Bekle kar altında kalan buğday tanesi
yine onun sularıyla büyüyeceksin
gözyaşların çare değil ağlama büyü
başını dik tutabilirsen boy vereceksin
her yanında allı morlu güller açar türlü türlü
korku kar eylemez bir kez yola düşene
sen bir aşkın içindesin yaşayacaksın
her yanını börtü böcek sarsa ne çıkar
toprağa sıkı sarıl baş edeceksin
Sevgili Gül Yoldaş, Merhaba,
Bu mektubu uzun zamandır yazamamanın sancısını yaşıyorum. Nasıl yazarım? Ne kadar anlatabilirim sana duygularımı, bilmiyorum… Ama şundan eminim ki ne kadar yazsam da eksik kalacak, seni anlatmaya sözcükler yetmeyecek. Başlarken hepimizin çok sevdiği bir türküyle başlamak istedim. Şimdi hep birlikte söylüyoruz bak, “Bekle kar altında kalan buğday tanesi/yine onun sularıyla yeşereceksin.” Böylesi anlarda her birimizin aklına yüzlerce anı akın ediyor, tüm benliğimizi, bizi biz yapan, yaşama, mücadeleye sımsıkı bağlayan heyecan sığmıyor yüreğimize. Hepimizin özlemi, sevdası, düşü aynı yere, aynı ufuklara koşuyor. Bu mektubu kaleme alırken karşımda bir çiğdem çiçeği bir de senin kocaman gözlerinle gülüşünün kapladığı fotoğrafın var. Bu mektupta sana da daha önce anlatmadığım duygularımdan bahsedeceğim ben senin gibi duygularını gizlemeyi beceremiyorum malum. Biliyor musun Sefagül yoldaşı ölümsüzlüğe uğurladıktan sonra evine gitmiştim. O güne kadar duygularıma hakim olmaya çalışmış biraz olsun başarmıştım ama Sefa yoldaşın odasına girdiğimde beni gülüşüyle karşılayan, merhaba dercesine bana/bize bakan fotoğrafını görünce gözlerimden yaşların süzülmesine engel olamamıştım. Şimdi aynı duygularla sana.
Seninle ilk tanıştığımız gün geliyor aklıma… Tuzluçayır’ın yoksul mahallelerinden birinde tanışmıştık. Sen liseye gidiyordun o zaman. Tanıştığımız günkü heyecanın, ilgin, merak ettiğin konular hakkında ardı ardına sorduğun soruların, araştırmaya okumaya olan coşkun herkesi şok etmişti. Devrimci mücadeleye yabancı değildin, bu her halinden tavrından anlaşılıyordu. Zaman geçirmeden aradığını bulmuş, büyük bir hazineye kavuşmuşcasına edindiğin kitap, gazete, dergileri okumaya koyulmuşun ancak kimsenin bundan haberi yoktu. Bir gün kitaplar hakkında konuşurken sen “yoldaş ben Çin Kültür Devrimi’ni bitirdim şimdi hangisine geçeyim” diye sorunca bir şok daha yaşamıştık. Gözlerimiz fal taşı gibi açılmış bizde bir hazine bulduğumuzun farkına varmıştık. Sen sorularını, tartışmalarını derinleştirdin ve “bu sadece okumakla olmaz, okuduklarınızın gereğini yapmak gerekir” demiştin bu olguyu böyle kavraman gelişimini çok hızlandırıyordu. Kitle çalışmalarına katılma isteğini açıkladığında devrimin kitlelerin eseri olduğu fikrini kendi mücadele pratiğinle birleştirmiş bir genç devrimciydin. Yıllardır eğitim ve aile hayatında ki duruşunla disiplinli yaşam tarzınla ve tabi ki okul birincisi olmanla bir öğrenci olarak hem öğretmenlerin hem arkadaşların tarafından sevilen, değer verilen genç ama saygı uyandıran bir kişiydin. Getirdiğin öneriler hem yaşının çok genç olması hem derslerindeki başarı hem mücadelenin ihtiyaçları bakımından değerlendirilip bir de önce üniversite çalışmalarına katılman gerektiği için biraz geciktirilince haklı olarak senin eleştirilerinle karşılaşmış sonuçta iradenle galip gelip, gelmeyi başarmıştın. Okuduğun lisede bireysel de olsa çalışmaya başlamıştın. Bir yanda derslerindeki başarıyı sürdürüyor okul birinciliği unvanını koruyordun ama asıl olan politik mücadelede de hızla öğreniyor, öğrendiklerini hayata geçirmeye özel gayret ediyordun. Artık senin için boş vakit kavramı ortadan kalkmıştı. Dersler, okulda politik mücadele, dershanede politik mücadele kalan zamanda politik okumalar incelemeler haline dönüşüyordu.
Zamanla ailenin ve senin ne büyük zorluklar yaşadığınızı, genç yaşına rağmen bu köhne yaşama itirazını ve isyanını da öğrenmiştik, ailene ve sana olan saygımız, sevgimiz bir kat daha artmıştı. Bu itiraz, öyle her “ben devrimciyim” diyenin kolay kolay göğüsleyebileceği bir başkaldırı değildi. Öyle ya hemen hemen her birimizin ailesinde erkek egemen anlayışın hakimiyeti hayatımızı esir almış durumda “babanın sonsuz hakları ve şiddeti varken, annelerimizin, kadınların susması isteniyordu” sen buna çocuk yaşta isyan etmiş ve gereğini yapmıştın. Kaç devrimci insan bunu yapabilmiştik ki? Gül yoldaş, senin yaşamından olumlu olumsuz öğreneceğimiz çok şey var muhakkak ama erkek egemenliğine karşı ailede başlattığın isyan bunların en önemlilerinden sadece birisi. Babana karşına alırken daha büyük zorluk en başta ailenin geri kalanı olmak üzere tüm toplumsal erkek egemen değer yargılarını da karşına alıyor olmandı. Bu zorlukları göze alarak yürümek büyük bir cesaretken bir de ekonomik zorluklarla baş edebilmek ayrı bir mücadele alanındı. Sen evin en küçüğü olarak çok büyük bir manevi gücün vardı aile içinde sorumluluklarının yanında maddi olarak da tutumlu davranır okuldaki başarılarından kaynaklı dershaneler peşinde koşar birçok yerden ücretsiz burs kurs vb. kazanırdın. Ailene bu yönüyle de katkı sunmaya gayret ederdin. Okulun verdiği küçük altınların ne kadar çok gırgırını yapıyorduk. Yoldaş, bu tutumun sonrasında halkın değerlerini, emeğini özenle sahip çıkmaya dönüştü.
Sevgili Gül yoldaş genç yaşta yaşadıkların seni çok erken büyütmüştü. Öyle ki ilgin coşkun hassasiyetlerin genç yaşına rağmen büyük bir olgunluk ifade ediyordu. Biz bazen takılıyorduk sana “Gül doğruyu söyle, sen kaç yaşındasın 28 mi? 17 mi?” Sen bazen gülüyor bazen de “uf” çekip, ama çocuk ruhunun tüm masumluğuyla bizi düşüncelere sevk edecek cümleler kuruyordun. Yaşananlar ister istemez ilginin büyük bir kısmını üzerinde topluyor aile ve yoldaşlar içerisinde şakalara yol açıyordu. Arada “biz de buradayız beni/ bizi gören yok mu?” tadında hoş eleştirilere yol açıyordu. Hatta bir yoldaş bir gün sana “tabi sen bir YDG’li bense YDG okuruyum değil mi?” diye eleştirilerde bulunacaktı. Devrimci olmak için büyük bir yarış yürütülüyordu Ankara’da.
Bir süre sonra liseli gençliğin sorunlarını gençliğin gündemine taşımaya uğraşırken basın açıklamalarına, mitinglere, katılmakla kalmayıp kitleyi örgütlemenin öznesi olarak gelişiyor öğreniyor, öğretiyordun. Bu arada biz de senin galiba ortaokuldayken okulun futbol takımında oynadığını öğrenecektik bu bizim için “flaş” bir haberdi. Senin çapında bir olgunluğa ve ağırlığa sahip bir yoldaşın futbol oynuyor olmasına ne gülmüştük inanmamıştık. Sen bizi inandırmak için sandığa kaldırılmış olan formalarını çıkarmak zorunda kalmıştın. Ben senin isminin yazılı olduğu arkanın dönük olduğu baş parmağınla isminin yazılı olduğu yeri işaret eden fotoğrafını görünce çok şaşırmıştım.
Yoldaş şimdi sana seninle ilgili sonradan öğrendiğim bir anımı anlatacağım. Liseyi bitireceğin yıldı galiba, Kaypakkaya yoldaşın katledilişinin 40. yılında anma etkinlikleri örgütlemek için hazırlıklar, toplantılar yapılıyordu. Her yıl olduğu gibi çeşitli demokratik kitle örgütleriyle görüşmeler yapılıyordu. İçinde Karakaya Köy Derneği’nin de olduğu bazı kitle örgütleri bizden gizli (bizim toplantıya katılmamızı istemezlerdi) toplantı örgütlemişler ve anma programlarını hazırlayacaklarmış. Dernek üyesi (yönetici de olabilir) bir arkadaş gelip “mutlaka bu toplantıya katılmalısınız Kaypakkaya yoldaşı siz olmadan CHP ile anmaya kalkıyorlar” diye Partizan’ı toplantıya çağırmıştı. Tuzluçayır’da DKÖ’lerle yapılan bu toplantıya Partizan adına sen katılmışsın. Toplantının hem en genci hem de tek kadın olmandan kaynaklı başta biraz önyargıyla karşılanmışsın. Tabi toplantıya CHP’den de insanlar katılıyor. Gazete dağıtımlarından, ev ziyaretlerden kitle çalışmalarından seni tanıyan yöre köy derneklerinin yönetici ve üyeleri de var toplantıda elbette. Ama tanımayanlar da var. Toplantı başlayınca CHP’lerin başını çektiği bir kısım katılımcı anmayı örgütlemeyi istemediğini utangaçça ifade etmeye başlıyor. Bir yandan da anma olacaksa “flama, slogan, olmasın, konuşma yapılmasın vb.” şeklinde aslında Kaypakkaya yoldaşa layık bir anma yapmak istemediklerini ortaya çıkıyor. Sen öncelikle CHP ile bir anma yapılmasına zaten izin verilmeyeceğini ama bir kısım CHP’linin dernek üyesi kılıfıyla kendi anlayışını Karakaya Köy Derneği’ne mâl etmeye çalıştığını ifade edip, itirazlarını açıklıyorsun. Yaşı büyük, “görmüş geçirmiş” CHP’li henüz seni tanımıyor. Ve itirazlarına cevap olamayınca sana “senin yaşın kaç ki bize akıl öğretiyorsun” diyor. Sen ise halkın deyimiyle taşı gediğine koyuyorsun. “ İşte tam da bundan kaynaklı itiraz ediyoruz size. Kaypakkaya yoldaşı anlayamazsınız anlamak da istemezsiniz. Haliyle anamazsınız da. Malzeme yapmak istersiniz kendi faşist politikalarınıza. Ama mızrak çuvala sığmıyor. Önder yoldaşın, kendisi mücadele ve yaşamıyla sizin tutunduğunuz bütün argümanları yerle bir etmiş/parçalamıştır” dedikten sonra “Asıl ben size sorayım Kaypakkaya yoldaş, ölümsüzleştiğinde yaşı kaçtı” diye sormuşsun. Devamında “ben yaşıma bakmadan Kaypakaya yoldaşın yaşamından ve fikirlerinden öğrenmeye çalışıyorum” demiştin. Toplantıda, senin devrimci müdahalelerin sonucunda, önerilerin kabul edilip bütün yöre ve köy derneklerinin ortak anma yapma konusunda karar almış. Bize bir kaç gün sonra heyecanla seni anlatılar bize “geçen gün toplantıya sizden genç bir kadın arkadaş katıldı, vallahi hepimiz hayran kaldık, tam bir cengaverdi CHP’ye ağzının payını verdi, Hepimize kırmadan dökmeden anlattı.” Sen ise toplantının sadece sonuçlarını anlatmıştın. Öğrendiğimizde hem gururlandık hem de genç bir yoldaştan bir kez daha öğrenmenin haklı mutluluğunu yaşadık.
Tekel direnişini hatırladın mı hani 78 gün Ankara’nın göbeğinde binlerce işçinin sokakları zapt ettiği tekel direnişi, Özgüç ne kadar coşkuluydu değil mi? Sen okulda akşama kadar işçilerin haklı taleplerini anlatırdın, liselileri direnişe karşı duyarlı hale getirmeye çalışıp tüm çalışmalara özveriyle emek verirdin. Akşam semtlerde ev ev gezer direnişe destek olanın önemini anlatır, en çok işçilerin evine misafir olduklarında mutlu olurdun. Çünkü onlarla daha geniş tartışma fırsatını ancak böyle bulurdun. İşçileri dinler, onlardan öğrenmeye çalışırdın. Özellikle Amed’ten gelen işçilere sorular sorar ulusal sorun ve sınıf mücadelesine dair tartışmalar açarak işçilerin bilincinde derinlikli bir anlayışın oluşmasına önem verirdin. Bunu sadece Kürt işçilerle yapmamaya özen gösteriyordun, işçiler içerisinde senin çok ilginç bir “hayran” kitlen vardı. Şimdi Tekel demişken Özgüç’ü anmamak olmaz değil mi Gül yoldaş, sahi Özgüç sana biraz abilik mi yapmak istiyordu yoksa ben mi yanlış yorumlamışım. Özgüç birçok işçiyle hızlıca ilişki kuruyordu biliyorsun bütün işçiler “Özgüç kirve” demeye başlamıştı. Birbirlerine anlatırken ismini çıkaramazlarsa “hani insanın elini mengene gibi sıkan sağlam delikanlı” diye hatırlatma yaparlardı.
Yoldaşım artık üniversiteli genç bir kadın, Hacettepe’nin Gül’ü olmuştun üstelik sınava ilk girişinde kazanmıştın. Daha iyi bölümler kazanabileceğini biliyorduk tabi ki. “Bekle seneye başka bir bölüme gir” dediğimizde “bekleyecek bir şey yok üniversite orada ben de kazandım” diyerek geçiştirecektin. Bu süreçte amfilerde, sokaklarda, gençlik eylemlerinde Ankara’da en önde yer alanların Gül’ü olarak tanınacaktın. Artık Hasret’le Gül ayrılmaz ikiliydiniz. Üniversitede sürekli eylemlerin olduğu süreçlerdi siz ikiniz hiç ayrılmıyordunuz. Özgüç de hareket varsa aranıza katılıyordu. Çiğdem (Hasret) yoldaş, namı diğer “Erzincanlı Hasret” ya da bizim deyimimizle Alican… Hani bir dönemin TV skeci “İnce İnce Yasemince”deki Alican var ya İşte o. Hiç yerinde durmayan (duramayan desem daha doğru olur çünkü bana bazen bu durum elinde değilmiş gibi gelirdi) o afacan (afacanlığından kaynaklı Alican denirdi) elinden her iş gelen politik tartışmalarda en isteklilerimizden, bağlama, gitar çalan, tiyatro oynayan, halay çekmeye bayılan, gülmesi ise dünyayı gülistana çeviren Hasretimiz… Galiba en çok sevdiği türkülerden biri “Şirin Erzincan”dı. Artık gerçekten mi seviyordu yoksa gırgır mı yapıyordu bilmiyordum. Gülme gerçekten öyle. Gazete dergi dağıtımlarında kendinizi aşıp sokaktan geçenlere propaganda yapıyordunuz. Yayınları hem politik olarak hem de maddi olarak desteklemek için emek sürecine fedakarca dahil oluyordunuz, sizi ayırmak imkansızdı. Ayrı ayrı alanlarda çalışma yüyürütünce sanki bir iç huzursuzluğu yaşıyordunuz. Bak yoldaş, ölüm bile sizi ayıramadı. Üniversite gençliğiyle, liseli gençlikle politik ilişki kurmanın yol ve yöntemlerini arayan iki genç kadın. Gül yoldaş gençliğin politik önderliğine aday olduğun zaman ki cesaretini, cüretini anlatmak kolay değil ama sen zaten bunu yaşamınla kanıtladın. Genç yaşına rağmen ağır ama bilinçli sorumluluklar almakta tereddüt göstermedin, büyük bir fedakarlık, bilinç ve ısrarla aldığın sorumlulukları yerine getirmek için elinden gelenin hep daha fazlasını yaptın. Hatırlar mısın? Gençliğin “ayağa kalk” (yoksa “başkaldırıyorum” eylemleri miydi şimdi hatırlayamıyorum) eylemleri vardı. ODTÜ’de Gül, Hasret Özgüç üçlüsünün gece gündüz demeden polisle çatıştığı eylemler. Kış günü Ankara’nın ayazında -hani kemikleri sızlatan türden bir kış günü- gaz, su, derken hepiniz de sırıl sıklam olmuşsunuz. Karşılaştığımızda “yoldaş bu ne hal?” dedim. Sizinse keyfiniz yerinde halinizden hiç şikayetçi değildiniz. Haklı mücadelenin mutluluğunu ve coşkusunu yaşıyordunuz.
Galiba aynı yıl YÖK Başkanına yumurta atma protestolarının yaşandığı eylemler olmuştu. Aynı zamanda YDG içerisinde “Militanlık nedir? Militanlıktan ne anlıyoruz? Şeklinde tartışmaların yoğunlaştığı bu süreçte düşmana “yumurta atma” üzerinden tartışmalar yapılıyordu. Hasret yoldaş, bu tartışmaların olduğu bir toplantıda ve ardından devam eden sohbetlerde “eğer hiç bir şeyin olmadığı koşullar varsa, düşman gücünün arabasını çizmek hatta yüzüne tükürmek bile anda değerlidir çünkü düşman bilincinin en net göstergesidir” diyerek sınıf kinini ortaya koymuştu. “Bugün yumurta atarsın yarın yarın başka bir şey…” diye de sonraki hedeflerini açıklayacaktı. O yürütülen tartışmalardan sonra düşmana atılan ve atılabilecek olan şeylere ilişkin espriler bitmek bilmiyordu. Şimdi nasıl gülüyorsun değil mi?
Bir bahar günü Sefaların ölümsüzleştiği haberini aldık. Gül yoldaş sen duygularını en az gösterenlerimizdendin o yüzden içindeki öfkeyi ancak seni çok yakından tanıyanlar bilebilirdi. Ve sen o öfkeyi en özlü şekilde görevlerine daha sıkı sarılarak ortaya koyardın. Hiç tanımadığın yoldaşlarla ilgili şiirler yazmıştın ve yazdığın şiirler yayınlanacaktı. O yıl birçok şey değişti. Sefagüllerin anısı ve mücadelesi alanda çok büyük bir etkilenme yaratmıştı. Ankara’nın kışı kadar yazını da çok iyi bilirsin baya sakin olur yaz kış bürokratik havasından ödün vermeyen Ankara yazın çekilmez hale gelir. Öğrenciler ailelerinin yanına, memleketlerine gider, memurlar tatile, sevdasının peşinde koşanlar ise sevdalarının doğduğu, büyüdüğü yerlere giderler. O yıl artık dağlardan da beklenen sesler gelmeye başlamıştı, herkes de olduğu gibi sende de coşku ve heyecan artıyordu. Seni her yerde görmek mümkün, okulda, derste, işçi direnişlerinde, grevlerde, Togo, Tekel ve torba yasa eylemlerinde, semtlerde gazete dağıtırken, panellerde sunum yaparken, toplantıları yönetirken, festivallerde, duvarlara nakşedilen yazılamalarda, afiş yaparken, gözaltılarda…
Genç bir kadın olarak, kadın özgürlük mücadelesinin en ön saflarında, ağır ve önemli sorumluluk duygularıyla, yanlış eğilimlere itiraz edip eleştirirken seni anlatmak hiç kolay değil. Sen o günlerde dogmatik olmakla eleştirilecektin. Ama hem pratiğin hem de tarih seni haklı çıkarıyordu. O günlerde senin politik duruşunu (özellikle kadın sorunu özgülünde) doğru bulmayıp burun kıvıranlar yanılacaktı. Hatta seninle ideolojik olarak baş edemeyenler “Gül yerine başka bir kadın toplantılara katılsın” diyecek kadar eleştirilerine dayanamaz duruma geliyorlardı. Sen ise ideolojik mücadelede ısrarını sürdürürken, kendi eksikliklerine karşı açık tutumun seni bir adım daha öne çıkaracaktı. Hem kitle toplantılarında hem de iç toplantılarda yürütülen tartışmalarda yanlış eğilimlere karşı itirazlar senden geliyordu ideolojik anlamda tavizsiz tutumunla yürütülen tartışmalara politik katkılarınla derinlik kazandırıyordun. Birçok alanda inançla, bilinçle, kararlılıkla koşturuyor çok hızlı gelişiyordun. Köy çalışmalarında politik katkılarının yanında emekçiliğin, fedakarlığın örnek oluyordu. Erkek egemen iş paylaşımını pratikte parçalıyor, köylülerin deyimiyle “Bu Gül varya dağı devirir, bu nasıl kadın ağaca çıkıyor, koca koca kasaları taşıyor.” Köylülerden biri “anam, bacım canına acı” dediğinde kahkaha tufanı kopmuştu. O köylüyle bu didişmeleriniz bitmek bilmiyordu. Sen gülerek “bir şey olmaz, (erkekleri gösterip) bak onlara da bir şey olmuyor” diyerek konuyu hep atlatmaya çalışırken köylüye de toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümüne neden karşı çıkmak gerektiğini anlatırdın.
Öyle bir zaman geldi ki hiç söylemedin ama belki de senin için sınandığın en zor dönemlerdi. En çok ilişkilendiğin insanlar tek tek yoruluyor, duruyor, ayrılıp mücadeleyi terk ediyorlardı. Her devrimcinin baş edemeyeceği bir başka konu da buydu. Sonuçta uzun yıllar birçok şeyi paylaştığın, güvendiğin, yeri geldiğinde sana yol gösteren dostların küçük burjuva zaaflarına yenik düşmüş kendi iç çelişkileriyle baş edemeyip gerilemişti yanındaki insanların böylesine savrulup, yorgun düşmeleri elbette ki üzer insanı, seni de üzdü tabi ki. Ama sen bilincindeki kararlılıkla, beslendiğin ideolojik-politik temelle bu süreci de öğrenerek tereddütsüzce atlattın. Mücadelene yeni bir başarı ekleyerek, zaferle çıktın. Bak seninle bir şiir paylaşayım, şimdi kimin yazdığını hemen anlayacaksın;
Bize bir şiir, bir yürek, bir de Gül gerek
Aşkla başlayıp umutla bitecek cümleler
bak ayrılıklara vurulurken
Özlemlere doğuyoruz her sabah
Sonra Hasret olup akıyoruz birbirimizin yüreğine
Bize bu aşkı bu acıyı bu ayrılığı taşıyacak
Elimizi bastırdığımızda bir dostun omuzuna
Yürekten yüreğe umut taşıyacak bir yürek gerek
Aşktan anlamayıp ahkam kesen
Bir çocuğun gülüşüne vurulamayacak kadar
Saydamlaşmış, hiçleşmiş, silikleşmiş
Yürekleri aydınlatacak
Aşkın halinden anlayan
Cesur bir yürek gerek
Şiirdeki Gül de aşkta Cesur Yürek de sensin. Bu sevgiyi, bu bağlılığı duyumsadığına eminim.
Mektubumun başında da söylediğim gibi Gül yoldaş, böylesi anlarda anılar akın ediyor beynime hangisi anlatsam, yüreğimden senin yüreğine sızan bir Hasret türküsü sarıyor benliğimi. Bu akını durdurmak imkansız.
Gezi sürecindeki bir kaç anımızı da anlatmadan geçmemeliyim malum bu mektubu okuyan herkes sana yazılmış bir mektupta nasıl olur da Gezi sürecinden bahsedilmez diye hayıflanacaktır.
İstanbul’da çakılan kıvılcım hızla her yana yayılmıştı. Ankara’da Kızılay Meydanı alınmak isteniyordu (burada da gülümsediğini hissediyorum), Tuzluçayır halkı Kızılay’a yürüyor mahalle halkı, yürüdükçe kitleselleşiyordu. Senin heyecanın görülmeye sürekli bir gülümseme halinde yüzüne yayılıyordu. Kızılay’a yaklaştıkça reformist anlayışlarda kararsızlık başlamıştı. Bunu fark eden bir yoldaş, “Partizan ileri” diye tüm kitlede bir ürpertiye yol açan bir çığlık attı. Sen ve diğer yoldaşlar yayından fırlayan ok misali sloganlarla kavgaya koşuyordunuz. Kitle peşiniz sıra sizinle geldi. Her yer gaz bulutu. Ama kitlenin o muazzam gücü, hepimizi büyülemişti sanki. Sen en önde olanlardansın. Üç saatten fazla olmuş en önlerden birini arkaya doğru taşıyorlarken gördüm, içimde burkulma ile yaklaştım ama kim olduğu tanınmıyordu. Yaralı yoldaşın başına birçok insan toplanmıştı, kitleyi hafif aralayınca yüzün açıldı. Toplanan kitlenin içinden “açılın o benim yoldaşım” diyen bir ses geldi, senin yüzün acıyla gülümsüyordu. Yoldaşla sarılışınız dün gibi aklımda. Sana omuz veriyor yoldaş. “Yürüyebilir misin yoksa sırtıma alayım mı seni” diyor. Sen “yok yok ben iyiyim yürürüm” diyorsun. Tam o anda yeniden gaz bombalarıyla doluyor her yer, göz gözü görmüyor, nefes almakta zorlanıyoruz. Yarı baygın çıkıyoruz, diğer yoldaşlar gelip sakin bir yere götürmeye çalışıyorlar seni ama ne mümkün her yerde çatışma var epeyce uzaklaştıktan sonra yoldaşlar Sana “ayağın çok kötü yoldaş, sen çık buradan” diyor ama sen “yok bir şeyim gitmem” diyorsun gitmiyorsun da. Öğleden sonra Kızılay Meydanı’na giriliyor. En önde sen ve yoldaşların var. Bir ara silah sesleri geliyor. Bir yoldaş “silah sesleri geliyor kendinizi koruyun” diyerek kitleye sesleniyor. Ağır yaralının Ethem olduğunu ancak gece yarısı öğrenebiliyoruz. Gece yarısı eve geldiğinde ayağının durumu iyice kötüleşiyor. Ayağını yere basamıyorsun. Ama sen “yarın Kızılay’da işim var” (tabi hepimiz Kızılay’da ne işin olduğunu biliyoruz) demiştin. Ama hastaneye gitmek kaçınılmaz hale geldiği için mecbur doktora götürdük (hastanede yaşananları anlatmayacağım başka bir mektuba artık). Senin tüm itirazlarına rağmen doktor ayağını alçıya aldığında kendimi tutamayıp basmıştım kahkahayı (bu sana yapılır mıydı be!) doktor “iki hafta üzerine basmak yok ayağa kalkmak yürümek yasak” dedi. Dünyan başına yıkılmış gibiydi. O gün seni eve bırakıp biz çıktık hatırlıyor musun yemeğini tepsiye koyup masaya bırakmıştık.
Ve Kızılay’a iç huzuruyla gitmiştik. Birkaç işimizi hallettikten sonra meydana gittik tam yoldaşlarla bir araya geldik günün değerlendirmesini yapıyorduk senin durumunu anlatıyorduk ki arkamızda bir ses (yok yok yanlış duyuyoruz diye düşünüyorduk ki) “merhaba yoldaş” diyen sen. Bizi şaşırtmaya bayılıyorsun değil mi? Ama sevgili yoldaşım işte o gün sana çok sinirlenmiştim.
Gezi direnişinden kaynaklı tutuklama furyası başlamıştı senin ailenden de tutuklananlar olmuştu. Mahkemelere, görüşlere gidiş gelişlerde öfken bilenmiş, patlama noktasına gelmişti. Bir mahkemenin sonunda seni ring aracına tekme atarken gördüm. “Ne yapıyorsun Gül?” diye sordum gülerek. “Ne yapayım bari tekme atayım dedim” oluyor cevabın. “Peki ayağın acımadı mı demire tekme atıyorsun ya” deyince bu sefer gülmene sen engel olamamıştın, gülmek hep yakışıyor sana. İstanbul’a geldiğinde Soma Katliamı’na ilişkin yapılan eylemlerde gözaltına alınmıştın, gözaltına alınırken çekilen fotoğraf büyük bir yankı yaratmıştı. Polis seni gözaltına alabilmek ve sloganlarını susturabilmek için çok ciddi saldırmıştı ve ancak gece yarısı bırakmışlar sizi. Eve gelmek için epey uğraş vermişsin. Seni gördüğümde espriyle ve canım acıyarak “çok dövdüler mi seni?” demiştim sen gülerek “Sofra kuracak değiller ya her tarafım ağrıyor” diyerek ağrıyan yerlerini gösteriyordun. Hep birlikte kahkahalarımız dolduruyordu. Düşmana inat Gül’ebilmek.
Ankara Tuzluçayır yine, yeniden bir direnişe ev sahipliği ediyordu. Cami-Cemevi projesine halk itiraz ediyor, itirazlar büyüyor, öfkeye dönüşüyordu. Günlerce süren çatışmalar, polis saldırısı, sen, yine halkla birlikte yerini alıyorsun en önde. Mahalle halkı ise seni anlatıyor, “bir genç kadın vardı, herkes çekildi o tek başına direnmeye devam etti. En son bir yere sığındı, tahta parçasıyla kapalı bir yerdi, tazyikli su sıktılar olmadı, gaz attılar olmadı, polis sürekli o genç kadına anons yapıyordu “sen tahtanın ardındaki çık oradan bitir artık, bak herkes gitti” kadınsa sürekli taş atmaya devam ediyordu. “Sahi nasıl çıktı sonradan o kadın oradan bilmiyoruz. O kadında gerçekten mangal gibi bir yürek vardı” diyerek anlatıyorlardı. Biz ise senden yine yaşadıklarına dair bir şey duymayacaktık. Bu kadar yoğunluğun içinde dahi ideolojik çalışmalarından geri durmuyordun, ağır sorumluluklarının içinde, okumaktan, araştırmaktan, hiç taviz vermezdin. Çantanda her zaman en az bir kitap bulunurdu. Özellikle Mao ciltleri, Lenin’i hiç eksik etmezdin. Öyle ya teori olmadan pratik, pratik olmadan teori olmazdı. Ozan Emekçi dinlemeyi sever, halay çekmeyi hobi olarak görür, özellikle marşlara katılır, tempo tutardın (yoldaş, hadi çeppik çeppik) Bu genç yaşına o kadar çok şey sığdırdın ki her birinden yeniden ve yeniden öğreniyoruz. Şimdi resmine bakıyor anılara sarılıyor, kocaman Gül’üyorum. Senin, sizlerin de bizlere güldüğünüzü hissediyorum. Gül yoldaş bak kar taneleri eriyor yine ve onun sularıyla yeşeriyorsun.
Şimdi gözlerimi kapatıyorum, isteyen herkes deneyebilir. NATO yolundan, Tuzluçayır’a doğru gelenlere bakıyorum. Cengiz çantasını sırtlamış yine, arada elini gözlüğüne atıyor, senin gözlüklerin yok artık kocaman gözlerinle kocaman Gül’üyorsun. Saçların upuzun, yanında Hasret var. Hasret’in bir elinde sigara görünüyor. Sanki koşarmışçasına bir şeyler anlatıyor sana. Acaba aklından ne güzellikler geçiyor, kıvırcık saçlı, şapkalı haliyle. Özgüç bir Kürt gencini görmüş elini sıkıca sıkıp gülüyor. Muhtemelen genç eline bakmıştır, eli sıkı sıkmak dostluğun, güvenin işareti. Ha Özgüç de geliyor, hafif ayak uçlarına basarak, zıplıyor sanki. Sizi çağırıyor, “kirve bekleyin yetiştim, yetiştim” Gül’üyorsunuz. Tuzluçayır Meydanı’nda ateş yakılmış, sokak aralarında çocuklar duydukları sloganları tekrarlıyorlar. Halaylar kuruluyor, Newroz mu? Yoksa 1 Mayıs arifesi mi, halay başlarındasınız, halkla iç içe. Özgüç “Bu meydan” diye başlıyor. Sonra sonra, öyle sarılıyoruz ki birbirimize dost gururlanıyor, düşman korkuyor. Zaten Gül’üşlerimizden, sarılmalarımızdan tanırız birbirimizi. Sarılalım Nisan güneşinin doğuşuna, sarılalım, güne, ana sarılalım sevdayla. Her şey daha dün gibi aklımızda vedalaşmadık hala. Ellerimiz sımsıkı kenetli, ellerimiz, inşaat işçilerinin emekçi ellerinde Özgüç, kadınların dilinde zılgıt olan Hasretimiz, gençlerin yüreğinde kızıl Gül’ümüz vedalaşmadık. Nasıl Yapmalı (kitabı) sorusu kaldı bana. Cevabını senin-sizlerin verdiğiniz. Umutla kavuşacağız, sarılacağız.
Kendi mecrasında akan sular kavuşur
Bir çiçeğin yalnızlığı bahar olur
Nisan yağmurları yağar sahraya
Gün olur kuşlar konar kırılan dala
Ve devrim savaşçısının yaralı gönlü
Ak kelebekler uçurur bir gün devrim diyerek
Yola çık güneşin andını taşıyorsun
Ama vedalaşmayalım
Vedalaşmayalım, gitti sanırlar sizi-bizi
M. Mamoş
(BİR YOLDAŞI)