15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nin 52. yıl dönümü yaklaşıyor. Bu 52 yılda Türkiye işçi sınıfı birçok harekete kaynaklık etti. Yine de 15-16 Haziran’ın işçi sınıfı mücadelesindeki tarihsel öneminden bir şey kaybetmedi. 15-16 Haziran’ın patronlara, devlete ve sendika bürokratlarına karşı taşıdığı militan bilinç, bugün de işçi sınıfının yolunu aydınlatmaya devam ediyor. Peki ne olmuştu 15-16 Haziran 1970’te?
1970 yılında CHP ve AP milletvekilleri 274 sayılı Sendikalar Kanunu ile 275 sayılı Grev ve Lokavt Kanununda değişiklik yapılması için taslaklar hazırladı. Bu yasa tasarısı işçilerin sendikal özgürlükleri ve grev hakkını kısıtlıyordu. Özeldeki amaç ise işçilerin DİSK’e üye olmasını zorlaştırmaktı. Kanunlaşan tasarı esas olarak Türk-İş’ten DİSK’e işçi akışını önlemeyi amaçlamaktaydı. 14 Haziran günü DİSK Genel Temsilciler Meclisi’ni topladı. Salonda ertesi gün işçilerle görüşülüp fabrikalarda kısa yürüyüşler yapılması kararı alındı. Ancak 15-16 Haziran günleri işçiler fabrikaların dışına taşarak sokakları doldurdu. 15 Haziran sabahı İstanbul’da, Gebze’de, İzmit’te fabrikalar durdu. Her tarafta işçiler çeşitli yürüyüşler ve mitingler düzenliyor ve kent merkezlerine doğru hareket ediyorlardı.
DİSK’in böylesi bir kararı olmamasına rağmen işçiler bu protestoları kendi inisiyatifleriyle başlatmış ve elbette ki öncü işçilerin ve devrimcilerin yol göstermesiyle eylemlerini yalnızca iş bırakmakla sınırlamamışlardı. Ertesi gün Kartal’da, Levent’te ve Topkapı tarafında çatışmalar çıkmış, polis ateş açmıştı. Kadıköy’deki çatışmalarda, polisin açtığı ateş sonucunda üç işçi öldürülmüş, 200 işçi yaralanmıştı.
Yaralanma ve ölümler işçileri yıldıramadı fakat direnişin zayıf karnı akşam saatlerinde ordunun sıkıyönetim ilan etmesiyle açığa çıktı. DİSK yönetiminin işçileri “sükûnete” çağırmasının ardından işçiler fabrikalarına geri döndüler. Bazı fabrikalarda iş durdurma ve iş yavaşlatma eylemleri devam etti. Üç ay süren sıkıyönetim sonunda işten çıkarılan işçi sayısı beş bini aşmıştı. Yine de egemen sınıflar başarıya ulaşamadı, yeni sendika yasası uygulamaya sokulamadan iptal edildi. Hâkim sınıflar, işçi sınıfının tüm sendikal kazanımlarını ortadan kaldırmak için 12 Eylül 1980 Askeri Faşist Cuntasını hayata geçirmek zorunda kalacaktı.
15-16 HAZİRANLARI İNŞA ETMEK İÇİN KİTLELERE!
Her dönem olduğu gibi bugün de ülkemiz sınıf mücadelesinin önemli tarihsel başlıklarından olan 15-16 Haziran’ın derslerini irdelemek ve ortaya güncele dair ödevler çıkarmak gerekiyor. Bundan bir yıl önce 15-16 Haziran’ın çağrısını işçi sınıfının örgütlenmesi ve devrimci önderlik olarak ortaya koymuş, derin sömürü ve örgütsüzlüğe vurgu yapmıştık. Bu çağrı esasta değişmiş değil. Hatta koşulların daha da ağırlaştığı söylenmelidir. Sömürü, hayat pahalılığı ve işsizlik rekor seviyelerde seyrederken işçi sınıfında yeterli bir hareketlilik söz konusu değil. Geçtiğimiz ocak-şubat aylarında gerçekleşen fiili grev ve direnişler, söz konusu ağır koşullara karşı ücretler nezdinde bir tepki olarak cereyan etti. Sonrasında koşullar kötüleşmeye devam etti. Herkesin “bu ekonomik koşullarda nasıl yaşanabiliyor” diye sorduğu bugünlerde işçi sınıfının durumu da ayrı bir tartışma konusu oluyor. Belli eylem ve direnişler haricinde işçi sınıfında bir bekleyiş hâkim. Bunun birçok sebebi olmakla birlikte biz bu durumu “işçi sınıfının biriktirme süreçleri” olarak ele almalıyız. Patronlar küçülme bahanesiyle işçi çıkararak ve göçmen emeğine yönelerek sömürüyü daha da yoğunlaştırırken sarı bürokrat sendikalar da bunun diğer ayağında işçi sınıfında gelişebilecek tepkileri kontrol altında tutuyor, hatta sendikalar içinde kalan son devrimci-demokratik odakları tasfiye ediyorlar. Kimi sendikalar artan hak gaspları ve işten atmalara karşı harekete geçse de bu, fiili-meşru mücadeleye dayalı ve sınıfın bütününe moral aşılayan bir kapsam yaratmıyor.
Asgari ücretin belirlenmesinden sonra enflasyonun da etkisiyle sarsılan ücretler işçiler nezdinde henüz “idare etmekle” geçiştiriliyor. Ancak bunun daha uzun süre devam ettirilebilmesi mümkün gözükmüyor. Hükümetin temmuz ayında asgari ücrete ara zam olabileceğine dair söylemi, EYT (Emeklilikte Yaşa Takılanlar) gibi düzenlemelerin elde koz olarak tutulması bu bekleyişi üreten unsurlardan bazıları. Seçim politikalarının da malzemesi haline getirilen bu konular nedeniyle, işçilerin algısı manipüle ediliyor. Fakat birçok ekonomistin de üzerinde durduğu gibi temmuz-ağustos aylarının nasıl geçeceği belirsizliğini koruyor. Her gün yeni zamlarla pahalılaşma sürüyor. Reel ücretler yani alım gücü günbegün erimeye devam ediyor. Kimse işsiz kalmak istemiyor, ancak çalışma şartlarının da kabul edilebilir olmadığının farkında. Her evde en azından 2-3 kişi çalışmasa ya da bazı yan gelirler/destekler olmasa bu ücretlerle geçinebilmek zaten mümkün değil. Artan kredi borçlarının da halkta benzer bir etki yarattığını söyleyebiliriz.
Emekçilerin tüm bu ayakta kalma stratejileri adım adım zorlaşıyor ve mutlak olarak tıkanmaya gidiyor. İşte bu koşulları, işçi sınıfının kendiliğinden bir biçimde mayalandığı ve öfkesini pratikleştireceği ana “hazırlandığı” bir süreç olarak görmek gerekiyor. Ancak bu yeterli değil. Kendiliğindenliğe tapma eğiliminde değilsek tam da bu koşullara müdahale etmek gerekmektedir. Zira ekonomik bakımdan ağır koşullar tek başına bir sınıf hareketine yol açmadığı gibi bir hareket söz konusu olsa bile onun gerici ve uzlaşmacı çizgilerle manipüle edilmesi de zor değildir. Sınıf düşmanlarının deneyimi ve oportünizmin türlü biçimleri de bunu kolaylaştırmaktadır.
Peki bugün ne yapılabilir ya da 15-16 Haziran’ın yıl dönümünde bizim güncel koşullara karşı tavrımız ne olmalıdır? Bugün ne 1970’in siyasi atmosferindeyiz ne de işçi sınıfı içerisinde üzerinden etkili bir biçimde yürüyeceğimiz devrimci-demokratik odaklar söz konusu. Bugün işçi sınıfının büyük kitlesine damgasını vuran şey çoğunluğu genç ve bilinçsiz-örgütsüz bir işçi kuşağıdır. Sınıfın nicel kitlesinin geçmiş kuşakların nitel birikimiyle bağı da büyük oranda kopmuş durumdadır. Bu anlamda kuşaktan kuşağa devredilen bilinç ve mücadele deneyimi de zayıftır. Bu duruma işçi sınıfı içerisindeki kitle çalışmalarının zayıflığını da eklediğimizde sorunun çapı daha da genişlemektedir.
Diğer yandan ise işçi sınıfı ve emekçilerin çelişkileri derinleşmekte ve işçi sınıfı karanlıkta, el yordamıyla kurtuluş yolunu aramaya zorlanmaktadır. Doğal olarak buradan şu sonuç çıkmaktadır ki nesnel koşulların biriktirdiği çelişkilere öznel müdahalelerin çoğaltılması, sınıf içerisinde kitle çalışmasının yoğunlaştırılması gerekmektedir. Küçük veya büyük olmasından bağımsız olarak işçi hareketlerini yaratacak ve ona hazırlanacak olan gerçek pratik bu çalışmalar olacaktır. Nasıl ki işçi sınıfının gücü sayısı ile ölçülemez ise bu alandaki çalışmaların etkisi de sadece kendi çapları ile ölçülemez. Elverişli koşullar oluştuğunda her bir ilişki ve kanal bize, sınıf mücadelesine aktif müdahalenin olanaklarını sunacaktır.
KİTLE ÇİZGİMİZİ İŞÇİ SINIFINA UYGULAYALIM
İşçi sınıfı hareketinin ve sınıf içerisindeki çalışmaların bu düzeydeki gerilikleri, özellikle komünistlerin bir eksikliği olarak kavranırsa aşılabilirdir. Özeleştirel tutumumuzun bir ayağının da kitle içindeki politik çalışmalara ciddiyetle eğilmemek olduğunu bir kez daha hatırlayalım. Proletarya partilerinin sınıf bakış açısını kavramaları, sınıf hareketine vakıf olmaları önemli ölçüde kitle içindeki çalışmalarıyla ilgilidir. Özünde Marksizmi ve aslında Kaypakkaya yoldaşın devrimimizde işçi sınıfının rolüne dair görüşlerini yadsır bir biçimde “sol devrimci” söylemlere yaslanmak olsa olsa sağ kendiliğindenciliği güçlendirir ve bizi yolumuzdan alıkoyar. Özellikle deneyimsiz yoldaşlarımızın öncü ve önder sınıf olarak tanımladığımız işçi sınıfına yabancılıkları onların kendi başına yol bulmalarını, dava insanı olmalarını olumsuz etkileyen bir durumdur. Bu konunun önemsizleştirilmesi veya kitle çalışmasına dönük sorumlulukların yok sayılması geleceğin proletarya lehine dönüştürülmesi görevini, bu asli görevimizi silikleştirir, zamanla belirsizleştirir ve dolayısıyla bizi tarihin birikmiş çöplüğünde bir çöpe dönüştürür. Sorun sadece işçi sınıfı içindeki çalışmalar değildir, genel olarak kitlelerden kitlelere siyasetinin zayıflığından söz ettiğimiz açık olmalıdır. Yer yer kendini gösteren bu bilinç bulanıklığı ve kırılmanın kaynağında aslında devrimin kitlelerin eseri olduğu gerçeğine ve kitle içinde parti çalışması görevine karşı yabancılık bulunmaktadır. Bu nedenle 15-16 Haziran’ın 52. yıl dönümünde üzerinde duracağımız en temel konuların başında kitle çizgisi, kitle içinde parti çalışması ve aynı kapsamın bir parçası olarak işçi sınıfı içerisinde çalışmalar olmak zorundadır. İdeolojik ve pratik olarak bu mücadele verilmek, komünist partisi, sınıf mücadelesi ve kitleler içerisinde geliştirilmek zorundadır. 15-16 Haziran, işçi kitlelerine dönük eylem ve etkinliklerimizi yoğunlaştırdığımız bir gündem olarak ele alınmalıdır.