Açlığın, sefaletin ve zulmün had safhaya ulaştığı ‘70’li yıllarda, işçi sınıfımız yekinip ayağa kalktı. Yıllardır üzerinde birikmiş ölü toprağını bir kenara fırlatıp, militan ve azimli bir mücadeleye atılarak patronlara meydan okuyordu. Aradan onca uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen, tarihe altın harflerle yazılan mücadele günlerinden birisi olan 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nden öğrenilmesi gereken pek çok yön vardır. Ekonomik buhranın gittikçe derinleştiği, hakim sınıfların kendi arasındaki çelişkilerin şiddetlendiği ve buna bağlı olarak işçi, köylü ve gençliğin mücadelesinin yükseldiği bir ortamda, 15–16 Haziran başkaldırısı ve Büyük İşçi Direnişi kendiliğindenci hareketin doruk noktasıydı.
DALGA DALGA BÜYÜYEN DİRENİŞ
15 Haziran 1970’de kendiliğindenci bir şekilde fabrikalardan alanlara akın akın dökülen işçiler, polis barikatlarıyla, sarı sendika ağalarının “uslu durun” çağrılarıyla karşılaşmışlar ancak bu türden girişim ve çıkışlara boyun eğmemiş ve haklı direnişlerini başlatmışlardı. İlk günkü direnişe 70 bin civarında işçi katılmıştı. İstanbul’da Kartal, Bakırköy ve Eyüp yollarını kesen fabrika işçileri trafiği kapatarak yürüyüşe geçmişlerdi.
16 Haziran 1970’deki olay ve gelişmeler ise daha çetin ve kanlı oldu. 5 kişi polis ve asker kurşunlarıyla toprağa düştü. Bu olaylar esnasında ise Kadıköy Kaymakamlığı, birçok polis otosu, bazı özel otolar ve Adalet Partisi binaları yakıldı. 150 bin işçinin katıldığı 16 Haziran 1970’deki yürüyüş, Levent, Topkapı, Mecidiyeköy ve Kadıköy’den başlamış, oradan Valiliğe kadar gelinmiş ve oradan da Eminönü’ne yönelinmişti ki işçiler köprünün açıldığını gördüler. Bunun üzerine bir kısım işçiler sandallarla Beyoğlu yakasına geçerken, bir kısmı da Unkapanı istikametine doğru yöneldi. Kadıköy Yakası’ndaki İkele ve Yoğurtçu Parkı’ndaki çatışmalarda da ölenler oldu. Gebze’den çıkan bir başka kol ise Ankara asfaltından İstanbul’a doğru 10 bini aşkın büyük ve coşkulu bir kalabalıkla yürüyordu.
Gelişmeler karşısında şaşkına dönen hakim sınıflar, olayları askeri ve polisiye yöntemlerle bastıramayınca İçişleri Bakanı, İstanbul Valisi ve o dönemin İstanbul’daki yüksek rütbeli subaylarından birisi, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’i ve DİSK Genel Sekreteri Kemal Sülker’i devreye sokarak şanlı 15-16 Haziran 1970 eylemini bastırmanın yollarını aradılar. 15-16 Haziran 1970 eylemliliğine gönülsüzce ve işçilerin zorlamaları sonucu katılan DİSK ağaları devlet akranından gelen bu isteğe “olur” diyerek, devletin radyosundan, basınından konuşma ve açıklamalar yaparak, devletçi yüzlerini bir kez daha ortaya koydular. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler, radyodan yaptığı konuşmasında: “İşçi kardeşlerim, işçi sınıfının bilinçli temsilcileri, sizlere sesleniyorum. Beni iyi dinleyiniz. Anayasal haklarınız için direndiniz, direniyorsunuz. Anayasamız her türlü toplantı ve yürüyüşlerin silahsız ve saldırısız olacağını emreder. Bizler anayasaya sımsıkı bağlı işçiler olduğumuz için, hiçbir hareketimiz anayasaya aykırı olamaz. Ne var ki bizim aramıza çeşitli maksatlar güden kişiler, çeşitli kılıklara bürünerek girebilirler. Hatta kötüsü gözbebeğimiz şerefli Türk ordusunun bir mensubuna kötü maksatlarla taş atabilirler, tahrikler yapabilirler. DİSK Genel Başkanı olarak sizleri uyarıyorum.” demiştir. DİSK Genel Sekreteri Kemal Sülker de aynı gün yapmış olduğu basın toplantısında: “Girişilen tahripkâr eylemle ilgimiz olmadığını İçişleri Bakanı’na söyledik ve kesinlikle de bu tahripkar olayları tasvip etmediğimizi bildirdik” diyordu. İşte, devrimci geçinen DİSK adlı konfederasyonun Genel Başkanı ve Genel Sekreteri’nin devrimcilik adı altında, işçi sınıfı adına yaptıkları ve yapmaya çalıştıkları radyo konuşması ve basın açıklaması böyleydi. DİSK’in bugünkü yöneticileri, dünkü söylenenlerden sanki bilgileri yokmuşçasına 15-16 Haziran 1970 direnişine bugün sahip çıkmaya çalışıyorlar.
Dünkü DİSK ağaları nasıl ki işçi sınıfını oyalamaya ve satmaya çalıştıysa, bugünkü DİSK ağaları da aynı tavrı sergilemeye çalışıyorlar. İşçi ve emekçiler bunların gerçek yüzünü görmediği müddetçe de bu tavır sergilenecektir. İşçi sınıfı devletin zorbalarına ve DİSK ağalarının teslimiyetçi ve devletçi politika ve engelleme çabalarına rağmen canla, başla direnmiş ve mücadele etmiş olsa da sonuçta şanlı 15-16 Haziran 1970 eylemi bastırılmıştır. Hâkim sınıflar, eylemin bastırılmasının hemen peşinden sıkıyönetim ilan ederek işçi sınıfı ve emekçi halkımızın bir bütünüyle sindirilmesine çalıştılar. Bu yenilgiden alınması gereken önemli dersler vardı. Bunlardan öne çıkanlarını maddeler halinde sıralarsak:
Birincisi; bazı dönemlerde şehirlerde ayaklanmalar olsa da bunların başarıya götürmeyeceğini, başarının şartının kırlardan başlayıp şehirlere doğru izlenecek bir rotayla olacağını,
İkincisi; ülkede devrimin olmasının objektif şartlarının hazır olduğunu,
Üçüncüsü; sıkıyönetim şartlarında dahi sağlıklı bir örgütlülükle mücadelenin yürütülebileceğini,
Dördüncüsü; sınırlı sayıdaki aydın insana dayanılarak devrim yapılamayacağını ve devrimin kitlelerin eseri olacağını,
Beşincisi; orduya belbağlamanın ve ordunun devrim yapmasının hayal olduğunu,
Altıncısı; devrimin parlamentoya bel bağlayarak değil, zor ve şiddete dayanarak olacağını, 15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi’nin yenilgisinden dersler çıkararak öğrenmiş bulunuyoruz.
İbrahim Kaypakkaya “İşçi-Köylü hareketleri ve proleter devrimci politika” başlıklı makalesinde Türk-İş ve DİSK’i değerlendirmiş, “Türk-İş, emperyalizmin beslediği ve işçi saflarına soktuğu ‘truva atı’ dır… DİSK, işçi sınıfımızın kendiliğinden gelme örgütlenmesini temsil eder” demiş ve dipnotlarda da eklemiştir: “Sözümüz DİSK içerisindeki proleter devrimci unsurlara değil, DİSK’e bugün hakim olan oportünizmin temsilcilerinedir. İleride söyleyeceklerimiz de yine onlaradır” diyerek, hangi anlayışları kast ettiğini net bir şekilde ortaya koymuştur.