15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi, Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihinin en şanlı direnişlerinden biridir. İşçi sınıfının ekonomik ve sendikal mücadelesinin devrimci siyasi mücadeleye yükseltilmesi zorunluluğunu 15-16 Haziran tüm çıplaklığıyla ortaya koymuştu. Direnişi, 68 Hareketi’nden ve dönemin devrimci mücadelelerinden bağımsız ele alamayız. 60’lardan itibaren dünyayı kasıp kavuran devrim dalgası ve Türkiye’de gelişen devrimci yönelimler, işçi hareketlerinde de yansımasını buluyordu. Bu direnişin sonuçları her şeyden önce bizlere kendiliğinden hareketin sınırlarını ve sınıfın devrimci örgütüne duyulan ihtiyacı göstermesi bakımından öğreticiydi.
1970 yılında CHP ve AP milletvekilleri 274 sayılı Sendikalar Kanunu ile 275 sayılı Grev ve Lokavt Kanununda değişiklik yapılması için taslaklar hazırladı. Bu yasa tasarısı işçilerin sendikal özgürlükleri ve grev hakkını kısıtlar yöndeydi. Özeldeki amaç ise işçilerin DİSK’e üye olmasını zorlaştırmaktı. Yasanın anayasaya aykırı olduğunu söyleyen DİSK, örgütlü olduğu işyerlerinde Anayasal Direniş Komiteleri kurulmasını kararlaştırdı. 14 Haziran günü DİSK Genel Temsilciler Meclisi’ni topladı. Salonda ertesi gün işçilerle görüşülüp fabrikalarda kısa yürüyüşler yapılması karar alındı. Ancak 15-16 Haziran günleri işçiler fabrikaların dışına taşarak sokakları doldurdu. 115 işyeri ve yaklaşık 75 bin işçiyle başlayıp 16 Haziran günü 168 fabrikayı ve 150 bine yakın işçiyi kucaklayan 15-16 Haziran Direnişi, İstanbul ve İzmit çevresini kapsadı. 15 Haziran sabahı İstanbul’da, Gebze’de, İzmit’te fabrikalar durdu. Her tarafta işçiler çeşitli yürüyüşler ve mitingler düzenliyorlar ve kent merkezlerine doğru hareket ediyorlardı.
DİSK’in böylesi bir kararı olmamasına rağmen işçiler bu protestoları kendi inisiyatifleriyle başlatmış ve elbette ki öncü işçilerin ve devrimcilerin yol göstermesiyle eylemlerini yalnızca iş bırakmakla sınırlamamışlardı. Ertesi gün Kartal’da, Levent’te ve Topkapı tarafında çatışmalar çıkmış, polis ateş açmıştı. Ordu, tanklarıyla ve zırhlı birlikleriyle eylemlere müdahale etmeye çalışıyordu. Askerlerin oluşturduğu barikatlar aşılıyor ve polisle çatışmaya girişiliyordu. Kadıköy’deki çatışmalarda, polisin açtığı ateş sonucunda üç işçi öldürülmüş, 200 işçi yaralanmıştı. Direniş DİSK’li işçiler öncülüğünde başlasa da Türk İş üyesi işçilerin katılımı DİSK’li işçileri geçmişti. O dönemde de DİSK’e karşı devlet tarafından öne çıkarılan Türk İş, hükümetin yasa değişikliğinin arkasında olduğunu ifade etmesine rağmen üyesi işçiler direnişte saf tutmuştu. Bu da gösteriyordu ki 15-16 Haziran, sadece çıkarılan yasalara karşıtlıkla ya da DİSK’le sınırlı bir direniş değil Türkiye işçi sınıfının hâkim sınıflara, onların köleci yasalarına ve sendika bürokrasilerine karşı şanlı bir ayaklanmasıydı.
Yaralanma ve ölümler işçileri yıldıramadı fakat direnişin zayıf karnı akşam saatlerinde ordunun sıkıyönetim ilan etmesiyle açığa çıktı. DİSK yönetiminin işçileri “sükûnete” çağırmasının ardından işçiler fabrikalarına geri döndüler. Bazı fabrikalarda iş durdurma ve iş yavaşlatma eylemleri devam etti. Fabrikalardaki direnişi ne asker ne de polis baskısı engelleyemedi. Hareket iki günle sınırlı kalmayacak, sıkıyönetimin ilanına rağmen 12 Mart 1971’e dek sürecek bir hareketin başlangıcı olacaktı. Üç ay süren sıkıyönetim sonunda işten çıkarılan işçi sayısı beş bini aşmıştı. Yine de sistem başarıya ulaşamadı, yeni sendika yasası uygulamaya sokulamadan iptal edildi. Hâkim sınıflar, işçi sınıfının tüm sendikal kazanımlarını ortadan kaldırmak için 12 Eylül 1980’i beklemek zorunda kalacaktı.
15-16 Haziran işçi direnişi dönemine göre “devrimci” anılan ve devlet tarafından tehdit olarak görülen DİSK’in sınırlarını da ortaya koyuyordu. Radyolardan yankılanan DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in konuşması işçilerin gücünün DİSK’in yönetim kadrosunu aşarak ilerlediğini gösteriyordu. Kemal Türkler’in konuşması DİSK yönetiminin karakterini ortaya koyar nitelikteydi: “Anayasamız her türlü toplantı ve yürüyüşlerin silahsız ve saldırısız olacağını emreder. Bizim aramıza çeşitli maksatlar güden kişiler, çeşitli kılıklara bürünerek göz bebeğimiz şerefli Türk ordusunun bir mensubuna kötü maksatlarla taş atabilirler, tahrikler yapabilirler. DİSK Genel Başkanı olarak sizleri uyarıyorum.” Bu açıklamalarıyla DİSK’in sarı sendikacılığının yüzüne taktığı “devrimci” maskesi de düşmüştü.
12 Eylül Askeri Faşist Cuntası eliyle kapatılmasının ardından DİSK, 1992’de tekrar kuruldu. Ancak herkesin bildiği gibi 70’lerdeki DİSK’in daha gerisinde bir DİSK vardı ve hâkim sınıflar DİSK’i sendikal rekabeti geliştirerek işçi sınıfını bölmek için kullanmak istemişti. Özellikle SHP ve SHP’li belediyeler bu konuda daha aktif bir rol üstlenmiş ve kimi DİSK yöneticilerinin “uyumlu” tutumlarıyla sarı, bürokratik sendikal anlayış derinleştirilmişti. İçerisindeki birçok sendika ve şube, önemli mücadelelere imza atıp sınıfın mücadele geleneklerini büyütmeye çalışsa da konfederasyona ve sendika bürokrasilerine hâkim olan şey, sınıf sendikacılığı değil hâkim sınıfların belli bir kesimine yaslanan sendikal bir çizgiydi.
DİSK, büyük direnişte sınıf işbirlikçisi bir tavır geliştirmemiş ve 90’larda yeniden kurulduktan sonra bu çizgiyi daha da derinleştirmemiş gibi 15-16 Haziran’ları kutlamaya devam etmektedir. Bugün DİSK’in sarı çizgisi değişmemiş hatta daha da ilerlemiştir. İşçilerin tabandan gelen zorlamalarının zayıfladığı dönemlerde DİSK’in bu niteliği daha da belirgin hale gelmiştir. Son genel kurulunda daha da açığa çıktığı gibi CHP’nin arka bahçesi haline gelen DİSK bürokrasisi gerçekliği, hâkim kliklerin siyasi yapılarına ve dönem politikalarına göre şekillendirilen sendikal sürecin de bir parçasıdır.
DİSK’in “sol” görünümüne ve ismindeki “devrimci” ibaresine rağmen diğer sarı sendikalardan nitel bir farkı yoktur. Günümüzde devletin ve hâkim sınıf kliklerinin sendikal alana müdahaleleri o kadar ileri bir boyut almıştır ki sendikalar merkez bürokrasileri aracılığıyla işçi sınıfının mücadele örgütleri olmaktan daha çok sınıfı kontrol altında tutan mekanizmalar haline getirilmiş, düzen partilerinin ya da patronların birer eklentisine dönüştürülmüştür. Bu politikada Hak İş doğrudan AKP’nin uzantısı kimliğiyle, Türk İş devletçi niteliğiyle ve DİSK de artan oranda CHP kimliğiyle öne çıkmaktadır. Kuşkusuz bunun dışında tutulabilecek sendikalar, şubeler ve çeşitli odaklar her zaman olmuştur. Ancak bütüne damgasını vuran söz konusu sınıf işbirlikçisi sendikal çizgilerdir.
Bugün işçi sınıfının ve sınıf düşmanı yasaların durumu, 1970’den çok daha kötü durumdadır. Ancak sınıf örgütlerinin ve genel devrimci mücadelenin geriliği, işçi sınıfının sendikal ve siyasal mücadelesindeki zayıflığı da belirlemektedir. Başta ülke barajı olmak üzere sendikalar kanunu aracılığıyla işçilerin örgütlenme, toplu sözleşme yapabilme hakları büyük oranda ellerinden alınmıştır. Yüzlerce anti-demokratik yasa ve maddeye paralel devlet, patron, mahkeme ve polis iş birliğiyle işçilerin örgütlenmesi ve en önemlisi bağımsız sınıf çizgisinin gelişimi engellenmektedir.
Süregiden kriz ve pandemiyle birlikte işçiler “kısa çalışma”, “ücretsiz izin”, “Kod-29” gibi saldırılara maruz kalmış, işsizlik ve sömürü derinleşmiş, işçi fonlarında biriken paralar patronlara peşkeş çekilmiş durumdadır. İşçilerin kıdem tazminatını ve iş güvencesini tümüyle ortadan kaldırmaya çalışan hâkim sınıflar taşeron ve esnek çalışma biçimlerini hiç olmadığı kadar yaygınlaştırmış durumdadır. Ancak tüm bu kötü tabloya rağmen parçalı direnişler dışında işçi sınıfının örgütlü, kitlesel ve militan duruşu gelişmemiştir. Bu durum şaşırtıcı değildir ancak proleter devrimcilere büyük görevler yüklemektedir. 15-16 Haziran’ın 51. yılında ondan öğrendiklerimizin işaret ettiği en güncel görev; sınıfın örgütlenmesi ve devrimci-demokratik sendikal çizginin geliştirilmesidir.