onayı olmaksızın bölgede kendi “ulusal” çıkarlarını gerçekleştirecek bir saldırganlığa girememektedir. Zira aslolan emperyalist sistemin çıkarları ve hesaplarıdır. İki ülkede bu gerçekliğe uygun kodlanmış ve aralarındaki düşmanlığı şovenizmi besleyerek bir yönetme biçimine dönüştürmüştür.
Bir tarafta ABD emperyalizminin bölgedeki en sadık uşağı Pakistan, diğer tarafta ise büyük bir pazar ve ucuz iş gücü olanakları ile bütün emperyalistlerle, özelde de AB ve ABD emperyalizmi ile iş yapmaya çalışan Hindistan duruyor.
Teşbih etmek gerekirse yıllardan beri Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin bir kopyasını yaşayan iki ülke, halen “kendi çöplüklerinde horoz kim” olacak sorusuna yanıt arıyor. Ancak bu yanıtın emperyalist güçlerden ve onların güç dengelerinden bağımsız olmayacağını da çok iyi biliyor.
Geliştirilen konjonktürde bugün devletlerin kullandığı bilimum paramiliter güçlerin “savaş sebebi” sayılması ile bu ikili aynı değerlendirmeyi kendilerine uygulatmak ve bunun üzerinden bölgelerindeki hegemonya dalaşını ilerletmek istemekte.
Kısaca özetlersek; Pakistan ve Hindistan devletleri aslında 1940’lı yıllarda Müslüman ve Hindu olanlar arasında bir ayrım konarak var edilmiş, İngiliz emperyalizminin böl-parçala ve düşmanlaştır politikasının sonucu olarak açığa çıkmış iki devlettir. Farklılaşmış iki milliyetin egemen burjuvazisi, egemenlik alanlarını genişletmeyi karşılıklı tarihsel hak talepleri adı altında ve ilhak hevesleri ile 70 yılı aşkındır bir gerginlik ve düşmanlık politikası ile sürdürmektedir. Hindistan’ın halen sınır nüfusunun %18’ini kendisini Pakistanlı olarak tanımlayan müslüman nüfustur. Yine Pakistan’ın kendisinden koparılmış yapay bir devlet olarak tanımlayarak “yayılmacılığına” tarihsel haklılık katmak isteyen Hindistan söz konusudur. Bu durum doğal olarak her an gerginlik ve çatışma koşulları anlamına gelmektedir.
EMPERYALİST ODAKLAŞMA VE PAKİSTAN-HİNDİSTAN GERİLİMİNİN KAÇINILMAZLIĞI!
Tarihsel arka planı olan Hint-Pakistan geriliminin, içinden geçtiğimiz sürecin çatışma-gerginlik üreten karakteriyle ilintili olduğu açıktır. Emperyalist güçler arasındaki her sorun, çatışma ve güç dengelerini değiştirme mücadelesi tüm sorunlu alanlardaki fay hatlarını tetiklemektedir ya da gerginliği büyütmektedir. Bugün olan çatışmalara buradan bakmak ve gelişmeleri bu perspektiften okumak gerekmektedir.
Hindistan her ne kadar ABD-İngiliz emperyalist blokunun yarı-sömürgesi durumunda ise de emperyalist güçler arasındaki çatışma ve çelişkilerin artmasına paralel olarak bundan faydalanma siyaseti benimserler. Hindistan gibi dünyanın en büyük nüfusundan birine sahip, oldukça güçlü yayılmacı hevesleri olan bir devletin bu fırsatlardan faydalanmaması düşünülemez. Yanı başında Çin ve Rusya’nın ABD ve AB bloğuna karşı gerçekleştirdiği ekonomik, siyasi ve askeri hamlelerin Hindistan ve Pakistan gibi bölge düzeyinde etkili güçleri etkilememesi mümkün olamaz.
Ki Hindistan Çin ve Rusya ile BRİCS ülkeleri şeklinde oluşmuş ünlü ticari-ekonomik ortaklığın bir parçasıdır. Bir yandan ABD-AB’nin emperyalist sermayesinin yatırım yapılan en bakir ve görece “güvenli” yarı-sömürge alanı olarak kendini pazarlarken, diğer yandan ekonomik ilişkilerindeki temerküzde bu tekellerle kendini sınırlamamaktadır. Çin gibi iştahlı emperyalist ülkeleri gözeten, hem rekabet hem de işbirliği içinde hareket eden bir ekonomi-politika izlemektedir.
Pakistan ve Hindistan arasındaki gerilimi bu emperyalist güçlerin hesaplarından bağımsız düşünmemek gerekir. Özellikle Çin’in “Tek Yol Tek Kuşak” diye ifade edilen kendine ait “küreselleşme” politikasında Hint egemenlerinin iştahını kabartacak fırsatlar olduğu ve bu fırsatlara yönelik bakış açısından ABD’nin rahatsız olduğu açıktır. Hint egemenleri; Çin ve Rusya ile olan ilişkilerinde, ABD ve AB’yi gözetmek zorunda olsa da, hatta bu emperyalist blokla kurduğu politik ve ekonomik bağımlılık ilişkisini öncelese de, bir derinleşme ve daha sıkı bağlar kurması söz konusudur. ABD’nin Çin’e yönelik rahatsızlığı ve aralarındaki rekabetin esaslı niteliği, Hint egemenlerin Çin’le kurduğu her ekonomik ve politik ilişkiye şüpheyle bakmasını ve yaklaşmasını, hatta tutum almasını kaçınılmaz kılmaktadır.
Zira Çin ve Rusya için Pakistan politikası da Hint politikasının bir türevidir. Elbette Hindistan siyasi, ekonomik ve sosyal koşulları Pakistan’dan daha cazip ve daha dinamiktir. Bu anlamda bu emperyalist güçler ve sermayeleri açısından Hint sahası daha caziptir. Ancak Pakistan boş bırakılacak bir alan değildir. Bu iki ülkenin bölgesel ölçekteki ekonomik, politik ve askeri gücü bölge politikasında ilgi odağının bu ülkeler olmasını kaçınılmaz kılmaktadır.
Tamda böylesi ilişkilerin geliştiği koşullarda ABD için kendine bağımlı, iki yarı-sömürge ülkenin bu koşullarının pekişerek devam etmesi, emperyalist rekabet içinde olduğu ülkelere çatlaklardan sızma olanağı sunmaması gerekmektedir. Böylesi dönemlerde, ABD gibi başat emperyalist gücün bağımlı ülkeleri daha fazla bağımlı yapacak gerginlikleri ve çatışmaları kaşıması kaçınılmazdır. Hint-Pakistan geriliminin kendine has özel ve özgün dinamiklerinin, çelişkilerinin ABD tarafından kaşınması, “terör gulyabanisi” ile tırmandırılması beklenmesi gereken girişimlerdir.
Emperyalistler arasındaki güç dengelerindeki değişim ve sürecin “çatışma esaslı” istikrarlı yapısı bu türden gerginliklerin artmasını kaçınılmaz kılacaktır. Bölgesel ölçekli gerginliklerde istisna kabul etmeyen bir süreç yaşanmaktadır. İhtilaflı her alanda bu durum söz konusudur. Kuşkusuz Pakistan ve Hindistan gerginliği devletler düzeyinde ve etki gücü hiçbir bölgesel çatışmaya benzemeyecek sonuçlar üretecek niteliktedir. Pasifik-Asya hattında kurulmaya çalışılan Çin merkezli yeni düzen göz önüne alındığında, ABD’nin esas çelişkinin burada yoğunlaştığı tespiti düşünüldüğünde bu türden gerginliklerin daha fazla artması ve buralara biçim verme arayışının keskinleşmesi kaçınılmazdır.