23 Haziran seçimleri, açık ve net bir şekilde Türk hakim sınıflarının politik krizinin bir çıktısı olmuştur. Şimdi bunun yarattığı sonuçlar, politik krizin örtülü ve açık, yeni ve elbette tipik semptomlarını ortaya çıkarmaktadır. Uzun süreli, hem yatay hem de dikey biçimde yaşanan politik krizlerde bir çok kırılma anlarının yanısıra çok keskin kırılma anları vardır. Yaklaşık yedi yıldır devam eden ve sürekli derinleşen politik kriz, özellikle “CumhurBaşkanlığı” rejiminin gerçekleşmesiyle, yeni bir düzeye taşınmıştı. Türk egemen sınıf kliklerinin esasları üzerinde anlaşabilecekleri ancak politik mücadele alanında kesinlikle sert ve zorlu kapışmalara yol açacak bir değişimdi “Başkanlık” meselesi.
Ciddi düzeye gelmiş kapışmanın, derinleşen politik krizin ve de ekonomik krizle küçülen pastanın bu kapışmayı böylesi bir değişiklikle daha da derinleştireceği açıktı. Sistemin yönetme krizine karşı bir yandan tedbir, diğer yandan kliklerden birinin bu tedbiri kendi lehine daha pervasız kullanma fırsatına dönüştürmesi sorunu içinden çıkılmaz bir duruma sokmayı getirmiştir. Ve yaklaşık bir yıllık süreç boyunca bu sistem değişikliği bırakalım bir çare üretmeyi, çaresizliği boyutlandıran bir durum yaratmıştır. 2004’de Rahmi Koç’un deyimiyle “akıllı bir diktatör” ihtiyacı, 2013 Aralık’ından bugüne sadece bir “zombi” haline gelen liderin “inisiyatifine” muhtaçlıkla karşılık bulmuştur. Tayyip Erdoğan’ın politik “zombiliği” sistemin belli ihtiyaçlarına yanıt verirken, diğer yandan yönetme krizine neden olan faktörlerden biri olarak da karakterize olmuştur.
23 Haziran seçimlerine gidilen iklim, kitlelerin yönetilmesinde nerdeyse en etkili argüman olan, sistemin belli bir rahatlama ve “meşruiyet” ürettiği alanında da en hafif deyimle “tabutuna çakılacak en güçlü çivi” tehlikesini yaratmıştır. Klikler arası savaşımı ve mücadeleyi had safhaya çıkaran tablo, emperyalist merkezlerden açık homurtuya dönüşen yönetme krizi, “meşruiyet sorunu” tartışmasını alevlendiren durum, “kuralsızlık ve dağınıklık hali”nin baş edilmezlik emareleri nihayet bir “ayar” verme sonucuna evrilmiştir. Zira 31 Mart ile 23 Haziran arasında Tayyip Erdoğan önderliğindeki egemen klik AKP-MHP, tabloyu düzeltmeye yönelik iç ve dış politikada en ufak bir değişim umudu ve beklentisi oluşturmamıştır. “CumhurBaşkanlığı”na geçişle oluşan kırılma 23 Haziran’da başka bir politik kırılmaya ve güç dengelerinde değişim ivmesinin pekişmesine neden olmuştur.
AKP’DE İÇ PARÇALANMA VE KARŞI CEPHEYE KAN TAŞIMAYA DEVAM SİYASETİ!
Peki serencam eden bu durumda, yeni politik kriz semptomları ve gelişmeler ne doğuracaktır?
Birincisi, AKP içinde memnuniyetsizler artık parmak uçlarıyla yürümek yerine, takunyalarının sesini duyuracak düzeyde cesaretlidir. Abdullah Gül-Ali Babacan ikilisinin derinden, sakin, ayakları yere basan ve “devlet yönetiminde tecrübeli” kadroyla yürüttüğü çalışmalar, şimdi daha açıktır. Ali Babacan’ın vitrine çıkarıldığı ve artık AKP’den istifa ederek ayrılığı resmileştiren bu “güçlü” ekip Tayyip Erdoğan’la kartları açık oynamaya başlamıştır. Artık bu ekibin kuracağı partinin ismi dahi “basına” sızdırılmaktadır. Ahmet Davutoğlu ise başka bir kulvarda AKP’yi kemirmeye başlamıştır. Daha fazla yıpranmış ve emperyalist kulislerde daha az güven duyulan, Türk hakim sınıfları cephesinde prestiji daha düşük olan bu figür, 23 Haziran sonrası daha cüretlidir. Bu klik ilk çıkışlarını Amed, Elazığ, Konya gibi illerde yaptığı toplantıyla ortaya sermiştir. Bu iki kliğin henüz yollarının çakışmadığı, bir ortak program etrafında buluşamadıkları görülmektedir. Ancak AKP içindeki memnuniyetsizliği kaşıyacak argümanları etkili şekilde kullandıkları açıktır. Bu çıkışların egemen sınıflar arasındaki kavgaya, bloklaşmış-cepheleşmiş mücadeleye benzin dökeceği açıktır. Düşüş trendinde olan AKP’nin, geçmiş başarısız kopuş ve ayrışmalara gönderme yaparak bunların kopuşunu karşılaması imkan dahilinde değildir. Zira egemen sınıfların keskin bir şekilde cepheleştiği bu tabloda, geçmişten farklı sonuçlar doğuracak bir ayrışmanın gerçekleşmesi büyük olasılıktır. Zira Tayyip-AKP kliği yönetme krizinde, direksiyondadır ve kontrol ciddi düzeyde kaybedilmiştir.
İkincisi, AKP-MHP ortaklığının politik çözümlerde başarısız ve sorun üreten yapısı, ekonomide “biçare”liği, küçülen pastadan kırıntıların dahi kıskançlıkla ve saldırganlıkla sahiplenilmesi, pastanın küçülmesi karşısında bu ortaklığın içinde ortaya çıkan memnuniyetsizlik gerginliği bunalıma dönüştüren faktörlerdir. Bu tabloda seçim sonrası “normalleşme” girişimleri haliyle başarısız bir temenni olmanın ötesine geçmemektedir. Normalleşmekten kasıt herkesin durduğu yerde konumlanmasıdır. Oysa var olan durum hareketin dinamik yasalarından dolayı imkansızı istemeye denk düşmektedir. Seçim sonrası gelişmeler bunu gösterir niteliktedir. SETA’nın MİT raporlarıyla yayınladığı fişlemeler; TÜİK’in tüm manipülasyonuna rağmen ekonomideki depremin devam etmesi; Kürt meselesinde masada elini daha da güçlendirme adına saldırganlığın hız kesmeksizin devam etmesi; “muhalif” klikleri kenetleyecek yargısal-polisiye girişimlerin devam etmesi ve elbette kaybedilen belediyelerle oluşan itibar ve rant kaybının yarattığı durumu çaresizce telafi etmeye yönelik kaotik durum normalleşme değil, sürekli hata yapan silsilenin devam etmesi ile derinleşen kriz olarak çıkmaktadır.
KAZANILAMAYAN ROL VE ÇIRPINIŞLAR!
Üçüncüsü, Türk hakim sınıflarının dış politikası ve özellikle Ortadoğu, Doğu Akdeniz havzasındaki durumu tam bir açmaz haline dönüşmüştür. 2015-2016 süreci ile Ortadoğu ve Doğu Akdeniz havzasında kaybettiği rolünü ABD’den yeniden kazanmak için “çok yönlü ve taraflı” olarak ortaya koyduğu oyun planı tıkanmış durumdadır. Fırat’ın batısında Rusya ve İran ile iyi ilişkiler kurarak Rusya’nın alanında bir hançer gibi saplı kalma planı, Afrin karşılığında Halep-Guta-Humus’un teslim edilmesi, İdlib için ise S-400’lere talim edilmesi politikası güdülmüştür. Rusya ve ABD’nin bölgede belirleyici oyun kurucu rollerinden dolayı işleyen planlamaları, Türk hakim sınıfların çelişkiden faydalanma ve alan açıp rol kapma hesabının bir açmaza sürüklenmesini getirmiştir. İdlip S-400’lerle takas edilmemiş, Fırat’ın batısında ABD hançeri olma rolü Rusya ile ilişkilerin pekiştirilmesine eşitlendirilememiştir. Elde kala kala; baş belası olacak S-400’ler, elde kalmayacağı anlaşılan İdlib, Suriye’de sınırda güvenli bölgeye razı gelmeye zorlanan bir “meyve bıçağı”, Türk-Kürt ittifakı arayışının daha büyük “kan davasına” dönüşmüş yapısı kalmıştır. Sadece bu değildir. Doğu Akdeniz’de, emperyalist enerji tekellerinin çevirdiği büyük oyun karşısında, sondaj aleti üretmekten yoksun ekonomik yapısıyla “şövalye ruhlu” girişimin yalıtılma ve tecrit olma tehlikesi elde kalan şeylerden birisidir. Buna Mısır, İsrail, Libya, Tunus ve Cezayir gibi Akdeniz havzasının diğer unsurlarıyla kökleşmeye doğru giden sorunları eklemek gerekir. Bu durum emperyalist güçler için kaybolan güven, müdahale edilmesi gereken bir tablo ve çözülmesi gereken krizlerdir.
Tüm bu iç ve dış politikadaki tablo, TC için yatay ve dikey biçimde yürüyen krizin derinleşmesinin kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Kriz semptomlarla devam edecektir. Ancak bu krizin TC için kötü huylu bir ur olduğu, buna karşı izlenen politikalarla habis hale geldiği açıktır. Önümüzdeki süreç “devrimci durumun” bu krizlerle birlikte daha da yükseleceği, devrimci mücadele için yeni olanaklar yaratacağı açıktır. Yönetme krizine egemenler arasındaki parçalanma ve yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istememesine dair memnuniyetsizliğin boyutlanması eklenecektir. Hiç kuşkusuz emperyalist-kapitalist güçler arasındaki çelişkinin boyutlanması ve içine doğru sürüklendikleri ekonomik krizde bu gelişmelere eşlik edecektir. Çok katmanlı ve çok yönlü sorunlar yumağında, devrimci savaşıma odaklanmak, sistemin iyileştirilmesine odaklı politik yaklaşımlardan kitleleri koparmak aslolandır. Bu görevlere yoğunlaşmak, yakından incelemek ve sınıf mücadelesinin engin denizinde korkusuzca yüzme cesaretini kuşanmak gerekli olandır.
*Bu yazı Yeni Demokrasi gazetesinin 39. sayısından alınmıştır.